
Alâeddin Attâr (ks)
17
Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.
Alâeddin Attâr (ks)
Alâeddîn Attâr’ın tam adı Muhammed b. Muhammed el-Buhârî el-Harezmî el-Attâr’dır.[1] Nesebinin 8 H. (14 M.) yüzyıl başlarında vefat eden Harezmli Yesevî şeyhi Seyyid Ata vasıtasıyla Hz. Peygamber(sav)e ulaştığı nakledilmektedir.
Harezm’den Buhara’ya göç eden bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Alâeddîn Attâr’ın “Buhârî” nisbesi, onun Buhara’da doğduğuna veya orada ikamet ettiğine işaret kabul edilebilir. Sürekli güzel koku kullandığı ya da sohbetine katılanlar o sohbette mânevî koku aldıkları için Attâr lakabı ile meşhur oldu.
Zengin bir tüccar olan babası Hâce Muhammed’in vefatından sonra mirastan hiçbir şey kabul etmedi. Kalan mirası ağabeyi Hâce Şihâbeddin ile kardeşi Hâce Mübarek’e bıraktıktan sonra dünyalıktan soyutlanarak medresede ilim tahsili ile meşgul oldu.[2]
Bu dönemde Buhara’daki birçok medrese talebesi gibi o da Şâh-ı Nakşbend’e intisap etti.[3] Genç yaşında derviş oldu. Aileden gelen zenginlik gururunu kırmak için Şâh-ı Nakşbend, ona elma satmasını emretti. Önce kenar mahallelerde, tanınmayacağı yerlerde sattı.
Şâh-ı Nakşbend ona kardeşlerinin dükkânlarının önünde satmasını emretti. Attâr kardeşlerinin bu işi garip göreceklerini anlayıp biraz ağırdan aldı. Üstadı ısrar edince Attâr, elma tablasını alıp kardeşlerinin Attârlar çarşısına gitti. Onun bir tekne içinde elma sattığını gören ağabeyi Hâce Şihâbeddin ve kardeşi Hâce Mübarek, bu durumu nefsânî onurlarına ve zenginliklerine yediremeyerek Alâeddîn’e ağır konuştular. Elma tablasını elinden aldılar, dayak attılar. Bunun üzerine Alâeddîn;
“Benim efendim bana elma sat dedi, ben de satacağım! Hem nerede derse orada satacağım! Dükkânınızın önünde bağıra bağıra satacağım! Ne yaparsanız yapın, ben onun emrini yerine getireceğim.” dedi.
Sonra dergâha geldi. Onun nefsini kırdığını gören Şâh-ı Nakşbend;
“Oğlum Alâeddîn! Artık elma satma işi tamam. Kardeşlerinin nefsinin kabardığını, senin nefsinin ise ezildiğini gördüm. Bundan böyle sohbetlere de devam et. İlmini, fazlını tamamla. Cenâb-ı Hak yardımcımızdır.” dedi.
Derviş Alâeddîn bir yandan medreseye diğer yandan da sohbetlere devam ediyordu. Hâl ve hareketleri ile hızla kemâl kesbediyordu.[4]
Şâh-ı Nakşbend, Alâeddîn Attâr’ı terbiye ocağında eğitti. Onu üstün mertebelere ulaştırdı. Cenâb-ı Hakk’a yakınlık makamına getirdi. Onu yanından hiç ayırmaz olunca, diğer müridleri Şâh-ı Nakşbend’e; “Efendim! Molla Alâeddîn’i yanınızdan neden hiç ayırmıyorsunuz.” dediklerinde, onlara şu cevabı vermiştir:
“Onu kurtların yemesinden korkuyorum. Anbean hâlini kontrol etmekteki amacım onun lutuflara mazhar olmasını sağlamak içindir. Yani, ben onu hatırıma getirince Beytullah’ı getirmiş olurum. Cömert insanın evinde bulunan onun ikramlarına mazhar olur. Allah(cc) dostlarına hizmet ederek onların gönüllerine girmenin faydası işte budur!”[5]
Dervişlik günlerinin nasıl verimli geçtiğini Alâeddîn Attâr’ın bizzat kendisi sohbetlerinde şu şekilde dile getirmektedir:
“Şâh-ı Nakşbend bir gün bana; ‘Bu yola girince kendi gücünle çalışıp çaba göstermen çok önemlidir. Çalışmazsan bir şey elde edemezsin’ dedi. Ben de onun bu sözlerine itibar ettim Çok çalıştım. Onun sohbet meclislerini asla terk etmedim.
Diyebilirim ki, onun sohbetlerine sürekli devam eden üç beş kişiden biri ben oldum. Nihayet Allah(cc) beni tasavvuf yolunda muvaffak etti.”[6]
Başta Muhammed Pârsâ olmak üzere Şâh-ı Nakşbend’in halifeleri arasında Alâeddîn Attâr’ın ayrı bir yeri vardı. Muhammed Pârsâ çoğu zaman mânevî coşkuya gark olur, cezbeli bir yaşam sürerdi.
Alâeddîn Attâr ise yaşadığı mânevî güzellikleri cezbeyle dışarıya yansıtmaz ve kendisinde mânevî coşku hâli görülmezdi. Nakşbendiyye yolunun büyükleri şuur ve sahvı, gaybet ve sekrden daha üstün tutardı.
Böylesi bir mânevî olgunluğun sonucu olarak Şâh-ı Nakşbend, Alâeddîn Attâr’ın terbiyesini ön plana çıkardı ve ona daha çok önem verdi. Halifeleri arasında onu, bu yolda mânevî eğitime daha yatkın buldu. Bu yüzden ona bazı sorumluluklar yükledi.
Henüz vefat etmeden önce, bazı müridlerinin tasavvufî terbiyesinden, onun yetkili olduğunu dervişlerine açıkladı. Sonunda onu üstün makamlara hazırladı. İrfânî ilimlerin sırlarını kendisiyle paylaştı.[7]

Alâeddin Attâr (ks)
Şâh-ı Nakşbend’in Vefâtı ve İrşâd Dönemi
Şâh-ı Nakşbend’in vefatı esnasında yanında bulunan Alâeddîn Attâr, onun vefatından hemen sonra bilinmeyen bir sebeple Çağâniyân tarafına göç etti ve Şâh-ı Nakşbend’in önde gelen müridlerinden Yakub-ı Çerhî’ye mektup yazarak yanına çağırdı. Zira Şâh-ı Nakşbend, Çerhî’ye Attâr’ın sohbetine devam etmesini tavsiye etmişti.
Bu mektup üzerine Bedahşân’dan Çağâniyân’a gelen Yakub-ı Çerhî uzun yıllar Attâr’ın sohbet ve hizmetine devam etti. Çerhî gibi Muhammed Pârsâ da Attâr’a intisap ederek onun sohbetlerine devam etti.
Hatta Muhammed Pârsâ, Attâr’ın söz ve sohbetlerinden notlar tutarak bir risale kaleme aldı.[8] Dolayısıyla Attâr’ın tasavvufî düşüncelerinin sonraki nesillere aktarılmasında önemli bir rol oynadı.[9]
Şâh-ı Nakşbend’in vefatından sonra yerleştiği Çağâniyân’da 11 sene ikâmet edip irşada devam eden Attâr’ın bu süre içinde bazı kısa seyahatleri de oldu. Buhara’daki müridlerini ve şeyhi Şâh-ı Nakşbend’in kabrini ziyaret için Şaban 795/Haziran 1393 tarihinde Buhara’ya gidip yaklaşık bir buçuk ay sonra Çağâniyân’a döndü.
Üç sene sonra (798/1396) tekrar Buhara’ya seyahatte bulundu. Bir defa da Hakîm Tirmizî’nin kabrini ziyaret için Tirmîz’e gitti.[10]
Harizm’de bulunduğu sırada, bölge uleması Allah(cc)’ın görülüp görülemeyeceği hususunda ayrılığa düşerler. Bir kısım ulema ru’yetullah meselesinin mümkün olacağını savunurken, bir kısmı Allah(cc)’ın görülemeyeceğini savunur. Sonunda Alâeddîn Attâr’a gitmeye karar verirler. Bu konuda onun vereceği karara razı olacaklarını bildirirler.
O, Allah(cc)’ın görülemeyeceğini iddia edenlerden üç gün süreyle abdestli olarak yanında kalmalarını, asla konuşmamalarını ve sonunda kendilerine gereken cevabı vereceğini söyler. Aradan üç gün geçtikten sonra onlarda güçlü bir hâl ortaya çıkar. Bayılıp düşerler. Kendilerine gelince, Alâeddîn Attâr’ın ayaklarına kapanır ve Allah(cc)’ı görmenin mümkün olduğuna inandıklarını söylerler.[11]
Son hastalıkları sırasında Alâeddîn Attâr’ın dostlarına son vasiyeti şudur:
“Din hususunda gelenek ve görenekleri terk ediniz. Halkın âdet edindiği şeylerin tersini yapınız. Birbirinizden razı olunuz. Peygamber Efendimizin gelişi beşeriyetin çirkin âdetlerini kaldırmak içindir. Birbirinize destek olunuz. Kendinizi öne çıkarmayıp kardeşinizi nefsinize tercih ediniz.
Her işte azimet yolunu takip ediniz ve mümkün oldukça o yoldan ayrılmayınız. Sohbet, sünnet-i müekkededir. Bu sünnete sürekli uyunuz. Gerek fert, gerek cemaat olarak sohbet sünnetini terk etmeyiniz.
Eğer bu söylenen işler üzere istikametten şaşmazsanız benim bütün ömrüm boyunca kazandığımı sizler bir nefeste elde edersiniz. Böyle yaparsanız ahvaliniz daima terakki eder. Şayet bu sıfatları terk ederseniz kesinlikle perişan olursunuz.”[12]
20 Recep 802/17 Mart 1400 tarihinde vefat eden Alâeddîn Attâr’ın kabri, Dih-i Nev Çağâniyân’dadır.[13] Bu şehrin ismi zaman içinde önce Dihnev, sonra Denov şekline dönüşmüş olup Özbekistan’ın Surhanderya bölgesindedir.
Alâeddîn Attâr’ın kabri Denov şehrinin 12 km. güneyinde bir ziyaretgâh olup halk arasında burası Şeyh Attâr-ı Velî diye bilinmektedir. Ziyaretgâhta Alâeddîn Attâr’ın kabrinin yanısıra oğlu Hasan Attâr ve torunu Yûsuf Attâr gibi diğer bazı zevatın kabirleri de vardır.[14]
Vefatından sonra geriye Hasan Attâr ve Hâce Hüseyin isimlerinde iki çocuk ile birçok mürid ve halife bırakan Alâeddîn Attâr’ın yazılı bir eser bırakmadığı anlaşılmaktadır. Attâr’a nispet edilen Kelimât-ı Kudsiyye ya da Makâmât-ı Bahâeddîn-i Nakşbend de Muhammed Pârsâ’ya aittir.[15]
Alâeddîn Attâr vefat etmeden önce her biri belli bir bölgeden sorumlu on halife tayin etti. Nakşbendîyye tarikatı bu halifeler sayesinde Buhara’nın dışına yayıldı.
Müridlerinden Seyyid Şerif Cürcânî’nin; “Hâce Alâeddîn Attâr’ın hizmetine girmeden Allah(cc) Teâlâ’yı tanıyamadım.” dediği rivayet olunur. Nakşbendîyye tarikatının devamını sağlamak bakımından Attâr’ın en önemli halifeleri Molla Câmî ve Ali Şir Nevâî’nin mürşidi Sadeddin-i Kaşgârî’nn şeyhi Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş (ö.853/1449), Hasan Attâr (ö.826/1423) ve Yakub-ı Çerhî’dir.[16]
Alâeddîn Attâr orta boylu, gökçek yüzlü, esmer tenli, büyük sakallı idi. Daima hudû ve huşû üzere bulunurdu. Şâh-ı Nakşbend’in sâdık müridi ve halifesi idi.[17]
Mizaç olarak fakra meyilli, ilme ve hürmete düşkündü. Zâhir ilimlerini tahsile meraklı olup tahsil ettiği Buhara medresesinde, altında bir eski hasır, başı için tuğladan bir yastık ve önünde kitabını komaya mahsus tahtadan bir rahlesi mevcuttu.[18]
Şâh-ı Nakşbend’in sohbetlerini düzenleyen, onun sözlerini tespit eden, emirlerini bilfiil yerine getiren, seyahatleri idare eden, ihvanı çekip çeviren bizzat Alâeddîn Attâr’dı.
Şâh-ı Nakşbend, hayatlarında bütün öğrenci ve müridlerinin eğitim ve terbiyesini Alâeddîn Attâr’a havale ederek;
“Hâce Alâeddîn bizim yükümüzü oldukça hafifletmiştir. Hiç şüphesiz velayet nurları ve hidayet eserleri en üst derecede onda gerçekleşmiştir. Onun sohbetlerinin bereketi ve terbiye metodunun güzelliği sayesinde birçok sâlik, uzaklık ve noksanlık çukurundan kurtulup irfanın zirvesine çıkarak kemâl mertebesine yol buldular.”[19] derdi.
Vefatına yakın ana kadar sohbetlerini sürdüren, müridlerine çeşitli tavsiyelerde bulunan, hikmetli sözler söyleyen, insanlara dualar eden Alâeddîn Attâr, sohbetlerinde Allah(cc) rızasına, sevgi ve muhabbete değinir ve sıkça şu şiiri söylerdi:
“Bizler kuru kamışa benzeriz
Ateş gibidir sevgimiz
Onu yanmaktan koruyun
Tükenmesin muhabbetiniz.[20]
Tasavvufî Düşünceleri
Dervişlik günlerine dair hatıralarından bahsederken Alâeddîn Attâr, şeyhi Şâh-ı Nakşbend ile yaşamış olduğu bir mânevî tecrübeden şu şekilde bahsetmektedir:
“Şâh-ı Nakşbend’e bağlandığım ilk günlerdi. Şeyh Muhammed isminde biri Râmiten’de bana; ‘Sence gönül nedir?’ diye sordu. Ben; ‘Gönlün keyfiyetini bilmiyorum.’ dedim. Şeyh Muhammed; ‘Bence gönül üç günlük ay gibidir.’ diyerek kendi sorusunu kendisi cevapladı. Sonra ben onun gönülle ilgili bu tarif ve benzetmesini Şâh-ı Nakşbend’e arzettim. ‘O derviş kendi hâlini açıklamış!’ dedi.
Bu sözü söylerken Şâh-ı Nakşbend ayakta idi. Mübarek ayağını benim ayağımın üzerine bastı. Bende büyük bir hâl oluştu. Bu hâl sırasında bütün mevcudatı kendimde müşahede ettim.
O hâlden sıyrılıp kendime geldiğimde bana, ‘Nisbet, yani gönlün tarifi yoktur, o dervişin dediği değil… Öyleyse sen gönlün hâlini nasıl idrak edebilirsin? Gönlün yüceliği açıklanamaz! Bir kudsi hadiste şöyle buyrulmuştur: ‘Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.’ Bu hadisteki mânâ inceliğine göre, gönlü bilen maksudu bilir gönlü bulan maksudu bulur.”[21]
Alâeddîn Attâr, gaybet ve huzur hallerini tasvvufun esası sayar. Bu hallerin de aşk ve muhabbet nispetinde gerçekleşeceğini ifade eder. Cehrî zikri kabul etmekle birlikte daha çok hafî zikir üzerinde durur. Nefy ve ispat usûlünden çok murakabe esasına ağırlık verir.[22]
Alâeddîn Attâr’a göre riyazetten maksat, nefsânî bağlantıları silip atmaktır. Sonra da hakikat ve ruhlar âlemine yönelmektir. Seyr ü sülûktan maksat ise sâlik yani bu yolun yolcusunun kendi isteği ile dünyalık bağlarını koparmasıdır. O dünyalık şeyler insanın kalbinde Allah(cc)’a karşı bir perde olur.
Seyr ü sülûkun gerçekleşmesi şöyle gerçekleşir: İnsan kendini uğraştıran alâkaları tek tek gözünün önüne getirmeli, bunlardan hangisini terk etmeye gücü yeterse bilmelidir ki o alâka kendisi için bir engel sayılmaz.
Demek ki o kendisine galip değilmiş. Hangisinden geçmeye kudreti kâfi gelmiyor ve gönlünü ona bağlı hissediyorsa bilmelidir ki işte Hakk’ın yolunda engel olan alâka odur. Hemen ondan kurtulmanın çaresine bakmalıdır.[23]
Alâeddîn Attâr, müridin gönlüne ilâhî feyizlerin akmasını, mürşidinin istekleri doğrultusunda hareket etmesine ve mürşidinin sevgisiyle dolu hâle gelmesine bağlar. Çünkü mürşide duyulan muhabbetle, müridin kalbi Allah(cc)’tan gelen ilâhî feyizleri alabilmeye yetenekli hâle gelir.
Alâeddîn Attâr’ın ifadesiyle ilâhî feyizlerin insanlara ulaşmasında bir kusur yoktur. Asıl kusur müridin, gelecek ilâhî feyizlere engel olmasıdır. Mürid aradaki engelleri kaldırırsa, mürşidinin himmetiyle öyle bir hâle gelir ki, onları anlamaktan bile âciz kalır. Bu durumda Alâeddîn Attâr, müridin bütün dertlerini mürşidine söylemesini şart koşar. Zira Allah(cc)’a ulaşmak onun sevgisi ve gönül hoşnutluğu ile elde edilir.
Bu yüzden mürşidin gönül rızası ve sevgisini kazanmaya çalışmak, müridin en önemli görevidir. Mürid bütün çıkış yollarının kapandığı bir anda, kendisine sadece bir kapı aralandığını düşünmeli. O da mürşidine giden yolu gösteren kurtuluş kapısıdır. Bu ise Allah(cc)’ın ikramıdır.[24]
Sohbetlerinde müridin kazanması gereken edepleri bu şekilde sıralamaya devam eden Alâeddîn Attâr, diğer yandan mürşid-i kâmilin özelliklerine de dikkat çekmektedir. Onun ifadesiyle kâmil bir mürşid, müridlerini mânevî usûllerle eğitirken sahip olduğu ilim, irfan ve âlî himmet konularında nefsine pay çıkarmaz.
Kâmil mürşid, müridinin yeteneğine göre onu dünya ve ahiret işlerine yönlendirir. Kâmil mürşid, müridinin yeteneklerini bilir. Onun geliştirilebilecek bütün yeteneklerini ortaya çıkarır. Mürid her işinde mürşidine tâbî olsun diye kâmil mürşid, müridini dünya ve ahirete yönelik çeşitli işlerle yoklar.[25]
Alâeddîn Attâr, Allah(cc)’ın kuluna dünyayı ve melekût âlemini unutturmasını fenâ, ona bu fenâsını da unutturmasını fenâdan da fenâ olarak tanımlamaktadır.[26]
Kabir ziyareti konusunda çok özel bir yaklaşım sergileyen Alâeddîn Attâr, Hak dostlarının kabirlerine yakınlıktan çok ruhaniyetlerine yönelmeyi tavsiye etmektedir. Ona göre, bir kişinin mânevî şahsiyetlerin kabirlerini ziyaretlerinden elde edeceği yarar, ancak onları tanıyabildiği ölçüdedir.
Kabirlerinde medfun bulunan Hak dostlarını sadece ziyaret etmiş olmak yeterli değildir. Onların gerçek özelliklerini tanımak esastır. Ahirete göç etmiş velîlerin kabirlerini ziyaret etmenin hiç kuşkusuz kişiye büyük faydalar vereceğini söyleyen Alâeddîn Attâr, kabir ziyaretlerinde asıl önemli olan Allah(cc)’a gönülden bağlanmak, ölümü hatırlamak ve mânâ ehlinin halleriyle hallenmektir, der.[27]
Alâeddîn Attâr’ın nasihatlerine kulak verdiğimizde o, öncelikli olarak müridlerini ilim ehlinin ilimlerine riayet etmeye, fakat onlardan içinde bulundukları makamları saklamalarını öğütler.
Tasavvuf ehli kişilerin kalplerini üzecek işlere girişmemelerini, âriflerin sohbetlerine ve meclislerine katılırken edebi elden bırakmamalarını, edebi olmayanın tarikatı olmayacağını, kişinin kendini edepli görmesinin ise edepsizlik olduğunu tembih etmiştir.[28]
Alâeddîn Attâr, sohbetlerinde sükût ehli velîlerin üç özelliğinden bahsedip bunları şu şekilde sıralamaktadır:
- Kalplerine kötü duyguların girmesini engellemeleri: Kalbe Allah(cc) sevgisinden başka duyguların girmesini engellemek zordur. Tamamen bu duygulardan arınmak ise mümkün değildir. Yirmi yıl, kalbime bu tür duygular girmesin diye çok çalıştım, yine engel olamadım. Ama vazgeçmiş de değilim.[29]
- Yüce Allah(cc)’ı gizlice gönülden zikretmeleri: En güzel amel, kendi gönlümüzden geçenleri bilmektir. Onun için niyet önemlidir.
Bazı müridlere şaşıyorum; kendilerini gerçekten çok faydalı olan işlere canla başla yöneltmiyorlar. Hatta bazıları, “Matlubumuz çok yüksek, onu talep edecek gönlümüz ise çok küçük, elde etmek için bize himmet etseniz.” diyorlar.
Onlara şunu tavsiye ederim: “Bir şeyi elde edememek yetenek meselesidir. Sizler, matlubu elde edecek pek çok imkânı buluyorsunuz, ama sonra kaybediyorsunuz, elde tutamıyorsunuz. Bunun nerede ve ne şekilde geleceğini de bilemiyorsunuz.
Bu yüzden, Allah(cc)’ın velî kulları ile sohbete ve birlikteliğe devam etmelisiniz. Allah(cc)’ın velî kullarını en az günde bir kez görmek ihmal edilmemesi gereken bir gerçektir. Bu mümkün olmazsa ayda bir gerekir.
Bu yola taklit ederek giren herkesin, yola bağlılığı devam ettikçe tahkik mertebesine ereceğine ben kefilim.”[30] - Kalbe giren mânevî keşifleri gözetmeleri: Gönle gelen ilâhî feyizlere bakarlar, onların mânevî seyrini müşahede ederler.[31]
Onun sözlerinden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:
- Bu yola giremeyenlerin yolunu kesenler yine kendileridir. Kendilerindeki benlikleridir.
- İnsanların küllî ilme ulaşamayışları, kendi cüz’î ilimlerinden geçemeyişlerindendir.
- İradesini Hakk’ın iradesinde, kudretini Hakk’ın kudretinde yok edemeyen Hakk’a varamaz. Bunun için yol; şeriat sahibinin emirlerini yerine getirip Hakk’ın muradını nefsin muradından önce tutmaktır.[32]
Kaynaklar:
[1] Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 537.
[2] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 118; Kufralı, Nakşbendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, s. 59.
[3] Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 541; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 127.
[4] el-Hânî, Âdâb, s. 77-78.
[5] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 119; Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 192.
[6] Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 194.
[7] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 121; Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 193; Kufralı, Nakşbendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, s. 59.
[8] Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 541.
[9] Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 128.
[10] Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 128.
[11] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 120; Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 540.
[12] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 146.
[13] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 147; Kufralı, Nakşbendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, s. 59.
[14] Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 128-129.
[15] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 122; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 129.
[16] Hamid Algar, “Alâeddîn Attâr”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1989, c. II, s. 318.
[17] el-Hânî, Âdâb, s. 77.
[18] el-Hânî, Âdâb, s. 77.
[19] Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 541; el-Hânî, Âdâb, s. 79; Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 120.
[20] Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 197.
[21] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 119-120.
[22] Algar, “Alâeddîn Attâr”, DİA, c. II, s. 318.
[23] Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 541; Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 122.
[24] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 123; Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 194-195.
[25] Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 195.
[26] Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 542; Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 542.
[27] Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 542; Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 196.
[28] Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 543.
[29] Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 541; Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 196.
[30] Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 541; Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 196-197.
[31] Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 541; Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 197.
[32] el-Hânî, Âdâb, s. 79.

Önceki Halka
Bahâeddin Şâh-ı Nakşbend (ks)
