
Selmân-ı Fârisî (ra)
3
Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.
Selmân-ı Fârisî (ra)
Isfahan’ın Cey ya da Ramahürmüz kasabasından olan ve Ebû Abdillah lakabı ile tanınan Selmân-ı Fârisî(ra), sarılacağı bir inanç arayışıyla yola çıkar. Başından değişik olaylar geçen Selman, Peygamber Efendimizin Medine’ye hicretinden sonra Müslüman olur. Köle olmasından dolayı Bedir ve Uhud savaşlarına katılamaz; ama Hendek ve sonraki tüm gazvelere katılan Selman(ra), Hz. Ömer(ra) zamanında da Medâin valisi olur.[1]
Selmân-ı Fârisî(ra), Medine’ye gelip Peygamber Efendimizle tanışmasını ve İslâm’ı kabul edişini bizzat kendisi şu şekilde anlatmaktadır:
“Ben Cey ahalisindendim. Orada yaşarken Allah(cc) kalbime, gökleri ve yeri kimin yarattığı sorusunu attı. Ben de hiç kimseyle konuşmayan ve kötülüklerden uzak duran bir adama vardım ve ona; “Hangi din daha faziletlidir?” diye sordum.
O; “Bu mevzudan sana ne! Yoksa babanın dininden başka bir din mi arıyorsun?” dedi. Ben, “Hayır! Fakat göklerin ve yerin Rabbinin kim olduğunu ve hangi dinin daha üstün bulunduğunu bilmeyi istiyorum.” dedim. O bana; “Ben bu hususu bilen, Musul’daki rahipten başkasını tanımıyorum.” dedi.
Böylece oraya gittim ve rahibin yanına vardım. Rahip kıt kanaat geçinen biriydi. Gündüzleri oruç tutuyor, geceyi de ibadetle geçiriyordu. Ben de onun gibi ibadet etmeye başladım. Yanında üç yıl kalmıştım. Sonra vefat etti. Ölmeden önce ona; “Beni kime bırakıyorsun?” dedim. Rahip bana; “Doğuda benim gibi sahih din üzere bulunan birini tanımıyorum. Cezire’nin arka tarafında (muhtemelen Nusaybin) bir rahip var. Ona git ve benden selâm söyle.” dedi.
Dediği yere gidip rahibe selâmını ilettim ve arkadaşının vefat ettiğini bildirdim. Böylece onun da yanında üç yıl kaldım. Sonra o da vefat etti. Ona da; “Nereye gitmemi emredersin.” diye sormuştum. Rahip bana; “Yeryüzünde benim inandığım ve yaşadığım din üzerinde, Amuriyye (Anadolu Sivrihisar)’de bulunan büyük üstat rahipten başka bir din adamı tanımıyorum. Fakat ona ulaşıp ulaşamayacağından emin değilim.” diye cevap vermişti.
Tarif üzerine yola çıktım ve dediği rahibe ulaştım. Rahip pek bilgili biriydi. Ölüm onu da yakalayınca; “Nereye gitmemi emredersin?” diye ona da sordum. Rahip; “Dünyada benim gibi bir din adamı olduğunu bilmiyorum ki, ona git diyeyim. Fakat ömrün yeterse – ömrünün pek yeteceğini de zannetmiyorum ya – İbrahim(as)’ın ailesinden bir adamın çıktığını duyacaksın. Ben kendimin ona erişeceğini sanıyordum. Onunla birlikte olman mümkün olursa ona git. Çünkü o hak dini getirmiştir. Bu Peygamberin alametleri şunlardır: Kavmi ona sihirbaz, cine tutulmuş ve kâhin diyecektir. O, hediyeyi kabul edip yiyecek, sadakadan ise yemeyecektir. İki kürek kemiği arasında peygamberlik mührü vardır.” diye cevap verdi.
Ben yalnız başıma kalmıştım. O sırada Medine taraflarından bir kervan geldi. Ben; “Kimlerdensiniz?” dedim. Onlar; “Biz Medine ahalisindeniz ve tüccar bir topluluğuz, ticaretle geçiniriz. Fakat İbrahim’in sülalesinden bir adam çıktı ve bizim aramıza –Medine’ye- geldi. Kavmi de onunla savaşıyor. Biz ticaretimize engel olmasından korkuyorduk, fakat o Medine’ye hâkim oldu.” dediler.
Ben; “Peki onun hakkında ne diyorlar?” diye sordum. İçlerinden biri; “Sihirbaz, cinlenmiş/mecnun ve kâhin diyorlar.” dedi. Ben; “İşte bunlar onun işaretleridir. Beni reisinize götürün.” dedim. Kervanın reisine gelip; “Beni Medine’ye kadar götür.” dedim. Reis; “Peki buna karşılık ne vereceksin?” diye sordu. Ben; “Sana verecek bir şeyim yok. Fakat sana köle olurum.” dedim.
Bu anlaşma üzerine adam beni Medine’ye getirdi. Beni hurmalığında çalıştırıyordu. Hurmaları, develerin su çektiği gibi su çekerek suluyordum. Çalışmaktan sırtım ve göğsüm yara olmuştu. Söylediklerimi anlayan birini de bulamıyordum.
Nihayet bahçeye su almak için yaşlı bir Fârisî kadın geldi. Onunla konuştum. Dediklerimi anlıyordu. Ona; “Peygamberliğini açıklayan adam nerededir? Bana onun yerini söyle” dedim. “O, sabah namazını kılınca erkenden buradan geçer.” dedi.
Sabah için biraz hurma toplayıp hazır ettim. Sabah kadının dediği vakit olunca dışarı çıktım ve Peygamber(sav)’e hurmaları ikram ettim. Resûlullâh(sav); “Nedir bu? Sadaka mı, hediye mi?” diye sordu. Ben sadaka olduğunu belirttim. Resûlullah(sav); “Şunlara git.” dedi. Arkadaşları da yanındaydı. Onlar yediler, fakat Resûlullah(sav) hiç yemedi. Ben kendi kendime; “Bu birinci emare.” dedim.
Ertesi gün olunca, aynı yere bir miktar hurma ile tekrar geldim. Resûlullah(sav); “Nedir bu?” diye sordu. Ben; “Hediye” dedim. Bunun üzerine kendisi yedi, arkadaşlarını da çağırdı. Sonra benim, sırtındaki mühre bakmak için çabaladığımı gördü. Durumu anladığından, sırtındaki ridâyı çıkardı. Sırtındaki mührü görünce öptüm ve ona sarıldım. Bana; “Nedir senin bu hâlin?” dedi ve kim olduğumu sordu. Ben de ona başımdan geçenleri anlattım. Bunun üzerine Resûlullah(sav); “Git, kölesi olduğun kimseden hürriyetini satın al!” buyurdu.”
Böylece Hz. Peygamber(sav), Selmân-ı Fârisî(ra)’nin üç yüz hurma dikip yeşertmesi ve kırk ukiyye altın vermesi şartıyla hürriyetini almasını sağladı. Peygamber Efendimiz, Hz. Selman’a; “Hurmaları dik.” dedi. O da dikti. Sonra; “Git kovayı kuyuya sal, iyice dolmadan kovayı çekme. Çektiğin suyu hurmaların köküne dök.” buyurdu.
Hz. Selman da denileni yaptı. Böylece hurmalar kısa zaman içinde hızlıca büyüdü. Halk şöyle dedi: “Subhanallah! Biz böylesi bir köle hiç görmedik! Muhakkak bu kölenin bir özelliği var.” Halk onun başına toplanmıştı. Sonra Peygamber Efendimiz ona bir kese verdi. Hz. Selman kesede kırk ukiyye altın olduğunu gördü.[2]

Selmân-ı Fârisî (ra)
Selmân-ı Fârisî nasıl biriydi?
Fârisîlerin önden gelenlerinden biri olan ve muhacirlerden addedilen Ebû Abdullah Selman b. İslâm, üstün gayreti, derin hikmeti, ibadet ve ilmi ile meşhur sahâbelerdendi. Allah(cc) yolunda vatanını terk ettiği için cennetin arzuladığı isimlerden kabul edilirdi.[3]
Peygamber Efendimizin çok özel değer verdiği, ehlibeytinden kabul ettiği Acem asıllı olan Selmân-ı Fârisî(ra), tasavvuf kültüründe mânevî evlâtlığın ve sülûkun örneği olmuştur.
Arap dünyasını Acem geleneği ile birleştiren bir isimdir. Onun rûhâniliği Acem tasavvufunun bariz örneğidir. Tasavvuf yolunun büyükleri bazı meslek zümrelerinin pîri kabul edilirken, Selmân-ı Fârisî(ra) de küçük esnafın hâmisi ve pîri kabul edilmiştir.[4]
Selmân-ı Fârisî(ra), uzunca boylu, buğday tenli, gökçek yüzlü ve sık sakallı idi. Bünyesi sağlam ve güçlü idi. Dostluğu külfetsizdi. Samimi ve geçim ehli idi.[5]
Selmân-ı Fârisî(ra) kendi eliyle sepet örerdi. Ördüğü bu sepetleri satarak geçimini sağlardı. Kazandığı para ile et ve balık alır; onları pişirir, sofrayı kurar, ardından da bu sofraya cüzzamlı hastaları davet ederdi. Onlarla aynı sofrayı paylaşırdı.[6]
Sevenleri ile birlikte oturan Hz. Ali(ra)’ye cemaat: “Ey müminlerin emiri! Bize arkadaşlarını anlat” der. Hz. Ali(ra); “Hangi arkadaşlarımı?” deyince, oradakiler; “Muhammed(sav)’in ashâbını” cevabını verirler. Bu defa Hz. Ali(ra); “Hz. Peygamber(sav)in tüm ashâbı benim arkadaşımdır. Siz hangilerini kastediyorsunuz?” diye sorunca, meclistekiler; “Senin kendilerini iyilikle anıp dua ettiğin kimseleri.” açıklamasında bulunurlar. Bunun üzerine Ali (k.v.), Hz. Selman’dan söz edip onun hakkındaki kanaatini şu şekilde dile getirir:
“Selman, sizler için Lokman Hekim gibi biridir. Selman bizdendir ve ehlibeytten biri olarak bizim yolumuzdadır. O önceki ve sonraki âlimlerin ilmine sahiptir. İlk (Tevrat ve İncil) ve son (Kur’ân) kitabı okur. Uçsuz bucaksız engin bir denizdir.”[7]
Vehb b. Abdullah(ra)’ın anlattığına göre, Peygamber Efendimiz(sav), Selmân-ı Fârisî(ra) ile Ebü’d-Derdâ(ra)’yı kardeş ilan etmişti. Bu sebeple Hz. Selman, Ebü’d-Derdâ(ra)’yı zaman zaman ziyaret ederdi.
Bir ziyareti esnasında Ebü’d-Derdâ’nın eşi Ümmü’d-Derdâ’yı üzerinde oldukça eskimiş elbiselerle gördü. Ona; “Bu hâlin ne?” diye sorunca, kadın; “Kardeşin Ebü’d-Derdâ dünya malı ve zevklerine önem vermez.” dedi.
O esnada Ebü’d-Derdâ eve geldi ve hazırlattığı yemeği Hz. Selman’a ikram edip; “Buyurun, yemeğinizi yiyin, ben oruçluyum.” dedi. Selman(ra); “Sen yemedikçe ben de yemem.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ebü’d-Derdâ sofraya oturup yemek yedi. Gece olunca Ebü’d-Derdâ teheccüd namazı kılmaya hazırlandı. Hz. Selman ona; “Uyu” dedi. Ebü’d-Derdâ uyudu, bir müddet sonra tekrar kalkmaya davrandı. Selman yine, “Uyu.” diyerek kalkmasına mâni oldu.
Gecenin sonlarına doğru Selman; “Şimdi kalk.” dedi ve birlikte kalkıp namaz kıldılar. Sonra Selman, Ebü’d-Derdâ’ya şöyle dedi: “Senin üzerinde Rabbinin, nefsinin ve ailenin hakkı vardır. Hak sahiplerinin her birine hakkını ver.”
Daha sonra Ebü’d-Derdâ, Peygamber(sav)’e gidip olup biteni anlattı. Resûl-i Ekrem Efendimiz; “Selman doğru söylemiş!” buyurdu.[8]
Hz. Selman’ın ifrat ve tefritten uzak bir din anlayışını öngören yaklaşımını yakından görmek isteyen Tarık b. Şihab bir gece onun yanında kalır. Hz. Selman namaz için gecenin sonuna doğru kalkar. Onun tahmin ettiği kadar ibadet yapmadığını gören Tarık b. Şihab, düşüncesini Selman(ra)’a anlatınca, o şu cevabı verir:
“Beş vakit namazı kılınız. Çünkü bu beş vakit, ölüm isabet etmezse küçük yaralar için kefaret olur. İnsanlar yatsı namazını kılınca şu üç merhaleye varırlar. Bunlar, lehine olmayıp aleyhine olan, aleyhine olmayıp lehine olan ve hem lehine hem de aleyhine olmayan sonuçlardır.
Bir kişi gecenin karanlığını ve insanların bilememesini fırsat sayıp günahlara rağbet ederse, bu iş aleyhine olur, lehine hiçbir şey yoktur. Bir diğeri de gecenin karanlığını ve insanların bilememesini fırsat bilip gece kalkar namaz kılarsa, bu tamamen menfaatine bir durumdur, aleyhine hiçbir şey yoktur. Bazı kimselerin de fayda ve zararına olmayan durumlar vardır. Bir kimse namaz kılar sonra da uyursa, bu ne lehine ne de aleyhinedir. Zorlu sefer için dikkatli ol. Hayırlı işlere yönelmeli ve devam etmelisin.”[9]
Görüldüğü gibi ashâb-ı kirâm birbirlerini uyararak orta yolda ilerlemeye gayret ederlerdi. İkaz edilen kimse de hiçbir zaman kırılıp gücenmeden arkadaşını dinler ve ona tâbî olurdu. Bu hâdisede Selman(ra)’ın dirayeti kadar Ebû’d- Derdâ(ra)’nın hakka uyma, kardeşliği gözetme ve arkadaşı ile iyi geçinme gibi güzel hasletleri de hemen göze çarpmaktadır.
Selmân-ı Fârisî’nin İlmi
Allah(cc) tarafından kendisine çok özel bir ilim bahşedilmiş olan Selmân-ı Fârisî(ra), dostlarına sürekli ilmi şiar edinmelerini tavsiye ederdi. Yolculuk esnasında Benî Abes’ten bir adam Selman(ra) ile birlikte yolculuk yapar. Adam, Dicle nehrinde su içer. Hz. Selman, yol arkadaşına; “Dön, yine iç.” der. Adam suya kandığını söyleyince, Hz. Selman; “Senin içtiğin su Dicle’nin suyundan bir şey eksiltti mi? Ne dersin?” diye sorar. Adam; “İçtiğim birkaç yudum su onu azaltmaz.” diye karşılık verince, Selman(ra); “İşte ilim de böyledir, eksiltmez. Öyleyse senin için faydalı olan ilmi öğren.” tavsiyesinde bulunur.[10]
Aynı şekilde Huzeyfe(ra)’ye de şunları hatırlatmıştır: “Ey Benî Abesli! İlim çok, ömür kısadır. İlimden dininin gerektirdiği kadar al ve gerisine aldırış etme, bırak.” [11]
Hz. Selman, Medâin kentinde iken Şam’dan gelen Eş’ab b. Kays ve Cerîr b. Abdullah el-Becelî onun yanına varırlar. Hz. Selman’ı bulduklarında, “Resûlullah(sav)’ın arkadaşı Selman sen misin?” diye sorarlar. O da “Bilmiyorum.” cevabını verir.
Aradığımız kişi bu değil galiba, diye gitmeye yeltendiklerinde ise Hz. Selman; “Sizin görmek istediğiniz Selman benim. Resûlullâh(sav)ı da gördüm ve onunla sohbet ettim. Fakat onun arkadaşı, onunla birlikte cennete girendir.” der.
Daha sonra ziyaretçiler, Şam’daki arkadaşı Ebü’d-Derdâ’nın yanından gelmekte olduklarını söylerler. Selman(ra), arkadaşının gönderdiği hediyeyi kendisine vermelerini ister. Onlar da ısrarla herhangi bir hediye göndermediğini söyledikleri halde o ısrarla kardeşinin gönderdiği hediyeyi kendisine iletmelerini ister. Onlar da tekrar bir şey göndermediğini ama isterse mallarından dilediğini alabileceğini söylerler.
Hz. Selman da ben sizin malınızı değil, arkadaşımın gönderdiği hediyeyi istiyorum deyince, ziyaretçiler; “Vallahi bizimle bir şey göndermedi. Ancak o şöyle demişti: İçinizde bir adam var ki, Resûlullah(sav) onunla birlikte baş başa kaldığında başka birini aramazdı. Ona gittiğinizde benden selâm söyleyin.”
Beklediği cevabı alan Hz. Selman şunları söyler: “Ben bunun dışında sizden başka bir hediye beklemiyordum. Hangi hediye, Allah(cc) katından gelen mübarek ve temiz selâmdan daha değerlidir?”[12]
Dostları kendisine, “Hangi ameli işlememizi tavsiye edersiniz?” diye sorduklarında, Hz. Selman, selâmı yayınız, müminlere yemek yediriniz ve herkes uyurken kalkıp namaz kılınız tavsiyesinde bulunmuştur.[13]
Selmân-ı Fârisî(ra), gece karanlığı başlayınca, namaz kılmaya başlardı. Namazdan yorulursa dili ile Allah(cc)’ı zikrederdi. Dili zikirden yorulursa o zaman Yüce Allah(cc)’ın varlığına ve birliğine delâlet eden âyetleri okur, O’nun büyüklüğünü düşünmeye başlardı. Daha sonra da kendine şöyle seslenirdi: “Dinlendin artık, namaza kalk.” Bir müddet namaz kılınca, diline şöyle derdi: “Dinlendin artık, Allah(cc)’ı zikretmeye başla.” Bu onun gece virdi idi.[14]
Ebü’d-Derdâ(ra), Selmân-ı Fârisî(ra)’ye bir mektup yazarak onu mukaddes topraklara çağırır. O da kendisine şu cevabı verir: “Toprak ve muhit insanı yüceltmez, insanı ancak ameli yüceltir. Duydum ki sen tabip olmuşsun. Eğer birilerini iyi ediyorsan senin için ne mutlu! Ama tabiplik taslayanlardan isen, insanları öldürüp de cehenneme girmekten sakın!”[15]
Kureyş’ten bir şahıs Selmân-ı Fârisî(ra)’yi bir defasında öve öve tanıtınca, bu adama şu karşılığı vermiştir:
“Ben de kendimi tanıtayım; kokmuş sudan yaratıldım, ölünce kokuşmuş bir et parçası olacağım, sonra hesapların görüleceği bir güne gideceğim, orada hesap vereceğim.
Eğer hesabım görülürken terazinin kefelerinde iyiliklerim ağır gelirse, işte o zaman asıl üstünlük benim olacak. O gün övünmek benim hakkım olacak. Ama kötülüklerim çok olur, terazinin diğer kefesini doldurursa nasıl övüneyim? Kötülerin en kötüsü ben olurum, Allah(cc) korusun!”[16]
Hayâsızlığın kişiyi hainliğe sürükleyeceğini dile getiren Selmân-ı Fârisî(ra), tespitlerini şu şekilde dile getirmektedir:
“Allah(cc) bir kulun kötülüğünü isterse, onun hayâ duygusunu alır. Böylesi kötü ve ahlâksız kişiden de Allah(cc)’ın rahmeti çekilip alınır ve onda, kabalık ve katı kalplilikten başka bir davranış görülmez. Kaba ve katı kalpli bir insan emin olma vasfını yitirir, onda hainlikten başka bir huy bulunmaz. Hain bir kişi ise boynundan İslâm halkası çıkmış lânetlilerden olur.”[17]
Selmân-ı Fârisî(ra) çok özel sohbetlerinden birinde müminin dünyadaki sevindirici hâlinden şu şekilde bahsetmektedir:
“Müminin dünyadaki hâli, yanında, derdini ve devasını bilen bir doktor bulunan hastanın hâli gibidir. Bu doktor, hasta, zararlı şeyleri isteyince onu engeller. Böylece onu korur. İşte mümin de böyledir. Başkasında, kendisinde olandan fazla bir şeyler gördüğünde onu arzular. Ancak, Allah(cc) onu bundan meneder ve ölüp de cennete girinceye kadar engeller.”[18]
Selmân-ı Fârisî’nin Vefâtı
Siyer bilginleri Selmân-ı Fârisî(ra)’nin çok uzun yaşayan sahabelerden olduğunu söylerler. 250 sene yaşadığını söyleyenler de vardır. İran’ın fethinden sonra Hz. Ömer(ra) tarafından Kisra’nın payitahtı olan Medâin’e vali tayin edilir. Hz. Osman(ra)’ın hilafeti döneminde Medâin’de vefat etmiştir.[19]
Medâin harabelerine bugün Bağdatlılarca Selmân-ı Pâk isminin verilmesi onun orada medfun bulunduğundandır. Günümüzde Bağdat yakınlarındaki türbesi, Sultan 4.Murat tarafından yeniden yaptırılmıştır.
Selmân-ı Fârisî(ra) valiliği döneminde 30.000 dinar maaş alırdı. Bu gelirinden kendisine pek bir şey harcamazdı. Kendisine yetecek kadarını alır, kalanını ise muhtaçlara dağıtırdı.[20]
Medâin valisi olduğu halde, dış görünüşe önem vermediklerinden tanınmayıp yük taşıtılırdı. Tanındıktan sonra yükü almak isterlerse bırakmayıp sahibinin evine kadar götürürlerdi. Ev edinmeyip nerede gölge bulursa orada otururlardı.[21]
Hasan-ı Basrî’nin nakline göre, Selmân-ı Fârisî(ra) bu saltanat merkezinde bile alıştığı zühdî hayatını bırakmaz, malik olduğu tek bir aba içerisinde hem halka hutbe okur hem de abasının yarısını altına yayarak, yarısını da üstüne örterek hayatını geçirir ve elinin emeği ile geçinirdi.
Hasan-ı Basrî’nin ifadesi ile Selmân-ı Fârisî(ra), son nefesine geldiği zaman, Peygamber Efendimiz dünya nimetlerinden kanaat edeceğimiz miktarın ancak bir yolcu azığı kadar olması için bizden söz aldı da biz bu söze sâdık kalamadık diye ağlardı. Hâlbuki vefatından sonra bıraktığı malın kıymeti ancak yirmi veya otuz dirhem değerindeydi.[22]
Sa’d b. Ebî Vakkâs(ra), Selmân-ı Fârisî(ra)’den “Bize bir tavsiyede bulun, ne yapalım?” diye ricada bulununca, o şu hatırlatmalarda bulunmuştur: “Bir derdin olduğu zaman Allah(cc)’ı zikret. Bir hüküm vereceğinde Allah(cc)’ı hatırla. İnsanlara paylarını dağıtırken Allah(cc)’ı unutma.”[23]
Selmân- Fârisî’nin Sözleri ve Nasihatleri
Selmân-ı Fârisî(ra)’nin sözlerinden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:
- İlim çoktur, ömür kısadır. O halde, benimsediğin dinî anlayıştan sana gerekli olanı al, kalanını bırak.
- Bu ümmetin helâki, yaptıkları sözleşmenin bozulmasına yakın bir zamanda olacaktır.
- Dünyada bir iman sahibinin durumu, hasta gibidir, doktoru da yanındadır. Bu doktoru, onun hastalığını da ilacını da bilir. Hasta zararlı bir şey istemiş olduğunda doktor ona engel olarak şöyle der: “Sakın ola ona yaklaşma, onu alıp yersen ölürsün.” Hastalıktan kurtuluncaya kadar onu zararlılardan uzak tuttuğundan sonuçta hastanın ağrısı ve sızısı kalmaz.
Müminin hâli de böyledir. Çok şey ister, ama kendine neyin zararlı olduğunu bilmez. Yüce Yaratan da onu zararlı şeylerden uzaklaştırmaya çalışır. Sonuçta mümin vefat eder ve cennete girer. - Yüce Yaratana gizli âsî olup günah işledinse, gizli ibadet et, sevap işle. Eğer O’na açıktan âsî olup günah işlemişsen O’na açıkça itaat et, sevaba nail ol. Bunlar birbirlerini yok ederler. Açıkçası, gizli ibadet, gizli yapılan günahı, açık ibadet de açık yapılan günahı yok eder.
- Üç kimsenin hâli beni şaşırtıp güldürdü. Şöyle ki:
1- Dünya için ümitlerle doludur, hâlbuki ölüm onun hemen arkasında.
2- Gaflet içinde bir şeye aldırmadan gezen insan, hâlbuki onu hiç unutmayan biri var.
3-Bir toplulukta sürekli kahkahalarla güler. Bunu yaparken acaba âlemlerin rabbi Allah(cc) kendisine dargın mı değil mi, ondan razı mı değil mi? Hiç aklına getirmez. - Şu üç şey de beni mahzun edip ağlattı. Şöyle ki:
1- Resûlullâh(sav)tan ayrılık,
2-Kıyamet gününde, Yüce Rabbin huzurunda durmanın dehşeti.
3-Cennetlik miyim yoksa cehenneme mi gideceğimi bilememem.[24]

Selmân-ı Fârisî (ra)
V654-656 / Bağdat / Irak
Kaynaklar:
[1] İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, c. I, s. 228.
[2] el-Isfehânî, Hılyetü’l-evliyâ, c. I, s. 190-19.
[3] Aynı eser, c. I, s. 185.
[4] Schimmel, Tasavvufun Boyutları, s. 37.
[5] el-Hânî, Âdâb, s. 37.
[6] Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 92.
[7] el-Isfehânî, Hılyetü’l-evliyâ, c. I, s. 187.
[8] Buhârî, Savm, 51; Edeb, 86.
[9] el-Isfehânî, Hılyetü’l-evliyâ, c. I, s. 189-190.
[10] Aynı eser, c. I, s. 188.
[11] Aynı eser, c. I, s. 189.
[12] el-Isfehânî, Hılyetü’l-evliyâ, c. I, s. 201.
[13] Aynı eser, c. I, s. 204.
[14] Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 364.
[15] el-Isfehânî, Hılyetü’l-evliyâ, c. I, s. 205.
[16] Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 92.
[17] el-Isfehânî, Hılyetü’l-evliyâ, c. I, s. 204.
[18] Aynı eser, c. I, s. 207.
[19] İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, c. I, s. 243.
[20] Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 89.
[21] el-Hânî, Âdâb, s. 38.
[22] Aynı yer.
[23] Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 94.
[24] Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 369-371.

Önceki Halka
Hazret-i Ebû Bekir (ra)
