Altın Silsile'den Altın Halkalar

Image hover effect image

Bahâeddin Şâh-ı Nakşbend (ks)

16

Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.

Bahâeddin Şâh-ı Nakşbend (ks)

Bahâeddîn Nakşbend, Abdulhâlik Gucdüvânî’nin hafî zikir esasına dayalı olarak kurduğu Hâcegân tarikatının unutulmaya yüz tutan prensiplerini ihya ettiği için yeni bir tarikat kurucusu olarak telakki edilmiş ve hakkında müstakil menâkıbnâmeler yazılmıştır. Şâh-ı Nakşbend’in hayatı ve düşüncelerini günümüze aktaran en kadim ve temel eserleri; Risâle-i Kudsiyye, Enîsü’t-tâlibin ve uddetü’s-sâlikin, Risâletü’l-Bahâiyye, Makâmât-ı Hazret-i Hâce-i Nakşbend olarak sıralayabiliriz.[1]

Şâh-ı Nakşbend’in ismi Muhammed Bahâeddîn b. Muhammed, nesebi; el-Buhârî, unvanı; Şâh-ı Nakşbend, nisbesi; Üveysî’dir.

Bazı kaynaklarda dedesinin adı da Muhammed olarak geçer, ilk dönemde yazılan muteber kaynaklarda Hâce Bahâeddîn’in ne­sebi hakkında herhangi bir bilgi bulunmamasına rağmen muahhar bazı kaynaklar onun Hz. Peygamber(sav) soyundan geldiğini iddia edip şöyle bir soy ağacı zikretmişlerdir:

“Bahâeddîn Muhammed b. Seyyid Muhammed Buharî b. Seyyid Celâleddîn b. Seyyid Burhâneddîn b. Seyyid Abdullah b. Seyyid Zeynelabidin b. Seyyid Kâsım b. Seyyid Şaban b. Seyyid Burhâneddîn b. Seyyid Kılıç b. Seyyid Mahmûd b. Seyyid Bulak b. Seyyid Takî Sûfî Halvetî b. Seyyid Fahreddîn b. Seyyid Ali Ekber b. İmam Hasan Askerî b. İmam Ali Takî b. İmam Muhammed Takî b. Musa Rıza b. İmam Musa Kâzım b. İmam Cafer-i Sâdık.[2]”

Hâce Bahâeddîn’in anne tarafından neslinin Hz. Ebû Be­kir Sıddîk(ra)’a ulaştığını söyleyenler de olmuştur.

Hâce Bahâeddîn Buharalı olduğu için Buhârî nisbesi, küçüklüğünde babası ile birlikte nakışçılık yaptığı için de Nakşbend lakabı ile meşhur olmuştur. O dönemde kumaşlara nakış işleyen, nakışlı elbiseler ya da desenli halılar dokuyan kişilere nakşbend denmekte idi. Muteber kaynaklarda Hâce Bahâeddîn’in gençliğinde babasıyla birlikte nakşbendlik yaptığı nakledilmektedir. Sonraları bu mesleği bırakmış olmasına rağmen kendisini çoğunlukla Nakşbend diye isimlendirdiği bilinmektedir.[3]

Sonraki dönemlerde yazılan bazı eserlerde Hâce Bahâeddîn’in hafî zikre uzun süre devam ettiği için kalbine Allah(cc) lafzının nakşolunduğu ve bu yüzden Nakşbend/Nakşedici lakabıyla anıldığı ya da Buhara’nın Nakşbend köyünde yaşadığı için oraya nispet edildiği gibi ifâ­deler bulunmakta ise de bunlar ilmî temeli olmayan yanlış bilgilerdir.

Hâce Bahâeddîn’in Nakşbend lakabına nispetle tesis ettiği tarikata Nakşbendîyye adı verilmiştir. Ancak bu isimlendirme onun vefatından takriben bir asır sonra başlamış olmalıdır. Zira Nakşbendîyye kelime­sini ilk kullanan kişi Abdurrahman Câmî (ö.898/1492)’dir.

Hâce Bahâeddîn’in ismine nispetle tarikatına nadiren Bahâiyye de denmiş­tir. Onun hakkında Şâh-ı Nakşbend, Hâce-i Bozorg/Büyük Şeyh ve Hâce-i Belâgerdân/Belâyı Defeden Şeyh gibi lakaplar da kullanılmıştır.[4] İsminin başındaki “Şâh” kelimesi ise “Gönül Sultanı” anlamına bir saygı ifadesidir.[5]

Hâce Bahâeddîn, Buhara’nın bir fersah kuzeyindeki Kasr-ı Hinduvân köyünde dünyaya geldi. Sonraları Kasr-ı Ârifân adını alan bu köy, bugün Buhara’nın Kağan ilçesinde bulunmakta olup Bahâeddîn kışlağı (köyü) olarak anılmaktadır.

Genel kabule göre Hâce Bahâeddîn, Muharrem 718/Mart 1318’de doğmuştur. Azizân lakabı ile meşhur Hâce Ali Râmîtenî’nin vefatı 721/1321 olduğuna göre, onun irşad döneminde doğduğu anlaşılmaktadır.[6] 791/1389’de vefat ederken 73 yaşını doldurmuş olduğu şeklindeki rivayet de bunu doğrulamaktadır.[7]

Şâh-ı Nakşbend’in doğduğu yıllar, bir asır önce teşekkül eden Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarıydı. Onun doğduğu yıllarda Cengiz Han Buhara’yı kuşattı. İşgal edip yaktı ve yıktı, tarumar etti. Daha sonra Buhara, Moğollarla Harizmliler ve İlhanlılar arasında birçok defa el değiştirerek siyasî açıdan tam bir keşmekeş içinde kaldı. Şâh-ı Nakşbend’in doğduğu yıllarda Buhara, İran Moğolları ile müttefikleri Çağatay hanedanının elindeydi.[8]

Hâce Bahâeddîn’in babasının ismi Muhammed’dir. Annesinin ismi eski kaynaklarda kaydedilmemiş ise de bazı yeni eserlerde -muhtemelen şifahî geleneğe dayanarak- Ârife adını taşıdığı söylenmektedir.

Nakşbend’in gençliğinde dokuma ve nakış işleriyle meşgul olan babası sonraları Emir Bayân’ın ordusuna katılmıştır. Ancak orduda hangi vazifede bulunduğu bilinmemektedir. Bahâeddîn Nakşbend şeyhlik döneminde müridi Emir Hüseyin’i Tirmiz tarafındaki bu ordunun kışlasına gönderip babasını Buhara’ya davet etmiştir.

Önce bu teklifi kabul etmeyen babası, birçok maceradan sonra Buhara’ya gelmeyi kabul etmiş, yolda Karşı’ya ulaştığında orada ikâmet eden eşini (Nakşbend’in annesini) ziyaret için bir süre kalmış ve ardından Buhara’ya gelmiştir.

Bu rivayetten Hâce Bahâeddîn’in şeyhlik döneminde annesi ile babasının hayatta olduğu ve en azından bir süre ayrı yaşadıkları anlaşılmaktadır. Nakşbend ilk haccından dönerken (772/1370) Merv’e (ya da Mâhân’a) uğradığında babası da yanında olduğuna göre hacca birlikte gitmiş olabilirler. Yine bu hac dönüşünde Nakşbend’in Buhara’da bulunan annesini ziyaret ettiği bilinmektedir.

Hâce Bahâeddîn hastalanan babasına; “Sûreten siz benim babamsınız, ama manen ben sizin babanızım. Siz beni şeklen terbiye ettiniz, ben sizi manen terbiye ediyorum.” dediğine göre babası yaşlılık döneminde Nakşbend’e intisap etmiş olmalıdır.

Hâce Bahâeddîn’in anne ve babasının vefat tarihleri bilinmemektedir. Annesinin kabri Buhara’nın Kasr-ı Ârifân köyünde olup Nakşbend’in türbesini ziyarete gelenlerin önce annesine uğramaları gelenek olmuştur.[9]

Hâce Bahâeddîn’in yetişmesinde babasından ziyade dedesinin etkin olduğu anlaşılmaktadır. Semmâsî’nin müridi olan dedesi Nakşbend’i gençliğinde Semerkand’a götürüp sûfî meclisleriyle tanıştırmış ve tasavvufa ilgi duymasını sağlamıştır.

Kaynaklarda Nakşbend’in ayrıca sâliha bir ninesinin olduğu kaydedilmiş ise de bunlar hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. On sekiz yaşlarındayken evlenen Nakşbend’in eşi hakkında ise hiçbir bilgiye rastlanmamaktadır.

Bazı eserlerde köle ve cariyesinin olmadığı söylenmesine rağmen hizmetini gören bir cariyesinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Nakşbend’in Bîbî Seşenbe isminde bir teyzesinin olduğu, sonraki asırlarda bir dileği olan kişilerin onun adına yemek hazırlayıp dağıtmayı gelenek hâline getirdikleri bilinmektedir.[10]

Tasavvufî Eğitimi

Şâh-ı Nakşbend’in ilk üstadı, hem dedesinin hem de babasının şeyhi olan Muhammed Baba Semmâsî idi.[11] Kendisinin doğumunu “Benim burnuma bu evden bir er kokusu geliyor.” diyerek müjdeleyen ve onu üç günlük bir bebekken mânevî evlatlığa kabul edip terbiyesini halifesi Emir Külâl’e havale eden Semmâsî’dir. Ancak seyr ü sülûkünü yanında tamamlayıp mânevî emaneti aldığı mürşidi, Emir Külâl hazretleridir.

On sekiz yaşına kadar Şâh-ı Nakşbend’in tahsil ve terbiye tarzına dair kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanmaz. Ancak dedesinin onu tasavvuf erbabı ile tanıştırmak ve sohbetlerden faydalanmasını sağlamak maksadı ile Semerkant’a kadar götürmüştür. Bu da onun tahsil ve terbiyesi ile ailesinin yakından ilgilendiğini göstermektedir.[12]

Şâh-ı Nakşbend’in Semerkant’ta ilim tahsilini tamamlayıp evlenmesinden kısa bir süre sonra Semmâsî vefat etti. Bu arada Kasr-ı Hinduvân’a gelen Emir Külâl, Hâce Bahâeddîn’e şeyhinin vasiyetini hatırlatarak onun mânevî eğitimiyle meşgul olmaya başladı.[13]

Emir Külâl’in tekkesine varan Şâh-ı Nakşbend, sohbete alınmaz. Tekkeden çıkarılan Nakşbend’in tekke eşiğinde sabaha kadar karlar altında yatıp beklediği ve sabah namazı için çıkan Emir Külâl’in onun bu hâlini görüp muhabbetle tekkeye kabul ettiği nakledilir.

Nakşbend, Emir Külâl’i ihmal ederek uzun yıllar Gazan Han Halil’in yanın­da bulunduktan sonra, tekrar Emir Külâl’in tekkesine dönünce böyle bir tepkiyle karşılaşmış olmalıdır.

Bu dönemde o, sık sık Buhara’daki mü­barek sayılan mezarları ziyaret etmiştir. Yine böyle kabir ziyareti yap­tığı bir gece, üç mezarı ziyaret eder. Her mezarda yanan lambalar görür. Fakat mezarların başındaki lambalarda yağın dolu olması­na rağmen, fitili hareket ettirilmediği için ışığın az olduğunu fark eder.

Mezar-ı Mezdâhin’de kıbleye dönük olarak otururken gaybet hâline geçen Hâce Bahâeddîn, kıble duvarı yarılır, büyük bir taht görür. Önüne yeşil bir perde gerilir. O tahtın üzerine yüzü peçeli bir zâtın oturmuş olduğunu, tahtın etrafında da birçok kişilerin bulunduğunu müşahede eder.

O topluluk içinde Muhammed Baba Semmâsî’yi görünce bunların ve­fat eden meşâyih olduğunu anlar. Cemaatten biri kendisine, taht üzerindeki şahsın Hâce Abdulhâlik-ı Gucdüvânî, etrafındakilerin ise halifeleri olduğunu söyler.

İşaretle her birini tanıtır. Ahmed Sâdık, Evliya Külâl, Ârif Rivgerî, Mahmûd Encîrfağnevî, Ali Râmîtenî bunlardan bazılarıdır. Sıra Baba Semmâsî’ye gelince; “Sen onu hayatta iken görmüştün. Senin şeyhindir ve sa­na bir külah vermişti.” der.

Nakşbend onu tanıdığını, ancak külah ha­disesi üzerinden çok zaman geçtiği için unuttuğunu ifade eder. O şahıs; “Külah senin evindedir ve sana şu kerameti verdiler ki, gelecek belâ se­nin bereketinle defolur.” der. Sonra o topluluk; “İyi dinle! Hâce Abdulhâlik sana seyr ü sülûkta müstağni kalamayacağın şeyler söyleyecek.” derler.

Hâce Abdulhâlik, yüzünden peçeyi kaldırır ve tasavvufî eğiti­min başlangıcı, ortası ve sonu hakkında bilgiler verir. Gucdüvânî’nin ruhaniyetinden feyz ve bilgi aldığı için Hâce Bahâeddîn’e Üveysi denmekte ve onun gerçek mürşidi olarak Gucdüvânî kabul edilmektedir.[14]

Kendisine hediye olarak gönderilen bu taç, bir nevi liyakat nişanı sayılmaktadır. Bu taç, tasavvufî fikirlere meyilli bulunan Muhammed Bahâeddîn’in mizacında büyük bir değişikliğe yol açar. Bununla onun Azîzân yolunu devam ettirecek şeyhlerinden biri olduğu vurgulanır ve kendisi desteklenir. Bu şekilde onurlandırılan Şâh-ı Nakşbend’in yoluna şevkle devam etmesi sağlanır.[15]

Gucdüvânî; “O gördüğün lambalar sana bir işarettir. Sende bu yola karşı kabiliyet var; ama ka­biliyet fitilinin hareket ettirilmesi lâzım ki aydınlık olsun ve sırlar zu­hur etsin. Daima dinin emir ve yasaklarına uymak, azimet ve sünnet ile amel etmek, ruhsat ve bidatlerden kaçınmak gerekir. Hz. Peygamber(sav)’in sözlerini rehber edinmek, hadis ve sahabe sözlerini öğrenmek gere­kir.” tarzındaki nasihatlerini bitirdikten sonra, halifeleri Hâce Bahâeddîn’den evindeki Ali Râmîtenî’ye ait külahı alıp Nesef’te bulunan Emir Külâl’e götürmesini söyler. Ayrıca müşahede ettiği bu hâlin doğruluğuna alâmet olarak yolda karşılaşacağı bazı hadiseleri önceden haber verir. Sonra biraz sarsıp Hâce Bahâeddîn’i kendine getirir. [16]

Sabahleyin hemen Rîvertûn köyündeki evine giden Nakşbend akra­balarına külahı sorar. “O külah uzun süreden beri şurada durmaktadır.” deyip yerini tarif ederler. Hâce Bahâeddîn külahı alıp yola çıkar.

Vakıasın­da söylendiği gibi yolda bazı hadiselerle karşılaşır ve sonunda Nesef’e ge­lip Emir Külâl’in huzuruna girer. Külahı Emir Külâl’in önüne koyduğun­da uzun bir süre sessiz kalan Külâl; “Bu Azîzân’ın külahı mıdır?” der. Nakşbend; “Evet”, deyince Külâl; “Bu külahı iki kumaş arasında muha­faza etmen işaret edildi.” der. Nakşbend de bunu kabul eder.

Ardından Emir Külâl, Bahâeddîn Nakşbend’e zikir telkin eder ve kelime-i tevhide/nefy u isbâta hafî olarak devam etmesini isler. Bu şekilde Emir Külâl’e intisap etmiş olan Nakşbend, vakıasında Gucdüvânî’den aldığı emir üze­re azimetle amel edip cehrî zikir yapmadığını ifade eder.[17]

Şâh-ı Nakşbend uzun yıllar Emir Külâl’in yanında kaldı. Henüz kemâle ulaşmadığı halde hâlinden memnun görünmesi üzerine Emir Külâl, Şâh-ı Nakşbend’i tekkeye abdest suyu taşımakla görevlendirdi.[18]

Emir Külâl’in tekkesinde bazı akşamlar cehrî zikir meclisleri kurulurdu. Sohbetlere iştirak eden Hâce Bahâeddîn, cehrî zikir başlayın­ca tekkeden çıkar ve zikre iştirak etmezdi. Bu durum bazı müridleri rahatsız etti ve dedikodulara sebep oldu.

Emir Külâl’in önceleri bu durumu hoş görür ve tenkitlere karşı Nakşbend’i müdafaa ederdi.[19] Müridlerin Şâh-ı Nakşbend’den duydukları rahatsızlıkları şeyhleri Emir Külâl’e ilettikleri bir sırada, Emir Külâl müridlerine Şâh-ı Nakşbend hakkındaki şu kanaatlerini belirtir:

“Siz, oğlum Bahâeddîn hakkında kötü bir zanna düşmüş ve onu kusurlu görmüş bulunuyorsunuz. Bahâeddîn’i anlayamamaktan doğuyor bu hâliniz. Onun üzerinde Allah(cc)’ın hususi bir nazarı vardır. Kulların hâli de işte Allah(cc)’ın bu nazarına bağlıdır. Benim ona nazarım ise kendi irademle değildir.”[20]

Müridlik döneminde zaman zaman tekke hizmetlerin­de çalışan Hâce Bahâeddîn, ayrıca Emir Külâl’in halifelerinden Bahâeddîn Dîggerânî/Kışlâkî’den hadis tahsili yaptı,[21] Şemseddîn Külâl’den de Irak meşâyıhın murakabe usûlünü öğrendi.[22]

Nakşbend’in kendisine intisap ettiği ilk yıllarda Nesef’in Hâce Mübarek köyünde ikâmet eden Emir Külâl’in sonraki yıllarda asıl memleketi olan Buhara’nın Sûhârî köyüne yerleştiği ve irşada orada devam et­tiği görülmektedir.

Hâce Bahâeddîn’in Emir Külâl’in sohbet ve hizmeti­ne kaç sene devam ettiği ve gördüğü tasavvufî eğitimin detayları bilinmemektedir. Ancak belli bir olgunluğa kavuştuktan sonra Emir Külâl, oğlu Emir Burhan’ın terbiyesini Nakşbend’e havale eder ve onun irşa­da ehil olduğunu bizzat görmek ister.[23]

Nakşbend’in tasavvuf yo­lunda yüksek bir mertebeye ulaştığını ve kendisinde daha yükselme kabiliyetinin bulunduğunu gören Emir Külâl bir gün ona şöyle hitap eder; “Oğlum Bahâeddîn! Hâce Muhammed Baba Semmâsî’nin sizin hakkınızdaki tavsiyesini tam olarak yerine getirdim.”

Sonra göğsüne işaret ede­rek devam eder: “Memelerimi sizin için kuruttum ve ruhaniyet kuşunuz beşeriyet yumurtasından çıktı. Ama himmet kuşunuz yüksekten uçmaktadır. Bugün size izin veriyorum, Türk ve Tacik her kimden burnunuza bir koku ulaşırsa talep edin ve himmetiniz gereği bu taleple kusur etmeyin.” [24]

Şeyhinin bu teveccühleri hakkında Şâh-ı Nakşbend daha sonra şu değerlendirmede bulunmaktadır:

“Emir Hazretlerinin bu teveccühleri iptilama/belâya uğramama sebep oldu. Eğer Emir hazretlerine uymuş ve uymakta devam etmiş olsaydım, belâdan uzak ve selâmate yakın olurdum.”[25]

Şâh-ı Nakşbend, dervişlik günlerinde, kendi aralarında konuşan iki kişinin sohbetlerine iştirak edip onları can kulağı ile dinlerdi. Allah(cc) hakkında konuşurlarsa, sevinir ve hoşnut olurdu. Allah(cc)’tan başka bir şeyden bahsederlerse üzülür, kederlenir ve oradan hemen uzaklaşırdı.[26]

Suhâr’da bir mescit inşası sırasında 500 müridin huzurunda gerçekleşen bu icazetten sonra Şâh-ı Nakşbend, oradan ayrıldı. Emir Külâl’in halifelerinden Mevlânâ Ârif Dîggerânî’nin dergâhında yedi yıl sohbetine katıldı.[27] Ancak Dîggerânî ile olan bu beraberlik mürid-mürşid ilişkisinden çok arkadaş sohbeti mahiyetinde idi. Nakşbend, yetiş­me döneminde yedi sene beraber olduğu Dîggerânî’nin dergâhında onun tavsiyesi ile hem hayvanlara hizmet ettiğini, hem de yolları temizlediğini ifade et­mektedir.

Hâce Bahâeddîn, Ârif Dîggerâ­nî ile geçen yedi senenin sonunda iki-üç ay kadar da Yesevî şeyhlerin­den Kusem Şeyh’in sohbetinde bulundu.[28] Bahâeddîn Nakşbend, ilk zamanlarında Emir Külâl’in işareti gereğince, Kusem Şeyh’in yanına gitti. Seyyid Emir Külâl, “Şimdiden sonra serbestsiniz. Nerede burnunuza bir koku ulaşırsa ister Türk ister Tacik onu arayınız. Aramada kusur etmeyiniz.” dediği için Kusem Şeyh’in yanına vardı.

Muhammed Bahâeddîn iki-üç ay kadar Kusem Şeyh’in yanında kaldı. Ona tâbî oldu ve yanından ayrılmadı. Kusem Şeyh onun hakkında, “Benim dokuz oğlum vardır, sen onuncususun ve hepsine müreccahsın.” dedi. Kusem Şeyh Nahşab’dan Buhara’ya geldikçe, Bahâeddîn Nakşbend ona son derece saygı gösterirdi. Bahâeddîn Muhammed’e, “Sende istekli olma durumunu görüyorum. Diğer tâlib ve sâdıkların hiçbirinde bunu görmemişimdir.”[29]

Rivayete göre Hâce Bahâeddîn gençliğinde babasıyla birlikte nakış­çılık yaptığı dönemde bir rüya gördü. Bu rüyada eski Yesevî şeyhlerin­den Hakîm Ata[30] (ya da Seyyid Ata) kendisini bir Türk (Yesevî) şey­hine havale etti. Hâce Bahâeddîn uyanınca rüyada gördüğü şeyhin sima­sını zihninde muhafaza etti ve rüyayı ninesine anlattı. O da Bahâeddîn’e; “Oğul! Sana Türk şeyhlerinden bir nasip ulaşacak” dedi.[31]

Bahâeddîn bir gün Buhara çarşısında iken rüyada gördüğü bu zât­la karşılaştı. Adı Halil/Derviş Halil, Halil Ata idi. Ancak orada sohbet etme imkânı olmadı. Bahâeddîn onu evine kadar takip etti, sonra ken­di evine döndü. Akşam bir haberci gelip; “Derviş Halil seni çağırıyor.” dedi. Çok sevinen Bahâeddîn yanına ba­zı hediyeler alıp Derviş Halil’in evine gitti ve sohbetine katıldı.

O soh­bette gördüğü rüyayı anlatmak istedi. Ancak Derviş Halil; “Ol kim sening köngülingdedür bizge ayândur, aytmak ni hâcet (senin gönlünde olan şey bizce malumdur, söylemeye gerek yok).” dedi. Bunun üzerine Hâce Bahâeddîn’in ona bağlılığı ve muhabbeti daha da arttı. Sohbetleri­ne devam etmeye başladı.

Bir süre sonra Derviş Halil’e Mâverâünnehir padişahlığı verildi ve Sultan Halil diye anılmaya başlandı. Hâce Bahâeddîn padişahlık döneminde de onun yanından ayrılmadı ve hizmetinde bulundu. Bazı kay­naklarda Hâce Bahâeddîn’in Sultan Halil’e saltanatı boyunca altı sene hizmet ettiği kayıtlıdır. Bazılarında ise 12 sene onun yanında bulunduğu nakledilmektedir.[32]

Altı sene padişahlıktan önce, altı sene de pa­dişahlığı döneminde onun hizmet ve sohbetinde bulunmuştur, diye yazan eserler de vardır.[33] Bir süre sonra Sultan Halil’in bir düşmanı orta­ya çıkıp onu savaşta yendi ve saltanatına son verdi. Bu hadise üzerine gönlü dünyevî işlerden uzaklaşan Hâce Bahâeddîn Buhara’nın Rîvertûn köyüne döndü ve orada bir süre münzevi bir şekilde ikâmet etti.[34]

Bir başka rivayete göre, Hâce Bahâeddîn Sultan Halil’in yanında cellâtlık yapmaktaydı. Bir gün Gazan Sultan’a bir suçlu getirildi. Sultan onun idam edilmesini emretti. Hâce Bahâeddîn kılıcı adamın boynuna üç defa vurmasına rağmen kılıç kes­medi. Her vuruşta adamın bir şeyler fısıldadığını fark eden Bahâeddîn adama ne okuduğunu sordu. O da; “Şeyhimi yâd edip şefaatçi tutuyorum.” diye cevap verdi. Hâce Bahâeddîn; “Senin şeyhin kim?”, diye sorunca adam; “Şeyhim Seyyid Emîr Külâl’dir.” dedi.

Hâce Bahâeddîn Emîr Külâl’i önceden tanıyordu. Bu hâli müşahede edince Emîr Külâl’e olan güven ve muhabbeti bir kat daha arttı. Başka bir rivayette; “Elinden kılıcı attı ve gidip Emîr Külâl’in sohbet ve hizmetine dâhil oldu.” denmektedir.

Halil Ata, görüşüne göre Kazan Han adıyla, Çağatay Hanedanı üyesi olarak Amu Derya ötesinin bir kısmına hükmederken, Bahâeddîn ona infaz memurluğu yaptı. Kayıtlara göre bu önemli bir meslekti; çünkü tarihçi Hâfız-ı Abru’nun ifadesiyle “Kazan Han, doymak bilmez bir şekilde köklü aileleri ve büyük emirleri yok etme eğilimindeydi”. Sonunda bir Türk emiri olan Kazagan tarafından askerî bir isyanla devrildi.

Zeki Velidi Togan, Bahâeddîn Nakşbend’in hayatındaki bu olayları, Nakşbendîlerdeki şeriatı uygulamak amacıyla idarecilerle işbirliği yapma eğiliminin ilk örnekleri olarak gösteriyor ve buna göre Kazan Han’ı fanatik bir Müslüman sayarken, muhaliflerini Türk-Moğol geleneğinin sâdık koruyucuları kabul ediyor.

Kaynaklarda Togan’ın alıntı yaptıkları dâhil, böyle bir yorumu haklı çıkaracak herhangi bir bilgi yoktur. İslâmî dürüstlüğün numunesi olarak gösterilen, daha çok Kazan’ın düşmanı olan Kazagan’dır. Bahâeddîn, Kazan Han’la olan yakınlığından tarafsız bir şekilde bahseder; ona hizmet etmekten pişman olduğunu veya düşünce üzüldüğünü söylemez; sadece “bütün dünya işlerinden el etek çektiğini” ifade eder.[35]

Nakşbendîliğin, Ahmed Yesevî ile alâkalı sayılması tarikatın pîri Muhammed Bahâeddîn Nakşbend’in, Yesevî şeyhlerinden “Kusem Şeyh” ve Halil Ata ile bir müddet beraber bulunarak onlardan feyz almasından dolayıdır.

Nefehat Tercümesi’ne göre, Bahâeddîn Nakşbend, ilk zamanlarında Emir Külâl’in işareti gereğince, Kusem Şeyh’in yanına gitti. Şeyh onu kabul etti ve “Benim dokuz oğlum vardır, sen onuncususun ve hepsine müreccahsın.” dedi. Kusem Şeyh Nahşab’dan Buhara’ya geldikçe Bahâeddîn Nakşbend ona son derece saygı gösterirdi.

Yesevî şeyhlerinden Halil Ata ile Kusem Şeyh’e hizmet eden Bahâeddîn Nakşbend, ayrıca Miyânkâl yakınlarındaki Kızıl Ribât köyün­de ölüm döşeğinde yatan Yesevî şeyhi Pehlivan Ata’yı da ziyaret etmiştir. Bir süre sonra vefat edince, onun tavsiyesi ile gasil ve defin işlemleri Nakşbend tarafından yapılmıştır.[36]

Gazan Han Halil’in saltanatı yıkıldıktan sonra Buhara’nın Rîvertûn köyüne dönen Hâce Bahâeddîn, orada münzevî ve cezbeli bir hayata başladı.

Emir Külâl’in yanında tarikat ve erkânını öğrendiği dönemlerde gördüğü bir rüya üzerine, kendisinin doğumundan yaklaşık bir asır önce (617/1220) vefat etmiş olan Abdulhâlik-ı Gucdüvânî’nin ruhaniyetine intisap eder ve “üveysî” lakabını alır.[37] Bahâeddîn Nakşbend’in mânevî terbiyesi Abdulhâlik-ı Gucdüvânî’dendir. Bu yüzden kendisi Hâcegân silsilesindendir. Dolayısıyla Nakşbendîlik, bir yandan Kasam Şeyh ve Halil Ata vasıtasıyla Yesevîlik tesirinde kalmakta, diğer taraftan Abdulhâlık-ı Gucdüvânî’nin yolunu devam ettirmektedir.

Abdulhâlık-ı Gucdüvânî, Ahmed Yesevî’den sonra Yûsuf Hemedânî’nin halifesidir. Bahâeddîn Nakşbend’den sonra Nakşbendîlik, Maveraunnehir ve Horasan Türkleri arasında yaygınlık kazandı. Dolayısıyla Yesevîliğin nüfuz sahasını çok daraltmıştır. Nakşbendîlik genel özellikleri bakımından Yesevîlik’ten pek farkı bulunmamaktaydı. Nakşbendîliğin Orta Asya’da kısa zamanda yayılmasını, Yesevîliğin hazırladığı zemine borçlu görmekteyiz[38].

Çağına yetişmeden, yüz yüze görüşmeden feyiz aldığı “üveysî” mürşidi Abdulhâlik-ı Gucdüvânî, ona âlem-i mânâda şu nasihatte bulunur:

“Oğlum Bahâeddîn! Zikr-i İlâhîden fariğ olma! Mahlûkata halisane hizmet et. Çünkü Hakk’a giden yol, hizmetten geçer. Ayağını şeriat seccadesine koy, emir ve nehiyde istikamet üzere ol. Daima azimetle amel et, sünnete ittiba et, ruhsatları bırak, bidatlerden kaç. İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler senden hizmet bekliyor. Hafî zikre sarıl. Allah(cc) yâr ve yardımcın olsun.”[39]

Bu müridlik döneminde vuku bulan hadiselerden biri de Bahâeddîn Nakşbend’in Emîr-zâde Abdullah ile karşılaşmasıdır. Nakşbend’in uzun yıllar hizmet ettiği Gazan Han Halil’in saltanatına son veren Emir Kazagan 759/1358 senesinde bir av esnasında öldürülünce oğlu Emîr-zâde Abdullah Mâverâünnehir’de bir sene kadar hâkimiyet sürdü.

Rivayete göre, bir ara askerleriyle Buhara’ya uğrayan Emîr-zâde Abdullah tüm Bu­hara halkının ava çıkmasını istedi. Hâce Bahâeddîn de halka uyarak çık­tı ve av mahalline yakın bir tepede oturdu. Emîr-zâde Abdullah onun ya­nına geldi ve hürmet gösterdi. Aralarında geçen kısa bir konuşmadan sonra Hâce Bahâeddîn ayrıldı ve Emîr-zâde’ye iltifat etmedi. Ona iltifat etmemesinde Hâce Bahâeddîn’in o dönemde siyasetçilere karşı ilgisiz olmasının yanısıra Emîr-zâde’nin babası Kazagan’ın Gazan Han Halil’i tahttan eden kişi oluşunun da etkisi olmalıdır.[40]

Rîvertûn köyüne yerleştikten sonra bir süre de Mevlânâ Bahâeddîn Kışlâkî’den hadis okuyan Bahâeddîn Nakşbend’in Herat, Merv, Nişabur beldelerinde muhtelif seyahatleri oldu. Daha şeyhinin sağlığında irşada mezun olduğu için etrafında geniş bir mürid ve muhip kitlesi oluştu.[41]

Şeyhlik Dönemi

Hâce Bahâeddîn halkı irşada başlayınca ilk müridleri, Emir Külâl’in sohbet halkasından kopup gelen dervişler oldu. Hatta Emir Külâl’in oğlu Emir Burhan da Nakşbend’in sohbetlerine iştirak ediyordu.

Emir Külâl’in bu duruma üzüldüğünü duyan Nakşbend Emir Burhan’ı babasının sohbet halkasına gönderdi. Şâh-ı Nakşbend’in Emir Külâl’den ayrı sohbet halkası teşekkül etmesi ve kendisini yalnız hafî zikre vermesi dervişler arasında tartışmalara ve memnuniyetsizliklere sebep oldu.

Fakat şeyhi Emir Külâl’e gösterdiği saygıda bir değişiklik olmadı ve onun gittikçe artan iltifatını kazandı. Emir Külâl de müridlerine Bahâeddîn’e karşı olan bu tutumlarının yanlış olduğunu söyleyerek onu savundu.[42]

Kaynaklarda Emir Külâl’in müridlerini Nakşbend’in sohbetine gitmekten menettiği, Hâce Bahâeddîn’in bir grup âlimle birlikte Emir Külâl’e gidip cehrî zikir yapmaması konusunda onu ikaz ettiği nakledilir.

Nakşbend ile şeyhi arasında oluşan bir dönemlik bu soğukluk, Ahmed Kâsânî’nin iddia ettiği gibi cehrî-hafî zikir meselesinden değil, muhtemelen müridlerin iki sohbet halkası arasında dağılımı probleminden ortaya çıkmış olabilir. Emir Külâl’in sohbete gitme konusunda müridlerine daha esnek yaklaşımı neticesinde bu soğukluğun ortadan kalktığı anlaşılmaktadır.

Hâce Bahâeddîn bu dönemde Buhara’nın Kasr-ı Ârifân köyünde ikâmet etmekle birlikte Buhara’nın yanı sıra Mâverâünnehir’in Nesef (Karşı), Gadîvet, Keş (Kîş, bugünkü Şehr-i Sebz), Harizm ve Kermîne gibi bölgelerine de giderek sohbetler yaptı ve buralarda birçok mürid edindi.

Onun şöhretini duyup sohbetini dinlemek ya da intisap etmek için Semerkand gibi büyük şehirlerden gelenler de vardı. Buhara’nın önde gelen âlimlerinden Hüsâmeddîn Hâce Yûsuf b. Mahmûd el-Hâfızî el-Buhârî’nin Hâce Bahâeddîn’e intisap etmesi ise önemli bir dönüm noktası oldu.

Bu zâtın ardından Buhara âlimleri ve talebeleri yoğun bir şekilde Hâce Bahâeddîn’in sohbet halkasına katılmaya başladılar. Bu durumdan endişelenen bazı âlimler böyle giderse medreselerin boş kalacağını söyleyip Nakşbend hakkında dedikodu yapmaya başladılar.

Sonunda Hâce Bahâeddîn ile bazı Buhara âlimleri bir mecliste buluştular. Hâce Bahâeddîn; “Tarikatımızı size anlatalım, eğer şeriata ve sünnete aykırı bir husus varsa söyleyin ondan vazgeçelim.” dedi.

Âlimler bu konuda söyleyecek bir şey bulamadılar ve “Tarikatınız istikamet üzeredir, itirazımız yok.” dediler. Bazıları; “Giydiğiniz külah şöhrete sebep olmaktadır.” deyince Hâce Bahâeddîn; “Mademki külahım tartışma konusu oldu, onu giymemek daha doğrudur.” deyip başındaki külahı çıkardı ve bir fakire verdi. Bu hadiseden sonra Nakşbend’in ulema nezdindeki itibarı bir kat daha artmış oldu.[43]

Hâce Bahâeddîn’in şeyhlik döneminde müridlerinden Emir Hüseyin’i, Mâverâünnehir komutanlarından Emir Bayân’ın ordusunda bulunan babasını Buhara’ya davet etmesi için Tirmiz tarafına gönderdiği bilinmektedir.

Hadiseyi nakleden müelliflerden Muhammed Bakır, bu komutanın ismini Emir Buyan Kulî olarak kaydetmiş ise de, Buyan Kulî’nin unvanı emîr (mahallî idareci) değil, han (Çağatay Padişahı) olduğuna göre menkıbede sözü geçen Emîr Bayan Suldûz olmalıdır. Bu şahıs diğer bazı komutanlarda ittifak kurup, Mâverâünnehir’e 759/1358’de hâkim olan Emîr-zâde Abdullah’ın hâkimiyetine bir sene içinde son veren ve ardından Mâverâünnehir’de yönetimi ele alan mahallî idarecilerden biridir.

Menâkıb kitaplarında Nakşbend’in müridi Emir Hüseyin’in Emir Bayân’ın ordusuna gidişi ve orada cereyan eden hadiseler mufassal olarak anlatılmış olmasına rağmen bunun hangi tarihte vuku bulduğu kaydedilmemiştir.[44]

Bahâeddîn Nakşbend’in şeyhlik dönemindeki önemli hâdiselerden biri de hacca gidişidir. Muteber kaynaklar onun iki defa hacca gittiğini kaydederler,[45] ilk haccından döndüğü gün şeyhi Emir Külâl vefat ettiğine göre 771/1370 senesi Zilhicce ayında ilk haccını yapmış olmalıdır.

Bazı müridleriyle birlikte ilk haccına giderken Merv, Serahs ve Meyhene gibi şehirlere uğrayan Hâce Bahâeddîn, Meyhene’de Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın neslinden Hâce Müeyyed’in evinde misafir oldu.

Hicaz’a varıp haccını yaptı. O Hicaz’da iken Buhara’da küçük bir oğlu vefat etti. Hacdan dönerken Bağdat’tan geçip Mâzenderân’a geldi. Orada ulemadan Seyfeddîn Ebherî ile görüştü ve Merv’e doğru hareket etti. Muhtemelen bu dönemde, Tûs ya da Serahs’ta iken Herat’tan Melik Hüseyin Kert bir haberci gönderip Hâce Bahâeddîn’i davet etti.

Melik Hüseyin, Nakşbend için bir ziyafet tertipleyerek birçok âlim ve şeyhi sofrasına davet etmişti. Ancak Hâce Bahâeddîn sultanların sofrasındaki yiyeceklerin haram ya da şüpheli yollarla kazanılmış olabileceğini düşünerek bir şey yemedi, arkasından gönderdiği hediyeleri de kabul etmedi.[46]

Nakşbend bu hac dönüşünde bir süre Merv’de ikâmet etti. Bu sırada Buhara tarafından bir haberci geldi ve Mevlânâ Ârif Dîggerânî’nin kendisini çağırdığını söyledi. Hâce Bahâeddîn Dîggerân köyüne Mevlânâ Ârif’in yanına gitti. Onun vefatından sonra Nakşbend yine Merv’e döndü.[47]

Bir süre daha Merv’de kalan Hâce Bahâeddîn, Buhara’ya döndüğü gün şeyhi Emir Külâl (ö.772/1370) vefat etmişti. Emir Külâl ölüm döşeğinde, yakınlarına, Hâce Bahâeddîn Nakşbend’e bağlanmalarını vasiyet edince, müridler itiraz eder gibi bir tavır takındılar:

“Fakat o açık zikirde size tâbî olmamıştır.” deyince Emir Külâl onlara şu şekilde cevap verdi:

“Onda gördüğünüz her iş Allah(cc)’ın hükmüyledir ve kendi iradesinin o işte payı yoktur. Tecellinin Hak’tan geldiğine dair Hâcegân yolunun düsturlarının biri de şu mısrada anlatılmaktadır: ‘Eğer seni, içinde sen olmadan, senliksiz zuhura getirirlerse korkma; eğer sen, kendiliğinle zuhur ediyorsan kork!”[48]

Emir Külâl’in cenaze merasimine yetişen Nakşbend bilâhare kendi köyü Kasr-ı Ârifân’a gitti. Bu dönemde Bahâeddîn Nakşbend 52 (hicrî takvimle 54) yaşında idi. Babası da henüz hayatta olup Buhara’da ikâmet etmekteydi. [49]

Hâce Bahâeddîn’in şeyhlik döneminde vuku bulan hâdiselerden biri, Deşt-i Kıpçak tarafından bir ordunun gelip Buhara’yı kuşatması ve halkın sıkıntılı günler yaşamasıdır.

Menâkıb kitaplarında tarih ve isim verilmemiş ise de, kastedilen hadise, Deşt-i Kıpçak’ta hüküm süren Altın Ordu (Tokmak) hanı Toktamış’ın 789/1387-88’da Mâverâünnehir’e girip Buhara’yı muhasara ettiği ancak kendisini kuvvetle müdafaa eden bu şehri alamadığı kuşatma olmalıdır.

Bu hadisede birçok insan ve hayvan telef olduğu için halkın zihninde kötü bir hatıra olarak yer etmiştir. Bu dönemde Bahâeddîn Nakşbend 69 (Hicrî takvimle 71) yaşında idi. Timur Leng diye bilinen Emir Timur da diğer beyleri bertaraf edip Mâverâünnehir ve Horasan’da otoritesini tesis etmişti.[50]

Hâce Bahâeddîn’in hayatındaki önemli hâdiselerden biri de ikinci kez hacca gidişidir. İkinci hac yolculuğunda halifelerinden Hâce Muhammed Pârsâ’yı müridleri ile Nişabur’a gönderdi. Kendisi Herat’a giderek orada bulunan Zeyneddin Ebû Bekir Tâyebâdî (ö.791/1388-89) ile üç gün süreyle sohbetlerde bulundu. Daha sonra Nişabur’da bulunan Muhammed Pârsâ ve diğer müridlerine yetişti.[51]

Bağdat’a geldiklerinde Hicaz yolculuğu için deve kiraladılar. Haccı tamamladıktan sonra dönüş yolunda Bağdat’a geldiklerinde içlerinde Şeyh Nûreddîn Abdurrahman’ın da bulunduğu bir ulema ve sûfiyye meclisine iştirak etti.

Bağdat’ta iken Abdülkadir Geylânî’nin türbesini de ziyaret etti. Oradan Merv’e gelen Nakşbend burada bir süre ikâmet edip Buhara’ya döndü ve ömrünün sonuna kadar burada yaşadı.[52]

Vefâtı, Türbesi ve Halifeleri

Bu ikinci hac yolculuğunda hastalanan Nakşbend vefatının yaklaştığını düşünüp müridlerine kendisinden sonra halife olarak Muhammed Pârsâ’yı bıraktığını söylediğine göre bu yolculuk, yaşlılık döneminde ve vefatına yakın bir tarihte (790/1388 ya da daha önce) gerçekleşmiş olmalıdır.[53]

Buhara’da Şeyh Nûreddîn Halvetî isimli bir zât vefat edince Hâce Bahâeddîn de taziyeye gider. Vefat edenin ev halkı ve taziyeye gelen kimi şahsiyetler yüksek sesle ağlayarak çığlık koparırlar. Bazıları da bu hâli çirkin görüp önlemeye çalışırlar. Tüm bunları gören Hâce Bahâeddîn:

“Benim ömrüm de sonuna erip dünyadan göç zamanı gelince, dervişlere, ölmek nasıl olur, öğretirim.” der.

Bu olayı anlatan Mevlânâ Miskin şöyle devam eder:

“Hâce Bahâeddîn’in ölüm hastalıklarına kadar bu söz hiç hatırımdan çıkmadı. Ömrünün sonuna doğru ölümü çok yâd etmeye başlayan Nakşbend hastalığı ilerleyince bir kervansaraya gitti. Son hastalığı boyunca kervansarayın küçük bir odasında kaldı. Yakınları ve bağlıları her gün ziyaretine gelirlerdi. Onlardan her birine ayrı şefkat ve iltifat gösterirlerdi. Son nefeste ellerini duaya kaldırıp uzun zaman beklediler. Sonra ellerini yüzlerine sürüp dünyadan göçtüler.”[54]

Hâce Alâeddin Gucdüvânî de benzer müşahedelerini şu şekilde anlatmaktadır:

“Son hastalığında Hâce Bahâeddîn’in yanındaydım. Ölüm hâlindeydiler. Beni görünce; ‘Âlâ! Hemen sofrayı getir ve yemek ye!” diye emir buyurdular. Bana ‘Âlâ’ diye hitap ederlerdi. Ben de emirlerine uymak için yemeği getirip iki üç lokma aldım.

O halde ve o manzara karşısında nasıl yemek yiyebilirdim. Sofrayı kaldırdım. Hemen gözlerini açıp sofrayı kaldırdığımı gördüler ve tekrar yemek yememi emrettiler. Bu vaziyet böylece dört defa tekrarlandı.

O sırada müridlerin kafasını meşgul eden tek mesele, Hâce hazretlerinin kendilerinden sonra müridleri terbiye işini kime havale edecekleriydi. Hâce Bahâeddîn herkesin içinden geçirdiği bu suali cevaplandırdılar:

‘Böyle bir zamanda bana niçin sıkıntı veriyorsunuz? İstediğiniz şey benim elimde değil, Allah(cc)’ın hükmündedir. Allah(cc) sizi istediğiniz şeyle şereflendirmek dileyince emrini de verir.’”[55]

Hâce Bahâeddîn’in hizmetlerine bakan yakınlarından Hâce Ali Damad ise kendi hatırasını şu şekilde dile getirmektedir:

“Son hastalıklarında bana mübarek kabirlerini kazmak emrini verdiler. Emirlerini yerine getirdikten sonra huzurlarına geldim ve içimden, kendilerinden sonra kime sarılıp tutunacağımızı düşünmeye başladım. Birdenbire başlarını kaldırıp buyurdular: ‘Bu konudaki sözümüz, Hicaz yolunda söylediğimiz sözdür. Her kim bizi arzu ederse Hâce Muhammed Pârsâ’ya nazar etsin’ dedi.”[56]

Yatağında uzun uzun dua etti. Alâeddin Attâr başucunda Yasin okuyordu. Surenin yarısına geldiğinde Hâce Bahâeddîn insanlara Hak ve hakikati öğretmekle geçen bir ömrü geride bırakarak bu dünyaya gözlerini yumdu.[57]

Tarih 3 Rabî’u’l-evvel 791/l Mart 1389 Pazartesi gecesi idi. Hâce Bahâeddîn hicrî yıl (Ay yılı) hesabıyla 73 yaşını doldurmuş 74’e girmişti. Mîlâdî olarak ise 71 yaşını doldurmuştu. [58]

Vefatına düşülen tarihlerden birinin tercümesi şu şekildedir:

Gitti Şâh-ı Nakşbend ki, din ve dünya hocasıydı.

O ki, millete dini ve devlet caddesini açtı.

Ona yuva ve konak ‘Kasr-ı Ârifân’ olmuştu.

Vefatında ölüm tarihi yine ‘Kasr-ı Ârifân’ oldu.[59]

Hâce Bahâeddîn bazı müridlerine Kasr-ı Ârifân’daki bahçesinde bir yeri işaret ederek: “Bizim kabrimiz burası olacak.” demişti. Bunu vasiyet telâkki eden müridleri vefatından sonra onu bahçesine defnettiler. Cenazesi taşınırken:

Senin köyüne gelen müflisleriz

Cemâlinden bir merhamet dileriz.

anlamına gelen Farsça bir beytin okunması da onun vasiyetleri arasındaydı. Önceleri mütevazı bir durumda olan kabrinin etrafı zamanla mescit, medrese, tekke, misafirhane gibi müştemilât ile büyük bir külliye hâline geldi.

Külliye, birbirine kapılarla geçişi olan üç ana bölümden oluşmaktadır. Birinci kapı Appak Âyim Mescidi’nin bulunduğu bölümde olup Tâk-ı Miyâne Kapısı diye bilinir, ikincisi Dilâver Kapısı, üçüncüsü ise Bahâeddîn Nakşbend’in türbesinin bulunduğu avluya açılan Bâb-ı Selâm’dır. Bu kapıların (dervâze) XVI. asırda yapıldığı tahmin edilmektedir.

Külliyede Abdülazîz Han (1540-1549), Abdullah Han (1583-1598), İmam Kulî Han (1611-1642), Subhân Kulî Han (1682-1702) ve Nâdir (Nezr) Divân Begi (XVII. yy.) gibi tarihî şahsiyetlerin kabirlerinin bulunduğu Dahma-i Şâhân adında bir hazîre bulunmaktadır.

Ayrıca misafirhane vazifesi gören küçük bir medrese ile Hekim Kuşbegi Mescidi, Ebu’l-Feyz Han’ın annesinin yaptırdığı mescit ve üzeri kümbet şeklinde olan Mescid-i Cami’ gibi binalar da bulunmaktadır. Ancak bunların hepsi faaliyette değildir.

Hânkâh (tekke) olarak da adlandırılan Mescid-i Cami’, külliyedeki en görkemli yapı olup Şeybânîler’den Ubeydullah Han’ın halefi Abdülaziz Han (1540-1549) tarafından 951/l544 senesinde inşâ edilmiş, Nâdir Han (1642-1645) devrinde ise bu tekke etrafına hücreler ilâve edilmiştir.[60]

Bahâeddîn Nakşbend’in türbesinin bulunduğu avlunun kenarında mescit, ortasında çeşme/sakahâne bulunmaktadır. Diğer köşedeki büyük dörtgen yapı Nakşbend’in türbesidir.

Kapalı bir kutu şeklinde olan türbenin içi görülmemekle birlikte bu büyük yapıda Nakşbend’in kabrinin yanı sıra başka kabirlerin olması da muhtemeldir. Türbe, Buhara Emiri Abdülaziz Han tarafından 951/1544 senesinde mermerden dikdörtgen şeklinde, blok görünümlü, üstü şebekeli parmaklıkla çevrili görkemli bir hâle getirilmiştir.

Buhara civarındaki evliya türbelerinde mezar taşı geleneği yaygın olmadığı cihetle Nakşbend’in de eski bir mezar taşı yoktur. Son yıllarda türbenin yanına dikilen ve üzerine Arapça bir kitabe yazılan mezar taşı ise tarihî ve ilmî bir değer taşımamaktadır.[61]

Bahâeddîn Nakşbend’in türbesini Nisan 1993’te dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal ziyaret etmiş ve külliyedeki restorasyona yardım için Türkiye’den (hayırsever bir şahıs tarafından) getirilen parayı bizzat kendisi teslim etmiştir. Bu ziyaretten kısa bir süre sonra vefat eden Özal’ın kabrine Nakşbend’in türbesinden alınan bir miktar toprağın serpildiği de bilinmektedir. 17-18 Eylül 1993’te Şâh-ı Nakşbend’in 675. doğum yıldönümü münasebetiyle Özbekistan devleti tarafından külliyede törenler düzenlenmiştir.[62]

Hâce Bahâeddîn’in dört kızı vardı. Bunlardan birisi Nakşbend’in sağlığında genç yaşta vefat etti. Diğer üçü ise şunlardır:

  1. Bîbîçe (Bîce) Hâtûn Kelân: Hâce Bahâeddîn’in en büyük kızı olup Alâeddîn Attâr’ın oğlu Hasan Attâr ile evlenmiştir. Bu evlilikten Yûsuf Attâr ve Muhammed Attâr isminde iki erkek ve dört kız çocuğu dünyaya gelmiştir. Kimi kaynaklar yanlışlıkla Hâce Bahâeddîn’in kızı ile Alâeddin Attâr’ın evlendiğini öne sürmüş,[63] bu hata sonraki bazı müelliflerce tashih edilmiş ise de, çoğunlukla devam edegelmiştir.

  2. Bîbîçe Râbia Hâtûn: Hâce Bahâeddîn’in ortanca kızı olup Mevlânâ Fazlullah Neyistânî ile evlenmiştir.

  3. Bîbîçe Server Hâtûn: Hâce Bahâeddîn’in küçük kızı olup babasının vefatından sonra Ebu’l-Hayr Türkistânî ile evlenmiştir. Bu evlilikten Hâce Bahâeddîn Nebîre, Hâce Emir Ali ve Hâce Mîrek isimlerinde üç çocuk dünyaya gelmiştir. Bunlardan Hâce Emir Ali’nin de üç oğlu bilinmektedir: Hâce Mîr Muhammed, Şeyh Zeyneddin ve Hâce Bahâeddîn. Bunlardan Hâce-Mîr Muhammed’in üç oğlu olmuştur: Hâce Mîrek, Mîrzâ Ayak ve Nizâmeddîn Ahmed.


Bahâeddîn Nakşbend’in hayatından bahseden eski ve güvenilir kaynaklarda onun yazılı herhangi bir eserinden bahsedilmemektedir. Eğer bir eseri olsaydı, sözlerini ve menkıbelerini derleyen şahıslar muhtemelen bunun adını zikreder veya ondan alıntı yaparlardı. Ayrıca bu eser istinsah edilerek çoğaltılır ve kütüphanelere intikal ederdi. Böyle bir durum olmadığına göre Hâce Bahâeddîn’in yazılı bir eserinin olmadığı anlaşılmaktadır.

Ancak muahhar bazı eserlerde Hâce Bahâeddîn’e nispet edilmiş bazı kitap isimleri görülmektedir. Muhtelif kaynaklarda dağınık olarak zikredilen bu eserler toplam on bir adettir ve çoğu isim benzerliği yüzünden yanlışlıkla Bahâeddîn Nakşbend’e nispet edilmiştir.

Bunları şu şekilde ıralayabiliriz: Tenbihü’l-gâfilin, Hayâtnâme, Delîlü’I-âşıkîn, Hediyyetü’s-sâlikîn ve tuhfetü’t-talibin, Silkü’l-envar, Risâle-i Kudsiyye, Risâle-i Ünsiyye, Risâletü’l-vâridât, Risâle fî vahdeti’l-vücûd, Müntehâbât min mektûbâtihî, el-Evrâdü’l-Bahâiyye, Bazı Şiirler.[64]

Şâh-ı Nakşbend’in tasavvufî görüşlerini ihtiva eden herhangi bir eseri bugüne ulaşmadığı için bu konuda ancak kendisi hakkında telif edilen eserlerde nakledilen menkıbelerden hareketle bazı sonuçlara ulaşmak mümkün olmaktadır.[65]

Birçok mürid yetiştiren Bahâeddîn Nakşbend’den sonra tarikat, Alâeddîn Attâr, Muhamed Pârsâ, Yakub-ı Çerhi ve Alâeddîn Gucdüvânî isimli dört halifesi vasıtasıyla dört ayrı koldan devam etti. Bahâeddîn Nakşbend’in vefatından sonra halifelerinden Alâeddîn Attâr işe başlamış, diğer mürid ve halifeler de çoğunlukla ona tâbî olmuşlardır. Tarikatta esas kollara ayrılış, Attâr’dan sonra vuku bulmuştur.

Alâeddîn Attâr ile başlayan Alâiyye kolu onun vefatından sonra oğlu Hasan Attâr ve halifesi Nizameddin Hâmûş ile iki ayrı yoldan devam ederken, Bahâeddîn Nakşbend’den icazetli olan Muhammed Pârsâ, Yakub-ı Çerhi ve Alâeddîn Gucdüvânî de farklı bölgelerde irşada başlamışlardır.[66]

Bu halifelerden Alâeddîn Gucdüvânî ve Muhammed Pârsâ ile başlayan kollar fazla yaygın ve etkin olamamış, tarikat esas olarak diğer iki koldan yani Attâr’ın halifeleri ve Yakub-ı Çerhi ile devam etmiştir.

Çerhi kadim kaynaklarında ifade ettiği gibi Nakşbend’in halifesi olmakla birlikte uzun yıllar Alâeddîn Attâr’ın sohbetinde bulunduğu için sonraları yazılan eserlerde Alâeddîn Attâr’ın halifesi olduğu ve tasavvufî eğitimini onda tamamladığı şeklinde bir kanaaat hakim olmuştur. Bu yüzden o genellikle Attâr’ın halifesi olarak kabul edilmektedir.[67]

Bahâeddîn Nakşbend’in kaynaklarda zikredilen diğer önde gelen müridleri ise şunlardır: Mevlânâ Muhammed Fegânzî, Hâce Müsâfir Harizmî, Seyfeddin Menârî, Seyfeddin Hoşhân Buhârî, Sirâceddîn Külâl Pîrmesî, Hüsrev Kermînî, Abdullah Hocendî, Şeyh Şâdî Gadîvetî, Derviş Nîkrûz, Emir Mahmûd Kasr-ı Mugânî ve Emir Hüseyin.

Tasavvufî Görüşleri

Hâce Bahâeddîn, uzunca boylu, buğday tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı büyükçe, boynu uzuncaydı. Boynu nur gibi parlardı. Mehabetliydi. Tatlı dilli ve güzel sözlüydü. Halk içinde bulunduğu sırada bile gönlü Hak ile meşguldü. Türk illerinin saygın mürşidiydi.[68]

Çok mütevazı bir hayat yaşayan Hâce Bahâeddîn haramlardan titizlikle sakınır, ruhsat yolundan çok azimet tarikini seçerdi. Misafirlere ikramdan hoşlanır, hediyeye hediye ile mukabele etmeye çalışırdı. Mahlûkatın tümüne şefkat nazarıyla bakardı.[69]

Misafirlerine çok saygı gösterir, ona uymak maksadı ile gerekirse orucu bozmanın bile caiz olacağını söylerdi.[70] Şâh-ı Nakşbend’in asla hizmetçi ve cariyesi yoktu. “Kulluk ile efendilik olmaz, zaten kendim kulum.” derdi.[71]

Müridlerine dinî kaidelere uymayı, takvayı ısrarla tavsiye eder ve velîlik derecelerine bu şekilde ulaşılabileceğini söylerdi. Tarikatını, Hz. Peygamber(sav)’in sünnetine ve ashâbının sözlerine tâbî olmak diye özetleyen Şâh-ı Nakşbend, ilme ve âlimlere karşı son derece saygılı idi. Bu yüzden birçok âlim kendisine intisap etmişti, iyi bir hadis eğitimi gördüğü için sohbetlerinde bazen hadisleri izah eder, tasavvufî şerhler yapardı.

Arapça, Türkçe ve Farsçaya vâkıftı. Dinî kaidelere uymada hassas olmakla birlikte tasavvuf yolunda yüksek makamlara ulaşmanın çok ibadet ve mücâhedeyle değil, Allah(cc)’ın lütfu ile gerçekleşebileceğine inanırdı.

Nitekim Melik Hüseyin kendisine bu mânevî hâli çalışarak mı yoksa ilâhî lütuf ile mi elde ettiğini sorunca; “Hak Teâlâ’nın cezbelerinden bir cezbe insan ve cinlerin ameline denktir. Bir cezbe geldi ve bu saadete ulaştım.” diye cevap vermiştir.[72]

Böyle düşündüğü için müridlerine riyazeti emretmez, az yemenin ve çok ibadetin öneminden pek bahsetmezdi. Hatta çok riyazet yapan bir müridine bol ve güzel bir yemek yiyip sabah namazına kadar rahatça uyumasını emrettiği bilinmektedir.[73]

Nafile oruç tutan müridi Yakub-ı Çerhî’ye de orucunu bozup yemesini tavsiye etmiş ve “Nefsin arzularına hâkim olma konusunda yemek, oruç tutmaktan daha iyidir, biz bunu tecrübe ettik.” demiştir.[74]

Çünkü o, riyazet ve perhiz sonucu oluşan hallere îtimat etmiyordu. Şeriatla cezbenin birleştiği bir tasavvuf anlayışına sahip olan Nakşbend; “Bizim tarikattaki usûlümüz, İmam Kuşeyrî ile Ferîdeddîn Attâr’ın sözlerine çok uygun düşüyor.” derken bu sentezi kastediyor olmalıdır.[75]

Şâh-ı Nakşbend, ileri ufuklara bakmayı, daima yükselmeyi öğütleyen bir mânâ sultanıydı. Müridlerin; “Eğer himmetinizi yüksek tutmaz, oyununuzu büyük oynamazsanız, size hakkımı helâl etmem. Üstün himmetle öyle olmalısınız ki, ayaklarınızla başıma basmalısınız. Yani sizin mânevî dereceniz, benden daha yukarılara ulaşmalı.”[76]

Diğer yandan Şâh-ı Nakşbend’e göre, müridin üzerinde meydana gelen tüm sıfat ve güzellikler, aslında şeyhin, lütuf merdivenleri sayesinde gerekleşmektedir. Çünkü mürşidin himmeti, müridin himmet burağına bindirilmiş hâli gibidir.[77]

Kemâl ve marifetin hasep ve neseple değil, iktisapla olduğuna inanan Şâh-ı Nakşbend, “Sizin silsileniz nereye ulaşır ve kime dayanır?” diye soran muhatabına; “Silsile ile kimse bir yere ulaşamaz.” diye karşılık verir.[78]

Döneminin sûfîleri yanında müderrisler de Şâh-ı Nakşbend’e saygı duymuş, o da devrinin âlimlerine hürmet etmiştir. Nitekim Mevlânâ Hamîdüddin’e tasavvufî görüşlerini arzeden Nakşbend, ondan yanlışı varsa düzeltilmesini istemiştir. Çünkü Şâh-ı Nakşbend’e göre, “Bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz.”[79] âyeti ilim adamlarına danışmayı emretmektedir.[80]

Bahâeddîn Nakşbend özellikle hadis ilmi tahsil etmiş olup ilme ve âlimlere çok önem verirdi. Bu özelliğinden dolayı Buhara medreselerindeki birçok hoca ve talebe kendisine mürid olup sohbetine devam etmeye başlayınca bazı âlimler medreselerin boşalacağından kaygı duymuşlardı.

Bunun üzerine Bahâeddîn Nakşbend âlimlere; “Tarikatımızı size anlatalım, eğer şeriata ve sünnete uygun ise devam edelim, eğer uygun değilse vazgeçelim.” demişti. Hâce Nakşbend tarikatını sağlam kulp ve Hz. Peygamber(sav) ile ashâbının sözlerine uymak diye tarif ederdi.

Haram ve helâl konusunda çok titiz olduğu için durumu şüpheli olan yemekleri yemez, müridlerine de yedirmezdi. Devlet yöneticilerinin sofralarındaki yemeği de şüpheli gördüğü için Melik Hüseyin’in sofrasında bir şey yememişti.

Şöyle diyordu: “Biz Allah(cc)’ın lütfu ile (manen) her ne elde ettiysek, Kur’ân âyetleri ve Hz. Peygamber(sav)’in hadisleriyle amel etmek suretiyle elde etmişizdir. Bu amelden bir netice alabilmek için takva ve şer’i kurallara riayet etmek, azimete sarılmak, Ehl-i sünnet vel cemaat prensipleriyle amel etmek ve bidatlerden kaçınmak gerekir.”[81]

Hâcegân ve Nakşbendî meşâyihinin düşünce dünyasında İslâmiyet’in emir ve yasaklarına bağlı olmanın yanı sıra ruhsatlarla değil azimet ile amel etme konusu da önemli bir yer tutar.

Abdulhâlik Gucdüvânî rüyasında Bahâeddîn Nakşbend’e; “Daima ayağı şeriat ve istikamet seccadesinde koymak, azimet ve sünnetle amel etmek, ruhsat ve bidatten uzak durmak gerekir” diye tavsiyede bulununca Hâce Nakşbend azimetle amel etmek için cehrî zikri terk edip hafî zikre yönelmiştir.

Soğuk ve karlı bir gecede gusletmesi gerektiğinde su bulamayan Nakşbend, dinin verdiği ruhsatı kullanıp teyemmüm etmek yerine, azimet yolunu tercih etmiş ve Rivertûn’dan Kasr-ı Ârifân’a giderek büyük zahmetlerden sonra su ile gusletmiştir.[82]

Tarikatını sohbet esası üzerine kurmuştu. Halveti uygulamaz, onun yerine Gucdüvânî’nin “halvet der encümen” yani halk içinde Hak ile olmak prensibini esas alırdı.

Tarikatında cehrî zikir ve semâ da yoktu. Azimetle amel etme düşüncesiyle hafî zikir yapardı. Bununla birlikte cehrî zikri ve semâyı da inkâr etmezdi. Bu konuda: “İnkâr nemî konîm ve în kâr nemî konîm: İnkâr etmiyoruz ama bu işi de yapmıyoruz.” şeklindeki sözü meşhurdur.[83]

Silsilede, Abdülhâlık Gucdüvânî ile Bahâeddîn Nakşbend arasında beş halka vardır. Bunların ikincisi olan Mahmud Fağnevî’nin (ö.1315) cehrî zikri tekrar silsileye getirdiği ve izleyicileri olan Ali Râmîtenî, Muhammed Baba Semmâsî ve Emîr Külâl tarafından bu uygulamanın devam ettirildiği bilinmektedir.

Büyük üstad Bahâeddîn Nakşbend’in mânevî şahsiyetinin etkisi altındaki tarikatın nihai belirginleştirilmesi sırasında, yalnızca bu esnada, hafî zikir, cehrî yöntemi dışarıda bırakmak suretiyle son olarak kurallaşmıştır.

Bahâeddîn’in silsileye normal ardıllık yoluyla dâhil oluşu Semmâsî ve Emir Külal vasıtasıyla olmuş; fakat daha önemli olarak Gucdüvânî’nin ruhaniyetinden (mânevî varlığından) Üveysîlik yoluyla ilham almıştır.

Ondan hafî zikir hakkında bilgi aldıktan sonra, Emir Külal ve takipçileriyle olan birlikteliğini devam ettirmiş; fakat bu grup cehrî zikre başladığı zaman halkaya dâhil olmamıştır. Bahâeddîn’in bu şekilde Emir Külal’in halkasından ayrılışının; ilk olarak Hz. Ebu Bekir(ra)’den tevarüs edilen, daha sonra da Abdülhalık Gucdüvânî’den alınan hafî zikrin, sonraları meydana gelen çeşitli sapmalara rağmen tarikata kural hâline getirildiği Nakşbendîye’nin nihai belirginleşmesine işaret ettiğini düşünmek mümkündür.[84]

Sohbet ve Kerâmet

Şâh-ı Nakşbend’in hükümdarlar ile ilişkisi olgunluk dönemin­de de sürmüştür. Bir gün kendisini ve yakınlarını konuk eden He­rat Emiri ile aralarında şu sohbetin geçtiği kayıtlara geçmiştir:

– Sizin yolunuzda uzlet ve halvet olur mu?

– Bizim yolumuzda halvet ve semâ yoktur. Bu yolun en önemli özelliklerinden biri, Abdulhâlik-ı Gucdüvânî’nin de buyurduğu gibi, dışı halkla içi Hak ile bir olmaktır. Buna, ‘Halvet der Encü­men’ denir.

– Halvet der Encümen’in anlamı nedir?

– İnsanlarla bir sebeple uğraşırken, gönül dünyasında Allah(cc) ile beraber olabilmektir. Hakk’ın hak olduğunu gözetmek, yaratılanlara bu gözle bakabilmektir. Gönül dünyanda gafletten uzak bir dost olarak yaptığın her işte insanlarla kaynaşmak önemlidir.

– Bu söylediğiniz insan için mânevî olarak mümkün müdür?

– O zaman Allah(cc), Kur’ân-ı Kerim’de ‘O insan­ları ne ticaret ve ne de alışveriş Allah(cc)’ı anmaktan, namaz kıl­maktan, zekât vermekten alıkoyar. Bunlar, gönüllerin ve gözle­rin döneceği günden korkarlar.’[85] buyurmazdı.[86]

Belirli sürelerde mânevî ilerleme için yapılan halvet uygula­maları haricinde Türkistan tasavvufunda “dünyadan el-etek çe­kerek uzlet etme” anlayışını yansıtan “ruhbanlık” olmamasında, sûfînin dünya işlerinde de üzerine düşeni, eksiksiz olarak yerine getirmesi gerektiğine ilişkin kuralların oluşumunda Şâh-ı Nakşbend’in bu sözleri muhakkak ki etkili olmuştur.[87]

Yolumuz sohbet yoludur, halvette şöhret, şöhrette de âfet vardır. Hayır cemiyettedir. Cemiyet de dostların birbirini nefy şartıyla sohbettedir. ‘Geliniz bir an iman edelim’ sözünün anlamı şudur: Eğer bu tarikatın taliplerinden bir cemaat sohbet ederlerse hayır ve bereket çokça olur. Buna devam ve ısrar ise hakiki imana ulaşmaya vesile olabilir.

Bizim tarikatımız urve-i vüska/kopmayan kulptur. Peygamberimizin eteğine sarılmaktır. Sahabe-i kiramın sözlerine uymaktır. Bu tarikatta az amel ile çok fetihler hâsıl olur. Fakat sünnete uyup onu gözetmek büyük bir iştir.

Hak dostlarından biriyle sohbet eden sâlike düşen, kendi hâline vakıf olmak, sohbet zamanı ile önceki zamanı mukayese etmek, arada fark bulursa ‘isabet ettin, sakın bundan ayrılma’ hükmüyle o şeyhin sohbetini ganimet bilmektir.”[88]

diyen Bahâeddîn Nakşbend, sohbeti genel anlamda ve halvetin zıttı olarak kullanmıştır.[89] Bahâeddîn Nakşbend’in bu konuda şöyle söylediği nakledilir:

“Bizim sohbetimize gelenlerin bazısının gönlünde muhabbet tohumu vardır, dünyevî alâkaların dikenleri arsasında bu tohum gelişememiştir. Bu durumda bizim vazifemiz o dikenleri temizlemektir. Bazılarının gönlünde ise muhabbet tohumu yoktur. Burada vazifemiz tohum oluşturmaktır.”[90]

Hâce Bahâeddîn fütüvvet neşesine sahip olduğu için çok cömertti. Kendisine hediye getiren kişilere mutlaka bir hediye ile karşılık verirdi. Yine fütüvvet neşesinin gereği olarak el emeği ile çalışıp kazanmaya çok önem verir, işsiz insanları müridliğe kabul etmezdi. Kendisi de arpa, burçak ve kayısı yetiştirerek ziraatla geçimini temin etmekteydi. Bu konuda:

“Tevekkül sahibi nefsini görmemeli ve tevekkülünü çalışarak gizlemelidir” derdi.

Onun prensibi dünyevî işlerde çalışıp kazanmak ve kimseye yük olmamak, ancak çalışırken Hak Teâlâ’dan da gafil olmamaktı. Hacca gittiğinde Mekke’de biri himmet ve kalbî ilgileri bakımından düşük, diğeri ise gayet yüksek iki kişi görmüştü. Himmeti düşük olan kişi Kâbe kapısının halkasına yapışmış dünyalık istiyordu. Yüksek olan kişi ise çarşı ve pazarda (Mina Pazarı’nda) dolaşıp ticaret yapıyor, binlerce altınlık mal satın almasına rağmen bir an bile Hak Teâlâ’dan gafil bulunmuyordu. Bu manzarayı gören Nakşbend, himmeti yüksek olan karşısında duygulandığını ve yüreğini kan bastığını söyler.[91]

Hâce Bahâeddîn melâmet neşesine sahip olduğu için muayyen bir kıyafete önem vermezdi. Belli bir kisvesi olmadığı gibi müridlerine de belli bir tarzda giyinmeyi emretmezdi. Sadece keçeden bir takkesinin olduğu ve bunu da bir fakire verdiği bilinmektedir.[92]

Melâmet neşesinin bir gereği olarak keramete önem vermez ve onu gizlemeye çalışırdı. Onun nezdinde en büyük keramet, kerametin gizlenmesiydi. Çünkü Allah(cc) bazen velî kulunu kerametle taltif ederek kendisi ile keramet arasında muhayyer bırakarak imtihan eder. Kul, gayenin keramet değil, istikamet ve Hak rızası olduğunu anlarsa kurtulur; değilse ayağı sürçer ve tökezler.

Mâneviyat yolunun en tehlikeli geçidi burasıdır.[93] Kendisinden keramet göstermesi istendiğinde; “Bizim kerametimiz açıktır. Zira bunca günahla yeryüzünde yürüyebiliyoruz.”[94] diye cevap vermişti.

Yine keramet konusunda şöyle dediği nakledilmektedir: “Bir kimse bir bahçeye girse ve her ağaç ile yaprağın ey Allah(cc)’ın velîsi diye seslendiğini duysa, zâhir ve bâtını o sese hiç iltifat etmemeli, aksine kulluktaki çabası artmalıdır.”

Bazı müridleri Hâce Bahâeddîn’e kendisinde gördükleri kerametlerden bahsettiklerinde: “Onlar müridlerin kerametleridir” diyerek tevazu göstermişti.

Hâce Bahâeddîn henüz hayatta iken onun söz ve menkıbelerini derleyip yazmak isteyen müridi Hüsâmeddîn Hâce Yûsuf’a müsaade etmemesi de onun tevazuunu gösteren önemli bir hadisedir.[95]

Nakşbend’in mânevî hâli gizlemeyi ifade eden şu beyti sohbetlerinde okuduğu bilinmektedir:

Ez derûn şev âşina ve’z bîrûn bigâne-veş

İn çonin zîbâ reviş kem mi buved ender cehân

İçerden (Hakk’a) âşina ol, dışardan ise habersiz gibi (davran);

Bu tür güzel bir usûl cihanda az bulunur.[96]

Bahâeddîn Nakşbend’in vahdet neşesine sahip olduğu ve:

Âşık tu yakîndan ki müselmân nebuved

Der mezheb-i ışk küfr u îmân nebuved

Sen iyi bil ki, âşık Müslüman olmaz

Aşk mezhebinde küfür ve îmân olmaz,

gibi şiirler okuduğu bilinmektedir. Evinin önünde iman konusunda tartışan iki âlime; “Benim sohbetime katılmak istiyorsanız imandan vazgeçin.” demiştir.

Rivayete göre Hâce Bahâeddîn, Hallâc’ın yaşadığı mânevî hâle ulaşmış ve onun gibi Ene’l-Hak dememek için kendisini zor tutmuştu. Bunun üzerine Buhara’daki darağacının yanına gidip kendi kendine; “Eğer o sözü söylersen yerin burasıdır.” diyen Nakşbend Hak Teâlâ’nın lütfu ile o makamdan geçtiğini ve daha yüksek makamlara ulaştığını söylemektedir.[97]

Bahâeddîn Nakşbend’e; şeyhlerden birinin (İbnü’l-Arabî kastediliyor) “Velâyet-i Muhammediyye bizim ile hatmolmuştur (kemâle ulaşmış, son bulmuştur).” sözünün mâ­nâsı nedir? diye sordukları zaman şöyle cevap verdi:

“Onlar kendi za­manlarındaki velayetin hatmi idiler.” Bu son cümle, Nakşbend’in İbnü’l-Arabî’yi kendi zamanının en büyük velîsi olarak gördüğü şeklinde bir övgü olarak yorumlanabileceği gibi, mutlak anlamda onun hatmiyyetini reddettiği şeklinde bir tenkit olarak da yorumlanabilir.[98]

Melik Hüseyin, Bahâeddîn Nakşbend’e: “Bazı şeyhler velayet nübüv­vetten (velîlik peygamberlikten) üstündür demişler. Hangi velayet nü­büvvetten üstündür?” diye sorunca Nakşbend: “Bir peygamberin velaye­ti, onun nübüvvet yönünden daha üstündür.” diye cevap vermiştir. Bu cevap İbnü’l-Arabî’nin Fusûsü’l-hikem’deki yorumu ile aynı olduğuna gö­re, Nakşbend’in Fusûs kültüründen haberdar olduğu anlaşılmaktadır.[99]

Bir gün, mâsivâya gönlü bağlamanın sâlîk için büyük bir perde ve engel olduğunu söyleyince, müridlerinden birisi iman ve İslâm konularına gönlü bağlamanın durumunu merak etmiş, bunun üzerine Nakşbend; Hallâc’ın şu şiirini duymadın mı:

Kefertu bi dînillâhi ve’l-kûfru vâcibun

Aleyye ve inde’l-müslimîne harâmun kabîh

Allah(cc)’ın dinini inkâr ettim, inkâr bana vaciptir, halka göre ise haram ve çirkin, diye cevap vermiştir.

Bu rivayette Nakşbend’in, kendi görüşünü ifade etmek için Hallâc’ın şi­irini referans olarak kullandığı görülmektedir. Bahâeddîn Nakşbend’in okuduğu şiirlerden biri de şudur:

Sen olmayınca kim olur, her şey Tanrı olur, o kadar.

Sen kalmayınca kim kalır, her şey Tanrı ey dilenci (derviş).

Bu farklı rivayetlere bakarak, Bahâeddîn Nakşbend’in Hallâc, Bâyezîd, İbnü’l-Arabî ve onların temsil etliği vahdet-i vücûd düşüncesi hak­kındaki görüşünü kesin olarak tespit etmek oldukça zordur. Bu farklı rivayetler, onun seyr ü sülûkünün farklı dönemlerine ait olmalıdır. Nakşbend’i bir gruba dâhil etmek gerekirse, “Görülen ve bilinen şeyle­rin hepsi gayrdır (Allah(cc)’tan başkadır)” şeklindeki sözünü de dikkate alarak Hâcegân şeyhleri arasına katmak mümkündür.

Ancak onun ön­de gelen iki halifesinin, özellikle Muhammed Pârsâ’nın İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerine bağlı olduğu ve bu bağlılığın Nakşbend’e rağmen olma­sının uzak bir ihtimal olacağı dikkate alındığında, Bahâeddîn Nakşbend’i Hâcegân Şeyhleri ile kendisinden sonraki Nakşbendî şeyhleri arasında bir köprü olarak görmek daha isabetli olacaktır.[100]

Hâce Bahâeddîn müridliği döneminde Türk ve Tacik birçok şeyhten istifade etmiş ise de, Üveysîliğe, yani önceleri yaşamış meşâyıhın ruhaniyetinden feyz alarak yetişmeye ayrı bir önem veriyordu.

Veysel Karânî’nin (ö.37/657) ruhaniyetine teveccüh edince zâhirî ve bâtınî alâkalardan tümüyle sıyrılma hâlinin (inkıta’), Hakîm Tirmizî’nin (ö.320/932) rûhâniyetine teveccüh edince de sıfatsızlık hâlinin meydana geldiğini ifade etmekteydi. Bu sıfatsızlıkta hiçbir ize rastlamazdı. 22 yıldan beri Tirmizî’nin bu sıfatsızlık hâlini yaşadığını söylerdi.[101]

Abdulhâlik Gucdüvânî’nin âlem-i mânâda yaptığı tavsiyeyi dikkate alarak cehrî zikir yapmadığı, hatta cehrî zikir başlayınca Emir Külâl’in tekkesinden çıktığı düşünülecek olursa, “Hâcemiz Ûveysî yoldandı” diyen ve onu hakikatte Gucdüvânî’nin müridi sayan Muhammed Pârsâ’nın haklı olduğu ortaya çıkar.[102]

Bahâeddîn Nakşbend’in düşünce dünyasında Gucdüvânî’nin yanı sıra Hakîm Tirmizî’nin de önemli bir yeri olduğu anlaşılmaktadır. Nakşbend 789/1387 senesinde müridlerine 22 yıldan beri Hakîm Tirmizî’nin yoluna tâbi olduğunu söylemişti.

Bir defasında da şöyle dediği nakledilir: “Hakîm Tirmizî’nin Buhara’da çıkacağını ve velâyet-i Nebî’den üçte iki nasibi olacağını söylediği meczûp benmişim”.

Hakîm Tirmizî tasavvuf tarihinde özellikle velayet konusundaki fikirleriyle tanınmış bir sûfîdir. Nakşbend’in menâkıbını ihtiva eden eserlerden Enîsü’t-tâlibîn’in ilk bölümü de velayet ve velî kavramlarını açıklamaya tahsis edilmiş ve burada Hakîm Tirmizî’nin eserlerinden sıkça alıntılar yapılmıştır.

Bu konuyla alâkalı olarak, Tirmizî’nin düşüncesinde önemli yer tutan ricâl-i gayb kavramının izlerini ilk dönem Nakşbendî şeyhlerinde görmek mümkündür. Diğer taraftan Hakîm Tirmizî’nin fütüvvet ve melâmet neşesine meyilli bir sûfî olduğu ve Beyânul-kesb adlı eserinde çalışıp kazanmanın önemi üzerinde ısrarla durduğu düşünülecek olursa, onun görüşleriyle Hâcegân ve Nakşbendî şeyhleri arasındaki fikrî yakınlık daha iyi anlaşılır.[103]

Şah-ı Nakşbend hakkında yazılan eserlerden Enîsü’t-tâlibîn’in verdiği bilgilere göre Ha­kîm Tirmizî’nin eserlerini okumuş, fikrî olgunluğunda bu eserinde etkisi olmuştur ve hatta tasavvufî yolda üveysî olarak Hakîm Tirmizî’yi de izlemiş olduğunu söylediği kaydedilmektedir.

“Ha­kîm Tirmizî, mâneviyatta erdiği hâlinin nihayetinde renksizlik ve şekilsizliğe bürünmüştü. Ben de yirmi iki seneden beri bu Zât’ın ruhaniyeti üzereyim. Eğer bir kimse beni bilmek isterse, hâlen de renksiz ve sıfatsızlık hâlini yaşamaktayım.” sözleri Şâh-ı Nakşbend’in kendisinden yüzyıllarca önce dünyadan geçmiş olan Ha­kîm Tirmizî ile olan ilgisini göstermektedir.[104]

“Sohbetimize gelenlerden bazılarının gönlünde muhabbet tohumu vardır. Ama dünyevî alâkalar yüzünden gelişip büyüyememiştir. Bizim vazifemiz o alâkaları temizlemektir. Bazılarının ise gönlünde muhabbet tohumu yoktur. Burada bizim vazifemiz tohum oluşturmaktır.”
altin-silsile-favicon-150x150

Muhammed Bahâeddin Şâh-ı Nakşbend (ks)

Şâh-ı Nakşbend’in Terbiye Metodu

Şâh-ı Nakşbend’in tasavvuftaki terbiye metodu, her davranışa dikkat etmek ve kesin olarak helâl olmayan şehvet ve arzulardan kaçınmaktı.

Özellikle helâl rızk kazanıp helâl lokma yemeye önem verirdi.[105] Hâce Bahâeddîn’in şu sözleri, müridlerinin tasavvufî eğitiminde izlediği yolu göstermesi açısından dikkat çekicidir:

“Biz müridi dilersek cezbe, dilersek sülûk yoluyla terbiye ederiz. Bu bizim elimizdedir. Sohbetimize gelenlerden bazılarının gönlünde muhabbet tohumu vardır. Ama dünyevî alâkalar yüzünden gelişip büyüyememiştir. Bizim vazifemiz o alâkaları temizlemektir.

Bazılarının ise gönlünde muhabbet tohumu yoktur. Burada bizim vazifemiz tohum oluşturmaktır. Zikir telkini, bir kimsenin eline çakmak taşı vermek gibidir. Bundan sonra iyi bir netice oluşması için amel etmek müride aittir.”

Hâce Bahâeddîn bir kişiyi ziyarete gittiğinde onun hâlini hatırını sorduktan sonra aile efradını, akrabalarını, binek hayvanlarını, hatta tavuklarını bile sorar, böylece o kişinin gönlünü kazanmaya çalışırdı. Bir mecliste yemek hazırlandığı zaman, onu hazırlayanlara bizzat kendisi yemekten ikram ederdi.[106]

Bahâeddîn Nakşbend’in müridlik döneminde bir süre yollarda halka zarar verecek şeyleri temizlemekle meşgul olduğu bilinmektedir. Kasr-ı Ârifân’da mescit bina yapılırken harç olarak kullanılan çamuru başının üzerinde mescidin damına kadar çıkarıyordu.

Deşt-i Kıpçak’tan bir ordu gelip Buhara’yı kuşattığı zaman halk hisara girmiş, kalabalık sebebiyle bazı evlerin üstü tuvalet olarak kullanılmıştı. Bahâeddîn Nakşbend de sohbetine iştirak eden iki gence gidip evlerinin üstünü temizlemelerini söyledikten sonra kendisinin bir zamanlar Buhara’daki tüm medreselerin tuvaletlerini temizlediğini ifade etmişti.[107]

Bahâeddîn Nakşbend müridlik döneminde şeyhinin tavsiyesi ile bir süre hayvanlara hizmet etmiş, onların bakımı, tımarı, hastalarının tedavisi gibi görevleri üstlenmişti. Mânevî mürşidi Gucdüvânî’nin tavsiyesi üzerine ve fıtratındaki merhametin muktezasınca, yaralı hayvanlara baktı, yaralarını tedavi etti, yollardaki köpek­lere yardımcı oldu, hatta sokakların temizliğiyle iştigal etti.[108]

Hayvanların da Allah(cc)’ın mahlûku olduğunu ve onların üzerinde rubûbiyet nazarının bulunduğunu dü­şünerek bu hizmetleri îfâ ederdi. Bir dostu evine misafir olunca ona her türlü hizmeti yaptığı gibi, binek hayvanına da gereken alâkayı gösterir­di.[109]

Bazı sûfîler meşâyiha hizmeti nafile ibadetten üstün görüyorlardı. Abdulhâlik Gucdüvânî müridine tavsiye­lerinde; “Meşâyiha bedenen hizmet et!” derken, Bahâeddîn Nakşbend de şeyhi Emir Külâl’in tekkesindeki fırına sırtıyla odun taşımış­tır.[110]

Ancak Bahâeddîn Nakşbend ve halifeleri baş­kalarından hizmet görmekten çekinirlerdi. Çünkü insan, iyilik gördüğü kişiye karşı ilgi ve muhabbet duyar. Oysa gönlünü ve sevgisini Allah(cc)’a yönelten kişinin bu yönelişini bozmaması gerekirdi.

Reşahât müellifi Fahreddîn Ali b. Hüseyin Safî abdest almak isteyince kız kardeşinin oğ­lu ibriği su ile doldurup hazırlamak istemiş, ancak Safî; “Hâcegân yolu hizmet etmektir, hizmet edilmek değil.” diyerek buna müsâade etme­mişti.

Ayrıca şeyhe hizmette edebe riayet ve samimiyet hizmetin ken­disinden daha önemli görülmekteydi. Rivayete göre Bahâeddîn Nakşbend iki müridini odun toplamaya göndermiş ve taşımaları için iki merkep vermişti. Bunlardan biri Hâce Nakşbend’in kendi merkebi idi.

Müridler odunu yükleyip getirirlerken Hâce’nin merkebindeki odunlar yere düştü. Müridlerden biri bu duruma kızıp avamın geleneğine uyarak hayvanın sahibine sövdü. Sonra bu duruma pişman oldu. Hâce Nakşbend yolda müridlerini karşıladı ve “Öfkeyle ve uygunsuz söz söy­leyerek getirilen odunları yakmak doğru değildir.” diyerek merkebinde­ki odunların atılmasını emretti.

Bahâeddîn Nakşbend’in evine bir zi­yaretçi ya da misafir gelince ona her türlü hizmet ve ikramı yapardı. Misafirin çekinmeden yiyip doyması için her türlü kolaylığı sağlardı.[111]

Bir defasında hastalanmıştı. Buhara’daki müridleri ziyaretine geldiler. Has­ta hâline rağmen onları güler yüzle karşıladı, birkaç müridiyle gidip ko­yun getirdiler. Koyunlardan biri Nakşbend’in omzunda idi. Onların pi­şirilmesi ve müridlere ikramı işinde bizzat kendisi de bulundu.[112]

Meşhur sözlerinden biri şudur: “Biz nihayeti bidayete dercediyoruz.” Bununla tüm makamların nihayeti olan cezbe ve muhabbetin bu tarikatta başlangıçta ortaya çıktığını ifade etmek istemişti.

Bir diğer sözü şudur: “Meşâyihtan her birinin aynasında iki yön (yüz) vardır. Bizim aynamız ise altı yönlüdür.” Bu sözü ilk kez İmâm-ı Rabbânî diye bilinen Şeyh Ahmed Sirhindî (ö.1034/1624) şerh etmiş ve aynadan maksadın ârifin kalbi, iki yönün ruh ve nefs cihetleri, altı yönün ise altı letâif (kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ ve nefs) olduğunu ifade etmiştir. Nakşbend’in müridlerinden Yakub-ı Çerhî, şeyhinin üstün vasıflara sahip bir velî ve zamanının kutb-i irşadı olduğunu ifade etmektedir.

Müridlerine nefislerini kınamalarını, nefislerini kınadıkları takdirde onun hile ve mekrini bilebileceklerini hatırlatan Şâh-ı Nakşbend’e göre, binek olan ve kendisine şefkatle davranılması gereken nefis, nefs-i emmâre değil nefs-i mutmainedir. “Eziyet veren şeyi yoldan uzaklaştırmak imandandır.” hadisini yorumlarken Şâh-ı Nakşbend, hadisteki “eza”yı “nefis”, “yol”u da “Hak yolu” ve “tarikat” olarak nitelemektedir. Hadisin anlamının, “nefsini bırak da gel” şeklinde olduğunu söyler.

Hak ehli kimselere muhabbete bile mani olan nefisten geçmek, nefsin esaretinden kurtulmak gerekir.[113] Herkesin kendi nefsini suçlamasını tavsiye eden Şâh-ı Nakşbend, nefsin kötülüklerini idrak edip tuzak ve oyunlarını bilen kimsenin Allah(cc)’ın inayeti ile nefsini hizaya getireceğini tembih etmektedir. “Ey iman edenler! İman ediniz…”[114] âyetini izah ederken şu açıklamalarda bulunmuştur:

“Her göz açıp kapamada bu maddî vücudu reddedip hakiki Mabud’u ispat edesin. Zira Şeyh Cüneyd demektedir ki: ‘Altmış yıldır iman etmekteyim. Nefy-i vücud bizce en yakın yoldur. Lakin iradeyi terk edip ve amellerdeki kusuru görmeden hâsıl olmaz. Mâsivâya bağlanmak, sâlik için ulu bir perdedir. Dünya bağı faydası olmayan bir perdedir. Bağları koparınca vasıl olursun.’”[115]

Mübah olan şeyler konusunda bile müridlerinden nefislerine muhalefet etmesini isteyen Şâh-ı Nakşbend, nefsine böylesi tavır koyan dervişlerin bu amellerine karşılık büyük derecelere ulaşacaklarını, bu yoldaki yakinlerin ancak bu tür davranışlarla artacağını söylemiştir. O, sözlerinin devamında şu tavsiyelerde bulunur:

“Mürid, nefsine çok küçük bir amelde dahi karşı koysa, bu davranışının neticesi olarak, inancının artması için Allah(cc)’a şükretmesi gerekir. Abdal makamını istiyorsan eğer, hâlini değiştirmen gerekir.

Nefislerinizi itham edin. Kim bu şekilde davranırsa kendisine, bu hâline uygun davranılır. Bu ameli sayesinde mürid, büyük saadetlere ulaşır. Nitekim ‘Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü nefis kötülüğü emreder.’[116] âyet-i kerimesi de kula bütün günah ve kötülükleri, nefsin emrettiği gerçeğine işaret etmektedir.

Allah(cc)’ın yardımıyla mümin, nefsini kusur ve hatalarıyla tanır, nefsinin tuzak ve hilelerinin farkına varırsa, kendisine bunu başarma kuvveti verilir.”[117]

Şâh-ı Nakşbend’e göre, gerçek sevgili kalpte ortak istemez. Ortak yapılan işleri de sevmez. İşte bu yüzden sevgililer, başkalarının ortak edildiği amelden ve başkasına yönelen kalpten bir şey elde etmezler.[118]

Bahâeddîn Nakşbend, mânevî rehberi olan Abdulhâlik Gucdüvânî’nin dinî kurallara bağlı sünnî tasavvuf geleneğini fütüvvet ve melâmet neşesiyle birleştirme çabalarını devam ettirdi.

Kendisinden sonra müridleri de bu geleneğe sahip çıkarak halkın, ulemanın ve devlet yöneticilerinin makul karşılayacağı bir tarikat anlayışı ortaya koydular. Öte yandan bu dönemde bazı tarikat şeyhleri mehdîlik ve halifelik iddiasıyla, bazıları da dine aykırı fikirlerle toplumu ve idarecileri rahatsız etmeye başladılar.

Şia inançlarını teville tahrif edip âdeta yeni bir din hâline getirmeye çalışan ve Hurûfîliğin kurucusu sayılan Fazlullah Hurûfî (ö.796/1394) Timur’u “âyîn-i cedîd” dediği görüşlerine davet edince tutuklanıp muhakeme edildi ve görüşleri dine aykırı bulunduğu için idam edildi.

Kübreviyye’nin Nûrbahşiyye kolunun kurucusu Seyyid Muhammet Nûrbahş (ö.869/1465) mehdî ve ümmetin halifesi olduğunu iddia etmekle kalmayıp kendi adına para bastırıp hutbe okutunca Timur hanedanından Sultan Şâhruh’un (807-850/1405-1447) emriyle bir kaç defa tutuklanıp sürgüne gönderildi. Böyle bir kargaşa döneminde ulemayı ve idarecileri rahatsız etmeyen tarikatlar toplumda revaç buluyor ve iltifata mazhar oluyordu. Bunların başında da Nakşbendîlik gelmekteydi.[119]

Kişinin namazda huzura nasıl erebileceğini soran müridine, Şâh-ı Nakşbend şu şekilde cevap vermiştir:

“Kişi namazda huzura şu dört şeyle erebilir:

1. Helâl lokma,

2. Namaz dışında da Hakk’ı asla unutmamak,

3. Abdest sırasında da gafletten uzak durmak ve Hak ile olmak,

4. İlk tekbiri alırken kendini Hakk’ın huzurunda bilmek.”[120]

Bahâeddîn Nakşbend de: “Zikirden maksat, ‘Allah’ ve ‘Lâ ilâhe illallâh’ demek değildir. Belki sebepten müsebbibe (sebep olan asıl fâile) gitmek ve nimetin müsebbipten geldiğini görmektir.” der.

Ona göre zikrin hakikati, gaflet meydanından müşahede fezasına çıkmaktır.[121] Kelime-i tevhiddeki ‘Lâ ilâhe illallâh’ ifadesi madde ilâhını yok etmek demektir. ‘illallâh’ ifadesi ise hakiki mabud olan Allah(cc)’ı ispat etmektir. “Muhammedün Resûlullâh(sav)” ifadesi kendini “Bana tâbî olunuz”[122] makamına ulaştırmaktır. Zikirden maksat kelime-i tevhidin hakikatine erişmektir. Kelimenin de hakikati, okunduğunda mâsivâ tamamen yok olmalı, yoksa çok çok söylemek şart değildir.[123]

Gucdüvânî’nin prensiplerini aynen kabul eden Bahâeddîn Nakşbend semâ etmemiş ve müridlerine semâ meclisinde bulunmamayı tav­siye etmiştir.

Rivayete göre, Nakşbend’in müridlerinden biri Karşı şeh­rinde semâ meclisine katılmıştı. Nakşbend bu müridini görünce ona il­tifat etmedi, yalnız kaldıklarında; “Tarikatımızda cehrî zikir ve raks yok­tur.” diyerek onu ikaz etti.

Bir başka rivayete göre, Nakşbend’in müridlerinden Harizmli Hâce Müsâfir bir gün bazı arkadaşlarıyla anlaşarak Nakşbend’in sohbetine ilâhîci, ney, def vs. getirip semâ meclisi kurdu­lar. Şeyhin nasıl bir tavır göstereceğini merak ediyorlardı. Hâce Nakşbend sessizce yerinde oturdu ve onlara; “Bu işi yapmıyoruz, ama inkâr da etmiyoruz.” dedi.[124]

Bahâeddîn Nakşbend, Emir Hüseyin’in sorusuna cevaben tarikatında halvet ve semâ olmadığını, bunun yerine “halvet der encü­men” prensibini benimsediğini söylemiştir.[125]

Cezbe ve taşkınlıktan, meclisinde sayha ve nara atılmasından hoşlanmazdı. Nitekim birisi bulunduğu mecliste; “Allah!” diye haykırdı. Nasihat kabilinde Şâh-ı Nakşbend; “Bu haykırış, gaflet işaretidir. Bizim meclisimizde gafillere yer yok.” dedi.[126]

Bir yemekten sonra tatlı veya meyve olmazsa Bahâeddîn Nakşbend bu yemeği eksik sayardı. Bir defasında bazı müridleriyle misafirliğe gitmişti. Ev sahibine yemekte ne olduğunu sordu. Ev sahibi tavuk ve pi­rinç pilavı hazırlayacağını söyledi. Nakşbend tavukların zayıf mı yoksa yağlı ve semiz mi olduğunu sordu. Ev sahibi tavukları getirdi. Nakşbend onları tek tek yokladı ve beğendi.

Sonra müridlerine; “Yemek yiyin, gece uyuyun, sabah yanıma gelin.” diyerek oradan ayrıldı. Riva­yete göre, bir müridi nefsinin serkeşliğinden şikâyet edip riyazet (perhiz) yapmak istediğini söylemişti.

Nakşbend ona; “Çok helva ye, üç gün sonra da şerbet dükkânına gidip bol şerbet iç.” diye tavsiyede bulundu. Mürid bunları yapınca gönlü huzura kavuştu.

Bu durumu gören Hacı Hullebâf isminde başka bir mürid de aynısını yaptı, ama manen faydası­nı göremedi. Bunu öğrenen Nakşbend ona; “O mürîd öğrenciydi ve onun riyazeti bu idi. Senin riyazetin ise günahlardan uzak durmandır.” dedi.

Bir defasında mecliste dervişler yemek yerken içlerinden biri yemiyordu. Hâce Nakşbend niçin yemediğini sorunca nafile oruç tuttu­ğunu söyledi. Hâce ona; “Gel ye! Bizi lütuf (fazl) kapısından geçirdiler. Vazifemiz (nafile değil) farz, vacip ve sünnet-i müekkedeleri edâ etmek­tir” dedi.

Bahâeddîn Nakşbend ölüm döşeğindeyken bile müridi Alâeddîn Gucdüvânî’ye sofra kurup yemek yemesini söylemiş ve “Yemeği iyi yemek, işi de iyi yapmak gerekir.” demişti.[127]

Muhammed Pârsâ, melâmetîleri anlamanın, Nakşbendîleri anlamada önemli bir adım olduğu kanaatindedir. Hâcegân tarikatının Bâyezîd Bistâmî, Selmân-ı Fârisî ve Hz. Ebû Bekir(ra) vasıtası ile İslâm Peygamberine bağlandığını ve bu üç zâtında melâmet ehlinin büyüklerinden olduğunu ifade eden Pârsâ, melâmet ehlin hâlleri ile ilgili olarak anlattığı şeylerin aynı zamanda Hâcegân şeyhlerinin hâlleri olduğunu belirtir.[128]

Muhammed Pârsâ’nın İbnü’l-Arabî’nin eserleri hakkında “Fusûs candır, Fütûhât gönül. Her kim Fusûs’u iyi anlarsa Hz. Peygamber(sav)e olan bağlılığı kuvvetlenir.” dediği bilinmekledir.[129]

Pârsâ, Fusûsü’l-hikem’e bir şerh yazmış, diğer eserlerinde de vahdet-i vücûd konusuna yer vermiştir. Tuhfetü’s-sâlikîn adlı eserindeki: “Her surette zâhir olan O’dur… Kâinattaki bütün varlıkların, Allah(cc)’ın isimlerinin taayyünü ve vasıfları olduğunu anladım”, Risâle-i keşfiye’sindeki “Hakikat-i Muhammediyye, Zât’ın taayyün-i evveldeki mertebesidir.” ve Suhanân-ı Hâce-i Pârsâ’daki; “Varlığın hakikati olan Zât birden fazla değildir.” gibi sözleri vahdet-i vücûd dü­şüncesinin ana fikirlerindendir.

Pârsâ, Hallâc ve Bâyezîd’in sözlerini tecelli-i ehadiyyetin galebesi anında söylenmiş sözler olarak görür ve bu­nu Hz. Musa’ya bir ağaçtan; “Muhakkak ki ben Allahım” sesinin gelişine benzetir.

Ahmed Kâsanî onun hakkında şu bilgiyi kaydetmiştir: “Hâce Muhammed Pârsâ zamanında bu tarikatın sözlerine samimiyetle inanan bir padişah vardı. O dönemde Hâce Pârsâ İbnü’l-Fârız’ın tevhid-i sırfı (mutlak tevhid, vahdet-i vücûdu) konu alan kasidesini minberden alenen okuyordu. Bilâhare başka bir padişah geldi. Onun döneminde Hâce Pârsâ bu kasideyi tenha yerlerde bile okumuyordu. Sebebini sordular “Bu padişah, bu taifenin sözlerine inanmıyor.” dedi”[130]

Kaynaklar:

[1]        Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 95-97.

[2]        Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. II, s. 30; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 97.

[3]        Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 98.

[4]        Aynı eser, s. 98.

[5]        Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. II, s. 28; Yılmaz, Altın Silsile, s. 112.

[6]        Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 78.

[7]        Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 99.

[8]        Yılmaz, Altın Silsile, s. 112.

[9]        Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  111.

[10]      Aynı eser, s.  111.

[11]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 530; Hâce Ahmed b. İbrahim b. Allân es-Sıddıkî el-Malikî, Şah-ı Nakşbend –Sohbetlerinden Bir Güldeste-, Semerkand Yayınları, İstanbul 2001, s. 15.

[12]      Tahsin Yazıcı, “Nakşbend”, İslâm Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1993, c. IX, s. 52.

[13]      Yılmaz, Altın Silsile, s. 112.

[14]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 530; el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 25-29; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 102-103.

[15]      Ekrem Sağıroğlu, Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahâeddîn Buhârî  (Hayatı-Sözleri-Halifeleri), Yasin Yayınları, İstanbul 2001, s. 40.

[16]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 103.

[17]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 530-531; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 103.

[18]      Hamid Algar, “Bahâeddîn Nakşbend”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1991, c. IV, s. 458.

[19]      Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 79.

[20]      Aynı eser, s. 80.

[21]      Aynı eser, s. 78.

[22]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 104.

[23]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 527.

[24]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 528; Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 80; el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 16; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 104.

[25]      Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 80.

[26]      el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 55; Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 80.

[27]      el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 17; Yılmaz, Altın Silsile, s. 113.

[28]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 528-529.

[29]      Aynı yer.

[30]      Aynı eser, s. 530.

[31]      Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. II, s. 31.

[32]      Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 80.

[33]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 530.

[34]      Aynı eser, s. 530.

[35]      Hamid Algar, “Nakşibendî Tarihinin Siyasî Boyutları”, Nakşibendîlik, haz.: A. Cüneyt Köksal, çev.: Kemâl Kahraman, İnsan Yayınları, İstanbul 2007, s. 65-66.

[36]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 381.

[37]      Algar, “Bahâeddîn Nakşibend”, DİA, c. IV, s. 458.

[38]      Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s.108-110.

[39]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 530; Yılmaz, Altın Silsile, s. 114.

[40]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  104-105.

[41]      Yılmaz, Altın Silsile, s. 113.

[42]      el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 16; Algar, “Bahâeddîn Nakşibend”, DİA, c. IV, s. 458.

[43]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 537-538; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  106.

[44]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  106.

[45]      Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 80; Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. II, s. 31.

[46]      el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 75-76.

[47]      Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 81.

[48]      Aynı yer.

[49]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  107.

[50]      Aynı eser, s.  107-108.

[51]      el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 17; Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 82; Yazıcı, “Nakşbend”, İslâm Ansiklopedisi, c. IX, s. 53; Yılmaz, Altın Silsile, s. 113.

[52]      Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 82.

[53]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  108.

[54]      Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 81-82.

[55]      Aynı eser, s. 82.

[56]      Aynı eser, s. 82.

[57]      Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. II, s. 36.

[58]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  108-109.

[59]      Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 83; Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. II, s. 37.

[60]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  109.

[61]      Aynı eser, s.  110.

[62]      Aynı eser, s.  110.

[63]      Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. II, s. 39.

[64]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  116-118.

[65]      Algar, “Bahâeddîn Nakşibend”, DİA, c. IV, s. 459.

[66]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  119.

[67]      Aynı eser, s.  119.

[68]      Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. II, s. 33-34; Yılmaz, Altın Silsile, s. 111.

[69]      Yılmaz, Altın Silsile, s. 114.

[70]      Yazıcı, “Nakşbend”, İslâm Ansiklopedisi, c. IX, s. 53.

[71]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 532.

[72]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 531.

[73]      Yılmaz, Altın Silsile, s. 115.

[74]      el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 80.

[75]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  112-113.

[76]      el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 35; Yılmaz, Altın Silsile, s. 115.

[77]      el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 36.

[78]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 532; Yılmaz, Altın Silsile, s. 117.

[79]      Enbiya, 21/7.

[80]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 539; Algar, “Bahâeddîn Nakşibend”, DİA, c. IV, s. 459.

[81]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  339-340.

[82]      el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 44; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  340.

[83]      Yılmaz, Altın Silsile, s. 115; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  113.

[84]      Hamid Algar, “Nakşibendî Tarikatında Hafî ve Cehrî Zikir”, Nakşibendîlik, haz.: ve çev.: A. Cüneyt Köksal, İnsan Yayınları, İstanbul 2007, s. 105.

[85]      Nur, 37.

[86]      el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 78.

[87]      Hayati Bice, İşaret Taşları, İnsan Yayınları, İstanbul 2006, s. 144.

[88]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 533.

[89]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 321.

[90]      Aynı eser, s. 323.

[91]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  113.

[92]      Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. II, s. 34.

[93]      Yılmaz, Altın Silsile, s. 115-116.

[94]      Câmî, Nefehâtü’l-üns, s. 533.

[95]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 114.

[96]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 348.

[97]      el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 62; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 114.

[98]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 353.

[99]      el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 78; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 353.

[100]    Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 353-354.

[101]    el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 33.

[102]    Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 114.

[103]    Aynı eser, s. 115.

[104]    Hayati Bice, İşaret Taşları, İnsan Yayınları, İstanbul 2006, s. 142.

[105]    el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 73.

[106]    Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 115.

[107]    Aynı eser, s. 323.

[108]    el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 40-43; Yılmaz, Altın Silsile, s. 115.

[109]    el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 87; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 324.

[110]    Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 324.

[111]    el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 74.

[112]    Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 324-325.

[113]    Yılmaz, Altın Silsile, s. 116.

[114]    Nisa, 4/136.

[115]    Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 532.

[116]    Yusuf, 53.

[117]    el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 91-92.

[118]    el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 58.

[119]    Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 115-116.

[120]    Yılmaz, Altın Silsile, s. 117.

[121]    Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 307.

[122]    Âl-i İmrân, 3/31.

[123]    Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 533.

[124]    Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 327.

[125]    Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 531; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 330.

[126]    Yılmaz, Altın Silsile, s. 116.

[127]    Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 332-333.

[128]    Aynı eser, s. 350.

[129]    Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 548.

[130]    Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 354.

Önceki Halka

Seyyid Emîr Külâl (ks)

Detaylı Oku

Sonraki Halka

Alâeddin Attâr (ks)

Detaylı Oku