
Altın Silsile Nedir?
Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.
Altın Silsile Nedir?
Silsile; (سِلْسِلَةٌ , çoğulu: سَلاَسِل), zincir, art arda gelen şeyler anlamlarında kullanılan Arapça bir kelimedir. Mesela peş peşe gelen dağlar سِلْسِلَةُ جِبَال ve şimşeklerin, birbirinin peşi sıra çakması سَلاَسِلُ الْبَرْق ibareleriyle ifade edilmektedir. Silsilenin rubâi kökü olan سَلْسَلَ “zincir şeklinde birbirine eklemek” anlamındadır. تَسَلْسَلَ “peş peşe gelmek” demektir.[1]
İlk dönemlerde hadislerin Hz. Peygamber(sav)’e aidiyetini gösteren isnâdları ifade etmek için râviler silsilesinden bahsedilmektedir. Tasavvuf terimi olarak hâl-i hâzırda intisap edilen şeyhten Hz. Peygamber(sav)’e kadar uzanan mürşitlerin isimlerini içeren isnad için silsile kavramı kullanılmaktadır.
Genellikle bu silsilelerin hakikatta Hz. Peygamber(sav) ve Cebrâil(as) vasıtasıyla Allah(cc)’a ulaştığı kabul edilir. Böylece silsile adeta manevî açıdan feyz-i ilâhînin aktığı bir kanal olarak kabul edilmiştir.
Hz. Peygamber(sav)’den itibaren gelen Nakşbendî şeyhleri istihlâk, inikâs ve insibâğ (bu kavramlarla kişinin kendi nefsî huylarını terk edip şeyhinin ona yansıttığı ilahî sıfatlara ve ahlâka sahip olması kast edilmektedir) yöntemiyle bu ilmi kendilerinden sonraki nesillere aktarmışlardır.
Bazı kaynaklarda şeyh olarak görülen kişinin sahih bir silsile isnâdının olması onun mürşid-i kâmilliğine işaret kabul edildiği zikredilmektedir. Silsilelerdeki bazı şeyhler arasında görüşme imkânını ortadan kaldıran tarihî boşluklar görülmektedir. Bu durumda feyzin veya irşâdın bir önceki şeyhten üveysî olarak veya rüyâ yoluyla alındığı ifade edilir.
Hemen her tarikatın kendisini Hz. Peygamber(sav)’e dayandıran bir silsilesi mevcut olup bunlar hakkında pek çok eser yazılmıştır. Hz. Peygamber(sav)’in soyundan gelenlerin içinde bulunduğu isnâd “silsile-i zeheb” (altın silsile) “silsile-i sâdât” (seyyidler silsilesi) diye adlandırılmıştır. Elinizdeki kitapta açıklanan Nakşbendiyye silsilesi iki koldan Hz. Peygamber(sav)’e isnâd edilir. Bunlardan biri Hz. Ebu Bekir(ra) diğeri ise Hz. Ali(ra) vasıtasıyla Hz. Peygamber(sav)’e ulaşmaktadır. Ancak bunlardan meşhur olan ve silsilenâmelerde sıkça zikredileni Hz. Ebu Bekir(ra)’e ulaşan silsiledir.[2] Silsilelerin Hicrî 6. Asra kadar semâî veya şifâhî olarak geldiği ve bu asırdan sonra yazılı kaynaklara geçirildiği söylenebilir.

Altın Silsile
Bir şeyhin öncekinden irşad yetkisi aldığını gösteren icâzet verme geleneği mevcut kaynaklara göre ilk dönemde değil daha sonraki yüzyıllarda başlamıştır. Özellikle müesseseleşme döneminde icâzetin olması bir şeyhin gerçekliğinin delili olarak görülmüştür.
Nakşbendiyyede hilafet veya irşâd icâzetleri önceleri sözlü veya başka metotlarla verilirken İmâm-ı Rabbânî’yle (ö.1034/1624) birlikte bu gelenek yazılı olarak kaydedilip sürdürülmüştür. Dolayısıyla Nakşbendî-Müceddidî silsilede bir önceki şeyhten hilâfet ve irşâd icâzetnâmesi alınması şeyhliğin bir şartı olarak ifade edilmiştir.
Hilâfet icazetleri iki çeşittir: Birincisi belli bir bölgede hatm-i hâcegân yaptırma yetkisi veren ve hilafet-i nakısa diye adlandırılan icâzetler. Bu icâzetlerle verilen vekalet yetkileri şeyhin ölümü veya sağlığında verdiği görevi geri almasıyla sona erer. İkincisi ise hilâfet-i tâmme olup şeyhin vefatından sağlığında ve vefatından sonra irşada yetkili kılınan kişilere verilir. Sözü edilen görevlendirmelere ait icâzetnâmeler bugün pek çok kişinin ulaşabileceği kütüphanelerde elyazma ve matbu olarak kayıtlıdır.
Nakşbendiyye silsilesinin Hz. Peygamber(sav)’den bugüne kadar gelen aşamalarında çeşitli adlarla anıldığı bilinmektedir. Genellikle ilk dönemden başlayarak tarihi sıraya göre yapılan isimlendirmeler şöyledir: Hz. Ebu Bekr(ra)’in adına nisbetle Bekriyye, Bâyezîd-i Bistâmî’nin (ö.234/848?) asıl adı olan Tayfur b. İsa’ya nisbetle Tayfuriyye, Hace Yusuf Hemedânî’nin (ö.535/1140) halifesi Abdulhâlık Gucdevânî’nin (ö.575/1179) Hâce (usta, hoca) lakabına nisbetle Hâcegâniyye, Bahâeddin Nakşbend’e (ö.791/1389) nisbetle Nakşbendiyye, Ubeydullah-ı Ahrâr’a (ö.895/1490) nisbetle Ahrâriyye, Ahmed Kâsânî’ye (ö.949/1542) nisbetle Kâsâniyye, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’nin Müceddid-i Elf-i Sâni lakabına nisbetle Müceddidiyye, Hâlid-i Bağdâdî’nin (ö.1242/1826) adına nisbetle Hâlidiyye. Ancak Nakşî kolların isimleri bunlarla sınırlı değildir. Çeşitli bölgelerde farklı şahıslara ve tekkelere nisbetle başka kollar da vardır. Burada sıralananlar kaynaklarda sıklıkla rastlanan isimlendirmelerdir.
Tarikata kimlik kazandıran Bahâeddin Nakşbend’den sonra kullanılan esas isim Nakşbendiyyedir. Sonraki dönemlerde yaşayan pîrlere nisbetle anılan kollar kaynaklarda ayrı bir tarikat olarak yansıtılmamıştır. Eğer sözü edilen kollara atıf yapılacaksa o zaman Nakşbendî-Ahrarî, Nakşbendî-Kasanî, Nakşbendî-Müceddidî, Nakşbendî-Halidî gibi ismlendirmeler kullanılmıştır. Dolayısıyla tarikatın özü ve temel ilkeleri her zaman muhafaza edilmiştir. Hatta Nakşbendiyye isminden önceki bazı kavramlar aynen korunmuştur. Mesela tarikatın Bahêddin Nakşbend’den önceki ismi olan Hâcegâniyye “hatm-i hâcegân” adıyla toplu zikirde yer almaktadır.
Hâlidiyye’nin dayandırıldığı bazı Nakşbendî-Müceddidî şeyhlerin eserlerinde verilen silsilelerde Bahâeddin Nakşbend’den sonra Yakub-ı Çerhî (ö.851/1447) zikredilerek Alâeddin Attâr’ın (ö.802/1400) ismi geçmemektedir.[3] Esasen hem Alâeddin Attâr hem de Yakub-ı Çerhî tarikatın pîri Bahâeddin Nakşbend’in tasavvufî terbiyesinde yetişerek hilafet ve irşâd icâzeti almış iki mürididir.
Bahâeddin Nakşbend’in vefâtı esnasında orada bulunmayan Yakub-ı Çerhî şeyhinin yanında bulunamadığından dolayı çok müteessir olmuştur. Şeyhinin vefat haberini alınca hemen onun bulunduğu beldeye gitmiştir. Oraya varınca bir müddet şeyhinin tekkesine halife olarak tayin edilen pîrdâşı Alâeddin Attâr’ın hizmetinde bulunmuştur. Bu sebeple silsilede Alâeddin Attâr, Yakub-ı Çerhî’nin şeyhi olarak geçmektedir.
Ancak Yakub-ı Çerhî’nin Alâeddin Attâr’a yönelik bu şekilde saygı çerçevesinde muamelesi onun Bahâeddin Nakşbend’in tekkesine halife olarak bırakılmasından dolayıdır. Çünkü Yakub-ı Çerhî şeyhinin vefatına çok üzüldüğü için bir müddet onun beldesinde kalmak istemiştir. Burada şeyhlik-müritlik ilişkisinden ziyade tasavvufî hareketlerde rastlanan saygı çerçevesinde (teberrüken) bir nisbet söz konusudur. Dolayısyla Alâeddin Attâr’a silsilede yer verilmesi veya verilmemesi bir eksiklik ya da yanlışlık eseri değildir.
Nakşîlerin toplu zikri olan “hatm-i hâcegân”ın ardından silsile okunması o güne kadar bu manevî vazifeyi icrâ edip feyzin aktarılmasını sağlayan şeyhleri/mürşitleri hayırla yâd edip onlara dua etmek içindir. Dolayısıyla zikirden sonra silsile okunup dua edilerek hem feyzin orada bulunanlara akışı sağlanmış hem de kendilerine kadar bu ledünnî ilmi ve yaşayışı aktardıklarından dolayı onlara bir vefa borcu olarak addedilen görev yerine getirilmiş olur.
altınsilsile.net web sayfasında açıklanan silsiledeki sıralama Mustafa Şiranî, İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak (Sivâsî) ve Osman Hulusî Ateş (Darendevî) Efendiler vasıtasıyla günümüze kadar ulaşan yazılı kaynaklara dayanmaktadır.
Kaynaklar:
[1] İbn Manzur, Lisânu’l-arab, Daru Sadır, Beyrut 1990, c. 11, ss. 344-345; Asım Efendi, Kamûs, c. 3, s. 369.
[2] Necdet Tosun, Bahaeddin Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, İnsan Yay., İstanbul 2002, ss. 33-34.
[3] İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, Manevî Yolculuk: Mükâşefât-ı Gaybiyye, çev.: Necdet Tosun, Sufi Kitap Yay., İstanbul 2006, s. 21; Mehmed Emin-i Tokadî, Kaside-i Silsile-i Tarikat-ı Nakşbendiyye, Çorum Hasan Paşa Ktp., no: 772/3, vr. 11b.

1.Halka
Hazret-i Muhammed (sav)
