Altın Silsile'den Altın Halkalar

Image hover effect image

Abdulhâlik Gucdüvânî (ks)

10

Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.

Abdulhâlik Gucdüvânî (ks)

Hâcegân tarikatının kurucusu olan Abdulhâlik Gucdüvânî, Buhara’ya yaklaşık 40 km. uzaklıktaki Gucdüvân kasabasında doğdu. Babası, İmam Malik neslinden, zâhirî ve batinî ilimlere vakıf bir âlim olan Malatyalı Abdülcemil İmam’dı.[1]

Rivayete göre, düşmanları tarafından şehirden çıkarılan Malatya sultanının tahtına dönmesini sağlayan Abdülcemil, 113 yaşında olmasına rağmen mükâfat olarak sultanın kızıyla evlendirildi. Bu arada Hızır(as), Abdülcemil’e bu evlilikten bir erkek çocuğu doğacağı müjdesini verip adını Abdulhâlik koymasını istedi.

Ancak bir süre sonra bilinmeyen bir sebeple Abdülcemil, aile efradını alarak Malatya’dan ayrıldı ve Buhara’nın Gucdüvân kasabasına yerleşti. Abdulhâlik Gucdüvânî de burada dünyaya geldi.[2]

Memleketi Gucdüvân’ın âlimlerinden Sadreddin Buhârî’nin yanında tefsir okurken, kendisinin tasavvuf yoluna karşı olan ilgisi ortaya çıkar. “Rabbini yalvarır/ tadarruan ve korkar/hufyeten bir şekilde zikret, an!”[3] âyetine geldiği zaman, Abdulhâlik, hocasına bunun nasıl olabileceğini sorar. Çünkü cehrî zikir insanlar tarafından duyulabilirken, hafî zikir de şeytan tarafından algılanabilir.

Nitekim meşhur bir hadise göre, şeytan insanın bedenine, damarlarındaki kan gibi nüfuz etmektedir.[4] Gucdüvânî, bu durumda âyetteki, duâyı gizlice yapma emrinin nasıl yerine getirileceğini, diğer bir ifadeyle zikr-i hafînin nasıl uygulanacağını sorunca hocası Sadreddin, ilm-i ledünne ait olan bu meseleyi, eğer Allah(cc) dilemişse, ileride ehlullahtan bir zâtın kendisine öğreteceğini söyler.[5]

Sonunda bahsedilen ehlullah gelir. Bu gelen rehber Hızır(as)’dır; ona suyun içine dalmasını, suyun altında iken kelime-i şehâdeti tekrarlamasını ve zikrin sayılarak yapılmasını ister. Böylece ona zikr-i hafînin usûlünü telkin eder.[6]

Suya dalmak, kısmen sembolik bir maksat taşır; kısmen de dudakları ve dili hiçbir şekilde oynatmamayı teşvik edici pratik bir gaye güder.[7] Harîrî-zâde, Gucdüvânî’nin suyun altında zikrini gerçekleştirirken kendisine, “el-cezbetü’l-kayyûmiyye” denilen çok kuvvetli bir cezbe hâsıl olduğundan bahseder.[8]

Bir diğer rivayete göre, Gucdüvânî bağda otururken Hızır(as) gelir ve havuza dalmasını, suyun altında iken “La İlahe İllallah Muhammedün Resûlullâh(sav) diye zikretmesini söyler.

Hızır(as)’ın terbiyesi altında bir süre yetişen Gucdüvânî, yirmi iki yaşına geldiğinde, onun tavsiyesi ile Yûsuf Hemedânî’ye intisap eder. Bu yüzden Hızır(as), Gucdüvânî’nin pîr-i sebakı/zikir telkin eden pîri ve pîr-i iradeti/sülûka başlatan pîri, Hemedânî ise sohbet pîri olarak telakkî edilmektedir. Ancak Gucdüvânî’ye bir hırka verdiği için silsilede onun asıl mürşidi olarak Hemedânî yer almaktadır.

Yûsuf Hemedânî, zikirde cehrî usûlü uyguluyor olmasına rağmen, Gucdüvânî’nin hafî zikir yapmasına izin verdiği söylenir.[9] Kaynaklarda Gucdüvânî’nin Hemedânî’ye intisap ettiği yer ihtilaflıdır. Merv, Buhara ve Hemedân şehirlerinin adı geçer. Hemedânî Buhara’da bulunduğu sürece, onun sohbetlerine devam eden Gucdüvânî, o ayrıldıktan sonra memleketi olan Gucdüvân’a döner. Burada sohbetine lâyık bir kimse bulamayınca inzivaya çekilip riyazet ve mücâhede dünyasına dalar.

Bu dönemde vakit namazlarını kılmak için Mekke’ye gidip gelmek gibi kerametleri meşhur olur.[10] Onun şöhreti sadece Buhara çevresinde değil, hacca giden müridleri vasıtasıyla Arap diyarlarında da yayılır.[11] Hatta onun adına Şam’da bir tekkenin kurulduğu nakledilmektedir. Burada oturan müridleri kendisini ziyaret etmek için Gucdüvân’a gelmeye başlar.[12]

Hemedânî’nin bıraktığı halifelerden üçüncüsü olan Ahmed Yesevî, Türkistan’da İslâmiyet’i yaymak ve halkı irşad etmek için Buhara’dan ayrılırken buradaki müridlerini Gucdüvânî’ye havale eder. Buhara ve civarındaki müridlerin başına geçen Gucdüvânî, Buhara’nın önde gelen âlimi ve idarecilerinden de müridler edinir.[13]

Örneğin Karahanlılar’ın idaresi altındaki Buhara’da hüküm sürmekte olan Âl-i Burhân’dan âlim ve idareci Muhammed b. Ömer es-Sadr da Gucdüvânî’nin müridleri arasında zikredilir. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan bu zâtın 553/1158 senesinde Buhara’da reislik yapmakta olduğu bilinmektedir.[14]

Genelde Gucdüvân kasabasında ikâmet eden ve orada vefat eden Abdulhâlik Gucdüvânî’nin vefât tarihi olarak 575/1179, 615/1218, 616/1219 ve 617/1220 gibi farklı tarihler verilmektedir. Gucdüvânî hayatta iken kabrinin üzerine türbe yapılmaması konusunda müritlerini ikaz etmiştir. Bu sebeple uzun yıllar türbe yapılmamıştır.[15]

Daha sonraki dönemlerde yapılan türbesi, Buhara bölgesinin büyük bir ziyaret merkezidir. Örneğin Ubeydullah Han 915/1509 yılında Gucdüvân’da yapılan savaşta Safevî devletini yenmek için dört kez Abdulhâlik-ı Gucdüvânî’nin türbesine giderek dua ve niyazda bulunmuştur. Kabri bugün, mermerden ve büyük bir dikdörtgen şeklinde ancak sade ve mütevazı bir yapıdan ibarettir. Sovyet yetkililerinin yakın zamanlarda yaptıkları bir takım hücum ve saldırılara rağmen kabri, ziyaret yeri olma özelliğini hâlen korumaktadır.[16]

Birçok müridi olan Gucdüvânî, şeyhi Hemedânî gibi kendisinden sonra dört halife tayin eder. Bunlar; Hâce Ahmed Sıddîk, Hâce Evliyâ-i Kebîr/Kelân, Hâce Habbâz Buhârî ve Hâce Ârif Rivgerî’dir.[17]

“Namaz kılan kişiyi öyle bir havf ve haşyet sarar ki, kendisine ok atsalar bile bir söz söylemez.”
altin-silsile-favicon-150x150

Abdulhâlik Gucdüvânî (ks)

Abdulhâlik Gucdüvânî’nin Halifeleri ve Eserleri

Gucdüvânî, tarikatını neşrederken gerek sünnî çevrelerin rağbeti gerekse Selçukluların himâyesi nedeniyle herhangi bir sıkıntı yaşamazken, halifeleri son derece sıkıntılı durumlarla karşılaşmışlardır. Hatta Harezm diyarında hükümet yetkililerinin tazyikine maruz kalmışlardır. Bu çerçevede, Sühreverdiyye ve sonraları da Kübreviyye mensupları ile aralarında birtakım tartışmalar da eksik olmamıştır.[18]

Gucdüvânî’nin dört halifesinden Ahmed Sıddîk yaşça diğerlerinden daha büyük olduğu için, Gucdüvânî’nin yerine postnişin oldu. Diğer iki halife ise edeben ona tâbî oldular. Ahmed Sıddîk vefat edince Evliya Kebir Buhara’da, Ârif Rivgerî de Buhara’nın Rivger köyünde Gucdüvânî’nin halifeleri olarak irşada başladılar. Böylece Gucdüvanî’nin kurduğu Hâcegân tarikatı, iki ana koldan yayılmaya devam etti.[19]

Birinci kol, medresede öğrenci iken Gucdüvânî’nin pazardan aldığı eti taşımaya yardım eden ve ardından intisap edip tasavvufî eğitime başlayan Hâce Evliyâ Kebîr’in Buhara’da kurduğu koldur. Evliya Kebir vefat etmeden önce Meslekü’l-ârifîn’e göre dört müridine icazet verdi. Bunlar, Hâce Dihkân Kaltî, Hâce Sökmen, Hâce Garîb ve Hâce Süleyman Kermînî’dir. Bu halifeler vefatlarına kadar sırasıyla ve birbiri ardınca postnişin oldular.

Evliya Kebir’in son halifesi Hâce Süleyman, vefatından önce iki müridine icazet verdi. Bunlar Hâce Pârsâ ve Şeyh Sadeddin Gucdüvânî’dir. Şeyh Sadeddin’in önde gelen halifelerinden birisi, Meslekü’l-ârifin adlı Farsça eserin müellifi Muhammed b. Ahmed b. Es’ad Buhârî’dir. Hâcegân tarikatının ikinci kolu ise Gucdüvânî’nin halifelerinden Ârif Rivgerî ve halifeleri ile devam eden koldur.[20]

Yetiştirdiği müridleri ve görevlendirdiği halifeleri ile geride yetişmiş insan kitlesi bırakan Gucdüvânî’nin bir diğer emaneti, eserleridir. O, kaleme aldığı risaleleri ve kulaklara küpe olacak nasihatleri ile de İslâmî ve insanî kemâlin gerçekleşmesine öncülük etmiştir. Onun bu minvaldeki eserlerini şu şekilde sıralayabiliriz:

  1. Vesâyâ: Vasiyyetnâme, Âdâb-ı Tarikat, Hakâyıku’l-iman ve dekâyiku’l-irfân isimleri ile de tanınan bu eser, Gucdüvânî’nin, halifelerinden Evliyâ Kebîr/Kelân için yaptığı tavsiyeleri ihtiva eden Farsça tasavvufî bir risaledir.


    Eserde takvaya sarılmak, cahil sûfîlerden uzak durmak, şeriat ve sünnetten ayrılmamak, tekkede oturmamak ve semâ ile fazla meşgul olmamak gibi tavsiyeler yer alır.

    Gucdüvânî’nin şifâhi olarak yaptığı bu tavsiyeler muhtemelen Evliya Kebîr tarafından kaleme alınmıştır. Fazlullah b. Rûzbihân Isfahânî Huncî (ö.927/1521), Gucdüvân kalesinin 918/1512’de bir Safevî muhasarasından Gucdüvânî’nin ruhaniyeti sayesinde kurtulduğu inancıyla Vesâyâ’sına Farsça bir şerh yazmıştır.[21]

  2. Makâmât-ı Yûsuf-i Hemedânî: Yûsuf Hemedânî’nin sözlerini, ahlâk ve ahvalini konu alan bu eser, Risâle-i Sâhibiyye adıyla neşredilmiştir.

 

Bu eserler dışında bazı rubâîleri bulunan Gucdüvânî’nin hayatına dair veriler ve bazı menkıbeleri, müellifi bilinmeyen Makâmât-ı Abdulhâlik-ı Gucdüvânî adlı eserde toplanmıştır. Sa’îd Nefîsî tarafından neşredilen bu eserde Gucdüvânî’nin yanı sıra halifesi Ârif Rivgerî’den de bahsedilmektedir.

Kütüphanelerdeki, Gucdüvânî’nin ortaya koymuş olduğu prensipleri (kelimât-ı kudsiyye) ihtiva eden ve Kelimât-ı Abdulhâlik-ı Gucdüvânî ya da Pâs-ı Enfâs gibi adlarla anılan eserler, genelde Reşahât’tan nakildir.

Taşkent’teki Şarkiyat Enstitüsü Kütüphanesi’nde yazma hâlinde bulunan Ez Güftâr-ı Hâce Abdulhâlik-ı Gucdüvânî adındaki anonim eser (no: 1494 ve. 125b-137a), on üç bölümden oluşmakta olup sırasıyla tevbe, müridlik, mürşidin lüzumu, zikir âdâbı, şeyhin sıfatları, dervişlik yolunun âdâbı, zühd ve takva, havâtırı tanımak, dilin selâmeti, sabır ve rıza, muhabbet ve sadakat, tefviz ve teslim, şükür ve tevekkül konularında sorulan sorulara Gucdüvânî’nin verdiği cevapları ihtiva etmektedir. Bu eser, Mahmut Hasanoğlu (Hasanov) tarafından kısaltılarak Özbek Türkçesine çevrilmiştir.[22]

Ahmed Yesevî ile aynı şeyhten feyz alarak daha sonra kurulacak Nakşbendîliğin ilk temel esaslarını kuran, Mâverâünnehir, Buhara, Harezm ve Horasan bölgesinde tasavvuf ve tarikat hizmetini sürdüren Abdulhâlik-ı Gucdüvânî,[23] uzun boylu, büyükçe başlı, beyaz tenli, güzel yüzlü, gür ve çatık kaşlı idi.

Göğsü enli, omuzları genişti. İri vücutlu ve mehabetliydi. Basiretli ve gönlü mâneviyata açıktı.[24] Gucdüvânî, hâlini insanlardan gizli tutar, nefsinin isteklerine uymaz, nefsinin istemediği şeyleri yapmakta kendisini pek ağır imtihanlara tâbî tutar, fakat hiç kimseye bir şey sezdirmezdi.[25]

Nakşbendîliğin Esasları

Gucdüvânî’den Bahâeddîn Nakşbend’in de “üveysi” tarik ile feyz aldığı bilinmektedir.[26] Gucdüvânî, Nakşbendîyye silsilesine sadece hafî zikri değil, ayrıca sonradan Bahâeddîn Nakşbend’in üç prensip daha eklediği kutsal kelimeler (kelimât-ı kudsiyye) olarak bilinen ve Nakşbendîyyenin tüm kollarında sürekli bir rağbet gören sekiz prensibi miras bırakmıştır.

Kelimât-ı kudsiyye, tarikata özgü bir doktrin teşebbüsü olarak ele alınmamalı, daha ziyade karakteri ve mânevî metodun genel bir tespiti olarak görülmelidir. Bunun yakın bir benzeri Gucdüvânî’nin çağdaşı olup Harezm menşeli ve daha sonra Buhara bölgesinde yayılan Necmeddin-i Kübrâ’nın on prensibinde/usûl-i aşarasında görülebilir. Aslında bu “kuralların” Orta Asya’daki tarikatlara özgü olması muhtemeldir.[27]

Gucdüvânî’nin ortaya koyduğu sekiz prensip, Hâcegân ve Nakşbendîyye tarikatlarında seyr u sülûkun temel kaideleri olarak kabul edilmiştir. Bunlar, günlük hayatta ve zikir esnasında müridin riayet etmesi gereken kaidelerdir.

Sekiz kaideden ilk dördü olan hûş der dem, nazar ber kadem, sefer der va­tan ve halvet der encümen, müridin günlük hayatta uyması gereken kurallardır. Diğer dördü ise günlük evrat ve zikir esnasında uyacağı prensiplerdir.

Muhammed Pârsâ, Abdulhâlik Gucdüvânî’nin derlediği sekiz kaide­den günlük hayatla ilgili ilk dördünü zikrin esası, günlük evrat ile ilgi­li diğer dördünü ise zikrin rukünleri olarak tasnif etmiştir. Çünkü gö­rünüşte zikir günün belli vakitlerinde icra edilen bir evrat ise de, hakikatte günün her anına ve bedenin her hücresine yayılan bir bilinç düze­yidir.

Ahmed Kâsânî de bu kaidelerin bir zâhirî, bir de bâtınî anlamları olduğunu, müridlerin mânevî mertebeleri farklı olduğu için kendi kabiliyetlerine göre bu kaideleri anladıklarını ifade etmiş ve ilk dört kaidenin zâhirî ve bâtınî mânâlarını açıklamıştır.

Kelimât-ı Kudsiyye diye adlandırılan on bir kâide şunlardır:

1. Hûş der dem

Alınan her nefeste gafletten uzak olmak, bilinçli olmak, her an Allah(cc) ile olmak ve gaflete düşmemek anlamında bir terimdir. Nefes alıp verirken çıkan “he” sesi, sâlike gayb-ı hüviyeti, yani Allah(cc)’ın zâtını hatırlatmalıdır.

Verilen her nefes bir hazinedir, ancak insanlar çoğunlukla bunun farkında değildirler. Verilen her nefes insanın değerli ömründen bir parça koparıp götürür ve yerine başka bir şey konamaz. Bu sebeple her anı şuurlu geçirmek gerekir. Huş der dem teriminin bir mânâsı da sâlikin içinde bulunduğu makam ve hâle riayet etmesidir.[28].

Hûş, akıl mânâsına gelir, dem ise nefes demektir. Hûş der dem, nefes alıp verişimiz esnasında uyanık olmak, gafletten korunmaktır. Nefesleri gafletten korumak, kalbi huzura kavuşturmak ve mutmain olmaktır.

Huzurla alınan her nefes, Allah(cc) Teâlâ’nın Hayy isminin bir tecellisidir. Nefes alışverişlerinde, gafletten uzaklaşmak çok zor bir iştir. Bu yüzden sâlikin bir taraftan tevbe ve istiğfar ederek, gaflet hâllerinden temizlenmeye çalışması da seyr u sülûk için lüzumludur.

Bahâeddîn Nakşbend, bütün işlerin binası; nefesi yükseltmek ve bu suretle de maziyi hatırlamamak, istikbali düşünmeye fırsat bırakmamaktır, der.[29] Bu gerçeği Mehmet Akif Ersoy (ö.1355/1936) şu şekilde vecizleştirmektedir:

“Geçen geçmiştir artık ân-ı müstakbelse mübhemdir

Hayâtından nasîbin bil şu geçmek isteyen demdir”.[30]

Hucvirî (ö.465/1072), sûfînin vakitle yaşadığı deneyimi şu şekilde anlatır:

“Kul vakitle mazi ve müstakbel, geçmiş ve gelecek düşüncesinden bomboş bir hâle gelir. Çünkü Hak’tan onun kalbine gelen vârid, onun sırrını kendisinde cem’ hâline getirir. Bu noktaya erişebilmek ise zordur. [31]

Konuyla ilgili olarak Necmeddin Kübra (ö.618/1221) her nefesin giriş ve çıkışında, onu gafletten korumanın sâlik için lüzumlu olduğunu; fakat yine de kişinin gafletten dolayı her zaman istiğfar etmesi gerektiğini söylerken, Mevlânâ Saadeddin Kaşkârî (ö.860/1456) şu değerlendirmede bulunur: “Hûş der dem, yani bir nefesten diğer bir nefese geçişin gafletle değil, huzur ile olmalıdır.”[32]

Hayattan zevk alamayan, stres, keder, buhran ve tasadan kurtulamayan, çağımızın yalnızlık hastalığına giriftar olanlar, sûfîlerin ânı severek yaşamaya davet eden seslerine kulak vermelidirler. Zira Rabbi ile hoş olanın kaygısı olmaz.[33]        

2. Nazar ber kadem

Nazar ber kadem, hem harfi harfine, hem de sembolik olarak ayağa bakmak demektir. Kelime anlamının böyle olmasının sebebi, kişinin kendisine lazım olmayan şeyleri görmesinden kaçınmak ve böylece de dünyaya bağlanmamak içindir.

Sembolik olarak da, nefiste tevazu duygusu meydana getirmek ve hakiki maksada doğru yönelmiş olan bir algıyı yitirmemek içindir.[34] Buna göre zâhirî anlamı ile sâlikin lüzumsuz şeyler görüp gönlünün dağılmaması için yürürken önüne/ayağına bakması anla­mında kullanılan bu terimi, sûfînin yürürken gaflet içinde olmaması ve attığı adımları hayır yolunda atmak için bilinçli olması şeklinde yo­rumlayanlar da vardır.

Ahmed Kâsânî nazar ber kademin bâtınî mânâ­sını şöyle açıklamıştır: “Sûfî tasavvuf yolunda hangi makama ulaşmış ise kalben oraya nazar etmeli, böylece gaybet değil huzur ve sahv içinde ol­malıdır ki buna fark ba’de’l-cem’ de derler.” İlk dönem sûfîlerinden Ebû Muhammed Murta’îş (ö.328/940); “Sûfî, himmeti/nazarı ve düşüncesi ayağının yanında olan kişidir”[35] demiştir.

Hucvirî de bu sözün sûfînin bedenini neredeyse kalbi ve düşüncesi de oradadır, bu kişi gaybeti olmayan bir huzur ve cem’ul cem makamındadır, diye yorumlamıştır.[36]

Nazar ber kademin bir diğer mânâsı şudur: Sâlik nefis engelleri aşmada ve tasavvuf yolunda öyle hızlı ilerlemeli ki, gözünün ulaştığı son noktaya bir anda adımını atıp ulaşmalıdır. 

“Nazar ber kıdem” şeklinde okuyanların da bulunduğu bu terim, bir yandan da ezelî olan Allah(cc)’ı düşünmek ve dünyanın fânî olduğunu bilmek diye yorumlanmaktadır. Bu terim bazı kaynaklarda “Nazar der kadem” şeklinde kaydedilmiş ise de mânâsı değişmemektedir.

3. Sefer der vatan

Tasavvufî eğitimin erdirici yollarından biri de seyahattir. Vatanda yolculuk anlamına gelen bu terime yüklenen mânâlar şunlardır:

  1. Sâlikin kötü huylardan iyi huylara, beşerî sıfatlardan melekî sıfatlara doğru sefer etmesi ve ahlâkını değiştirmesi.
  2. Mürid olmak isteyen kişinin uygun bir şeyh bulmak gayesiyle yolculuk etmesi ve farklı şehirlerde dolaşması.
  3. Sûfînin vatanda yani halvet odasında zikir ve müşahede ile meşgul olarak kalp gözünün açılması ve bu kalp gözüyle âlemi müşahede etmesi, âlemin ilginçliklerinde bu göz ile yolculuk etmesi.
  4. Sûfînin kalben dünyevî düşüncelerden ve mâsivâdan Allah(cc)’a doğru sefer etmesi.

 

Tasavvuf düşüncesinde kişinin durağan ve statik değil dinamik ve hareketli olması önemlidir. O nedenle yatan aslandan gezen tilki yeğdir denilmiştir. Dar çerçevede kalan kişilerin ufku çevresiyle sınırlıdır. Bu gerçeği Mevlânâ şöyle ifade eder:

“Ah! Bir ağaç yaprakları ve kanatlarıyla hareket edip dolaşabilseydi! Balta darbelerinden, testere acısından ağrı duymazdı!” [37]

Diğer yandan, İslâm kültüründe Müslümanların dinlerini yaşama ve yaşatma imkânı bulmadıkları zaman hicret etme geleneğine başvurması var olabilme mücadelesinin adıdır. Çünkü kayıtlardan kurtulmanın, mâsivâdan ilgiyi koparmanın ve ulvî gayelere râm olmanın esası yol oğlu olabilmektir. Zaten hayat da bir yolculuk değil mi?

Yolun sırrına vakıf olmak, yolun hakkını vermek menzile varmanın şartı değil mi? “Seyahat edin ki sıhhat bulasınız”, “Çok yaşayan değil çok gezen bilir”, “İşleyen demir ışıldar”, “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır”, “Harekette bereket vardır” gibi sözler ile seyahatin bir ruh ve beden eğitimi olduğu vurgulanmıyor mu?

Mâneviyat erenleri yolculuk deyince, hac yapmayı, ilim meclislerine uğramayı, cihada katılmayı, sıla-i rahim yapmayı, haksızlığı önlemek için zorbaların karşısına çıkmayı, hâllerin inkişafını sağlamayı, mübarek yerleri ziyaret etmeyi, şeyhlerle görüşmeyi amaçlamışlardır.[38]

Bektaşî şairlerden Seher Abdal, bir müseddes-i mütekerririne;

“Yine seyyah oluban destime aldım teri

Yine ben azm-i diyâr etmeye kıldım seferi[39]

Beytiyle başlar ve âdeta başkalarının zaruret hâlinde çıktığı yolculuğa dervişlerin isteyerek çıktığını beyan eder. Meşhur sûfî Bişr-i Hafî, “Seyahat ediniz, çünkü su seyahat edince güzelleşir, durursa bozulur ve sararır.”[40] derken, Hallâc’ın öğrencisi Şiblî, “Sefere sefer denilmesi kişilerin huylarını ortaya çıkarmasından dolayıdır.”[41] tespitinde bulunur ki bu sözüyle, kişinin karakterinin ya alış-veriş ya da seyahatte belli olacağını beyan eden nebevî işarete vurgu yapmaktadır.

Sûfî şahsiyetlerin hayatını okuduğumuzda çoğunun yanlarında kemâle erecekleri, kendilerinden hakikati terennüm edebilecekleri, hayatın sırrına vakıf olabilecekleri bir mânâ erini bulabilmek için yıllarca ülke ülke dolaştıklarını görmekteyiz.

Tasavvuf yoluna girmek isteyen sâlikten yolun yaman ve çetin olduğunu bilmesi, yolculukta kendine kılavuz seçmesi istenir. Yoldan şaşmamak, çetin ve yaman merhaleleri aşmak için ruh kılavuzuna ihtiyaç vardır.

Herkesin ruhunun ikizini bulması, hâline giriftar olan ve kendisini dönüştürecek kıvama sahip bir motor gücünü bulması gerekir. Zira hakikat kulvarında yürümek isteyenlerin önünü yol haramîleri kesebilir. O nedenle rehberi iyi seçmek gerekir. Bu çerçevede Nakşbendîyyenin on bir esasından biri de sefer der vatan prensibidir.

Sefer der vatan, yani vatandayken yolculuk etmek, sûfî hayatının genel bir özelliği noktasından farklılığa işaret eder. Yeryüzünde zâhiri olarak yolculuk etmek, doğrusu bir ayna görevi görebilir ve içsel/bâtınî bir seyahate destek de olabilir. Ancak aynı zamanda esas maksadını yok etmeye ve kendi içinde bir amaç hâline gelmeye de müsaittir.

Bu noktada Nakşbendîler bâtınî yolculuğa, yani merkezinde kalbin bulunduğu kişinin içsel âlemindeki, kendi vatanındaki yolculuğa vurgu yaparlar.[42] Yûnus Emre kendi tecrübesini aktarırken şeyh edinmek için çıktığı yolculukta yukarı illere, Azerbaycan ve Kafkasya sınırlarına vardığından, Rum ile Şam’a uğradığından, gurbeti yaşadığından şöyle bahsetmektedir:

“Ben yürürem ilden ile dost soraram dilden dile

Gurbetde hâlüm kim bile gel gör beni ‘ışk n’eyledi.[43]

Gezdüm Urum’ıla Şam’ı yukaru illeri kamu

Çok istedüm bulımadum şöyle garîb bencileyin[44]

 

Gurbet ilinde yürürem dostı düşümde görürem

Uyanup Mecnûn oluram gel gör beni ‘ışk n’eyledi.[45]

Kayseri Tebriz ü Sivas Nahcuvan u Maraş Şirâz

Gönül sana Bağdâd yakın âlemlerde dîvândasın.[46]

İndük Rûm’ı kışladuk çok hayr u şer işledik

Uş bahâr geldi girü göçdük el-hamdüli’llâh.[47]

Tasavvuf yolunda hakikatlerin aramakla bulunamayacağını ama bulanların da arayanlar olduğu beyan edilir. Bu minvalde günümüz Cerrâhî şeyhlerinden İbrahim Fahreddin Şevki (Erenden) Efendi (ö.1386/1966) “Gezen, ere kavuşur; sebat eden, gezmeyen er olur.”[48] ifadesi ile bir gerçeğe temas etmektedir ki o da sûfîlerin ifadesiyle her kapı hiç kapı, bir kapı her kapıdır.

Yani nefsânî arzularına zor geldiği için mürşid beğenmeyen, egosunu tatmin için dergâh dergâh dolaşan insanların da bir mesafe alamayacakları ama şer’î esaslara râm olan, mânevî donanımı yüksek bulunan hakikat erlerinin rahle-i tedrisatında yetişenlerin, sebat edenlerin yol alacağı beyan edilir.

Seyahatle yerleşik hayatın kişiye özgü katkıları vardır. Zira yolculuk öğrenmeyi, ikâmet yaşamayı kolaylaştırır. Bir yerde sürekli oturmak kalbi katılaştırırken, sürekli dolaşmak da kalbi karıştırır.

Bedenin yolculuğu kadar ruhun seyr u seferi de önemlidir tasavvuf kültüründe. Attâr’ın Farsça destanı olan Mantıku’t-Tayr’ında gayet güzel bir biçimde simgeleştirdiği ruhun yolculuğu tasavvufta ayrı bir önem arz etmektedir.

Ruhun yolculuğu genellikle yedi durağı kat etmek suretiyle gerçekleşir.[49] Diğer birçok sûfî gibi Attâr da, yolun sonu diye görünen yere ulaşmanın, aslında yalnızca bir başlangıç olduğunu söyler. Çünkü Allah(cc)’a yolculuk son bulduğunda, Allah(cc)’ta yolculuk başlar. Allah(cc), daima lâ mekân veya nâ-kûcâ-âbâd/yer olmayan yer’de bulunma özelliğiyle nitelenmiştir.

Kur’ân’da Rabb, “Arş’a istivâ eden” Bir olarak tanımlanır ve Arş’ının bütün evreni kuşattığı ifade edilir. Allah(cc)’ın Arş’ı cennet, cehennem ve bunlarda bulunan her şeyin ötesindedir, yine de insana şahdamarından daha yakın olan Rabbimiz insan gönlünün derinliklerine yerleşir.

Şu hâlde rızâ-yı İlâhî’ye ulaşmada iki yol vardır: Birincisi Kaf dağına veya daha ötekilere doğru seyahat, diğeri ise insan ruhunun deryalarına seyahat. Kuşların Kaf dağına yolculuğunu Mantıku’t-Tayr’da bu derece etkili bir biçimde anlatan Attâr, Musîbetnâme isimli eserini ise sâliki kırk uzlet makamını aşarak kendi ruhsal derinliklerine götüren bu yolculuk üzerine kurmuştur.

Her iki yöntem de meşrudur. Birisi, ilâhî nurun her şeye nüfuz ettiği ve parlaklığı sayesinde her şeyin görünür hâle geldiği ilâhî mehabetin yüceliklerine yükselmek; diğeri ise bütün sözcüklerin ifadede başarısız kaldığı, ruhun Tanrı’nın engin deryasına dalarak, derin bir vecd içinde kendisini kaybettiği karanlık derinliklere inmektir. [50]

Bâtıldan Hakk’a, yanlıştan doğruya, kötülükten iyiliğe, noksanlıktan kemâle, zulümden adalete, yanlıştan doğruya ve ataletten gayrete koyulmanın adıdır yolculuk aslında. [51]

4. Halvet der encümen

Zâhirde halk ile esasta Hak ile bulunmak. Toplum içinde yalnızlık anlamına gelen bu terim sûfînin bir köşeye çekilmeyip halk arasına karışmasını, ancak bedenen halk arasında iken kalben onlardan ayrı, yalnız ve Allah(cc) ile birlikte olmasını ifade etmektedir. 

Evliya Kebir’in bu terimi izah ederken şöyle dediği nakledilir:

“Zikre devam eden kişi onun vecd ve istiğrakı ile öyle bir mertebeye ulaşır ki, zikir kalbini kuşattığı için pazara girse bile hiçbir ses duymaz”.

Ubeydullah Ahrâr da zikre kendini veren sâliklerin beş altı gün bu hâli yaşadıklarını ve bu süre içinde halkın ses ve gürültülerini zikir olarak işittiklerini ilave etmiştir. Ahmed Kâsânî’ye göre halvet der encümenin bâtınî mânâsı, kesrette vahdeti müşahede etmektir. Kudsî bir hadisteki:

“Her kim benim velî kullarımdan birisine düşmanlık ederse, ben ona harp açarım. Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum bana devamlı nafile ibadetleri ile yaklaşır, bunun sonucunda ben onu severim. Bir kere onu sevdim mi, ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Eğer benden bir şey isterse onu verir, bana sığınırsa muhakkak onu himaye ederim.”[52]

İfadelerinde halvet der encümen prensibinin anlatıldığı söylenir. Bu yönüyle halvet der encümen yani halk içinde Hak ile olmak yeni ve orta dereceli sûfîlerin değil, tasavvufî eğitimin sonuna ulaşmış kişilerin ulaşabileceği bir makamdır.

Halk içinde Hak ile olmak, sûfînin dünyevî bir iş ile meşgul olarak sıradan bir insan gibi yaşamasını ve bu sayede mânevî hâlini halktan gizlemesini esas alan bir prensip olup tasavvuftaki melâmet düşüncesinden gelmektedir.

Halvet der encümen, yani toplum içindeyken uzlette olmak; bir çeşit müptelalığa ve hatta paradoksal olarak gösterişe varıp yozlaşabilecek olan, toplumdan devamlı ve fiziksel olarak çekilmek suretiyle inzivayı kabul etmeyen bir usûldür.

Allah(cc) ile yalnız kalmanın doğrusu, cemiyet içinde olanıdır; çünkü İslâm ideali hem dışsal bir faaliyetin, hem de içsel bir huzurun birleşimini gerektirir ve garanti eder.[53] Bu bağlamda Nakşbendîler, sık sık Kur’ân’ın şu ifadesine atıfta bulunurlar: “O adamlar ki ne ticaret, ne alışveriş onları Allah(cc)’ı anmaktan alıkoyamaz.”[54]

Bundan başka, günümüz insanının bir diğer sorunu da kalabalıklar arasındaki yalnızlıktır. Kuşkusuz kalabalıklar arasındaki yalnızlık, Nakşbendîlerin “halvet der encümen” dedikleri şeyden farklıdır. Bugününün insanı kalabalık arasında bulunduğu halde selâm vermeye, kelâm etmeye, yüz yüze görüşmeye, giderek hasret kalmaktadır.[55]

Şu bir gerçek ki, gök kubbede bâkî kalan hoş bir seda, insan olmanın sırrı bir yaraya merhem olmaktır. Gayemiz, dertlilerin dermanı, gönüllerin şifası, kimsesizlerin kimsesi, gariplerin sedası ve yaratılmışların hizmetkârı olmalıdır.

Hizmet; diğerkâmlık, fedakârlık, azim ve iştiyakın ürünüdür. Hizmetin bedeli candır, maldır ve emektir. Zira tarih boyunca başta peygamberler olmak üzere insanlığa ışık tutanlar, halka hizmeti Hakk’a kulluk bilmişler, çileyi rahmet yükü olarak omuzlamışlardır. Onlar için şu müjde yetmektedir: “Bir topluluğun efendisi, o topluluğa hizmet edendir.”

Hizmet erbabı olmak, sağında ve solunda kim var diye bakınmak değil, Hakk’ın rızasını güdüp samimiyet testinde başarılı olmaktır. Böylesi şahsiyetler, Hak bildiği yolda yalnız da kalsa görevinin bilincindedir. Dolayısıyla hizmet yükünü omuzlayan kişinin uyanık olması gerekir. Bu durumu Mevlânâ şu ifadesi ile dile getirmektedir: “Uyanık insan dertli insandır.”

Bir hadis-i şerif’te; “Halka su dağıtan kimse suyu en son içer.”[56] buyurulmuştur. Peygamber Efendimiz bu veciz sözlerini bir sefer sırasında söylemiştir. Uzun yolculuk esnasında Müslümanlar hem iyice yorulurlar hem de içecek suları tükenir. Haris bin Rib’î, yorgunluğuna rağmen Resûlullah(sav)a hizmette kusur etmemeye çalışır.

Müslümanlar susuzluktan iyice bunalınca, Peygamber(sav) içinde birazcık su kalmış olan küçük matarasını ister. İşte o anda Resûlullâh(sav)’ın mucizelerinden biri gerçekleşir. Ebû Katâde’nin tuttuğu bardağa mübarek elleriyle matarasından su doldurmaya, Ebû Katâde de sahâbîlere dağıtmaya başlar. Sahâbîler kana kana içerler. En sona Allah’ın Resûlü ile Ebû Katâde kalır.

Resûlullah(sav) bardağı doldurduktan sonra Ebû Katâde’ye; “İç!” der. Fakat Ebû Katâde, Efendimizden önce içmek istemez; “Sen içmedikçe ben içemem yâ Resûlallâh!” der. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem(sav)“Halka su dağıtan kimse, suyu en son içer.” buyurur. Neticede Ebû Katâde bu emre boyun eğip suyu içer, son olarak da Allah Resûlü(sav) içer.[57]

Halvet ve uzletle başlayan tasavvufî eğitimin hedefi, sülûkun çeşitli aşamalarından geçtikten sonra insanı, karşılıksız hizmetin eşiğine getirmektedir. Bu devreye tasavvufta celvet devresi denmektedir. Celvet bütün tarikatların esasıdır. Celvet halk içinde olmak, halka hizmet hâlinde bulunmak demektir.

Bu hizmetin peygamberlerde olduğu gibi Allah(cc) rızası uğrunda yürüyebilmesini sağlayabilmek için halvet-uzlet ve sülûkun onca zorluklarına katlanıyoruz. Gaye, insana hizmettir; ama bunun Allah(cc)’ın istediği şekilde yürümesi için bir eğitim gerekmektedir. İşte tasavvuf, bu eğitimi veren müessese oluyor. Bu minvalde Marûf Kerhî diyor ki:

“Dâvud Tâî’nin sohbetinde bulunanlardan biri bana, sakın ameli terk etmeyesin, çünkü amel seni Mevlâ’nın rızâsına yaklaştırır, dedi. Ben; amelden kastın nedir, diye sordum. Bana şu cevabı verdi: Devamlı olarak Rabbine itaat hâlinde olmak, Müslümanlara hizmet ve nasihatte bulunmak.”[58]

Müslümanlara hizmet, seyr ilallahta büyük ve önemli bir iştir. Çünkü hizmet, kalbe alçakgönüllülüğü aşılar. Müminlere karşı şefkati artırır. İhvana hizmet etmeye alışmayan kimse ile müminlere karşı alçakgönüllü olma arasında kesif bir perde vardır.[59] Hizmete gönlü seferber etmenin örneği olarak, sûfî gelenekte anlatılan şu öykü şayan-ı dikkattir:

“Bir şeyh hastalıktan daha yeni kurtulmuştu. Kış mevsimiydi, bu nedenle onun dervişi daima şeyhin sabah namazı abdesti için suyu ısıtmak üzere erkenden kalkardı. Bir sabah derviş uyandı ve üstadının çoktan uyanmış olduğunu gördü. Bir su ibriğini kaptı ve sıkıca göğsüne bastırdı. Suyu dökmeye başladığı zaman, su şeyhin ellerini yaktı. Şaşıran şeyh sevgili dervişine sordu; “Nerede kaynattın bunu?” Derviş cevap verdi: “Gönlümün ateşinde.”[60]

Karşılık beklemeden yardımcı olmak anlamındaki hizmetin tasavvuf kültürü için önemli bir yeri vardır. Horasan tasavvufun fütüvvet neşesini benimseyen Nakşbendîlikte hizmet konusu tasavvufî eğitimin usûllerinden biri olarak önem arz etmektedir.

Kaynaklarda sûfîlerin dört tür hizmetinden bahsedilmektedir: Halka hizmetleri, hayvanlara hizmetleri, müridlerin şeyhe hizmeti, şeyhin müridlerine hizmeti.

Sûfî geleneğinde müridin, şeyhin cemaatine resmen kabul edilebilmesinden önce genellikle üç yıl hizmette bulunması gereklidir; bir yılı halka hizmet, bir yıl Hakk’a hizmet, bir yılı da kendi kalbini müşahede içindir.

Mevki, makam, bilgi ve mansıp bakımından üst konumda bulunan müridlerine kimi meşâyih, ağır, katlanılması ve kabullenilmesi zor görevler yüklemek, bayağı işlere giriftar kılmak suretiyle hem kibir ve gururlarını kırmak hem de nefsânî arzularının önüne geçmelerini sağlamak istemişlerdir.

Bir zamanlar üst düzey bir memur olan Şiblî, sonunda “Kendimi Allah(cc)’ın mahlûkatının en âdisi sayıyorum.” dediği bir noktaya gelmiş ve ancak bu sözlerden sonra Cüneyd tarafından kabul edilmiştir. Bu tutumu gayet iyi canlandıran bir hikâye de on ikinci yüzyılda Mecdüddîn-i Bağdadî hakkında anlatılır:

“Şeyh onu önce abdest işleriyle ilgili hizmetlerle görevlendirir. Doktor olan annesi bu durumu işitir – şeyh de doktordur – ve şeyhe bir kimse ile şöyle bir temenni iletir: Oğlum Mecdüddin nazik bir insandır, görev olarak verdiğiniz bu iş çok tuhaftır. Eğer şeyh müsaade buyururlarsa ben o hizmetleri görmek için on tane Türk delikanlı gönderirim. Yeter ki oğlumu başka bir hizmete versinler.

Şeyh şöyle buyurur: “Ona şöyle deyiniz. Tıp ilmini bilen bir kişi olarak bu sözün sizden sadır olması tuhaf bir şeydir. Oğlunuz ateşli bir hastalıktan acı çekse ona ait olan bir ilacı bir başka delikanlıya versem, oğlunuz sıhhat bulur mu?”[61]

İbrahim b. Edhem ile İmâm-ı Azam hakkında anlatılan şu öykü, kulun her şeyden önce Allah(cc)’ın dinine hizmet etmesi gerektiğini ifade etmektedir:

“Üzerinde yamalı bir yün elbise ve aba bulunan İbrahim b. Edhem Ebu Hanife’nin(ra) yanına gelir. İmâm-ı Azam’ın sohbetinde bulunanlar, ona istihfafla bakarlar. Bunun üzerine İmâm-ı Azam, “Gelen efendimiz İbrahim b. Edhem değil midir?” deyince, yanında bulunan talebeler; “Müslümanların imamı olan bir zâtın dilinde böyle alaylı ifadeler bulunmaz, bu zât bu efendiliği ne ile buldu ki?” derler.

İmâm-ı Azam der ki: “Sürekli olarak hizmet etmekle efendi oldu. Biz kendi hizmet ve işimizle meşgul olduk, o ise Allah(cc)’a hizmet işi ile meşgul oldu ve böylece efendimiz oldu!”[62]

Peygamberlerin hayatında da iki önemli özellik daima ön plana çıkmaktadır: İnsana hizmetin esas olması ve insanlığın bir bütün olarak düşünülmesi.[63]

Bahâeddîn Nakşbend müridlik döneminde şeyhinin tavsiyesi ile bir süre hayvanlara hizmet etmiş, onların bakımı, tımarı, hastalarının tedavisi gibi görevleri üstlenmiştir. Yollardaki köpek­lere de bu şekilde yardımcı olur. Hayvanların da Allah(cc)’ın mahlûku olduğunu ve onların üzerinde rubûbiyyet nazarının bulunduğunu dü­şünerek bu hizmetleri îfâ eder.

Bir dostu evine misafir olunca ona her türlü hizmeti yaptığı gibi, binek hayvanına da gereken alâkayı gösterir­. Bu konuda Ali Râmîtenî’nin “Dostumun gelmesine vasıta olan bu hayvandır.” diyerek dostundan önce binek hayvanının bakımı ve gıdasıyla meşgul olduğu söylenir.

Ahmed Kâsânî de müridlerine tavsiyelerde bulunurken, hizmette insanlar arasında ayrım gözetmedikleri gibi, insan ile hayvan arasında da ayrım yapmamalarını söyler.

Şeyhini ziyaret etmek müridin bir diğer görevidir; çünkü başka yerde bulamayacağı şeyi onda bulur. Bir şeyhe hizmet etmek, bu, “Cüneyd’in abdesthanesini otuz yıl temizlemek” olsa bile, mürid için en yüksek onurdur. İleri gelen şeyhlerden biriyle karşılaşmak bile, insana yüksek bir mevki sağlar.[64] Tasavvuf ehlince hizmet, genel bir âdâbdır. Onlar demişlerdir ki:

“Şeyhlerimizden biri, seksen yaşında olduğu ve biz de henüz yeni ilme başladığımız halde ayakkabılarımızı bize o düzeltirdi. Onun bu davranışının, hizmete alışmamız ve insanların hepsine alçakgönüllü olmamız üzerinde müspet yönde büyük etkisi olmuştur.

Allah(cc) için hizmet, tabiatı itibariyle ancak Allah(cc)’a ve ahirete iman eden, aziz ve zelil kılanın kesinlikle Allah(cc) olduğunu bilen, Allah(cc) için tevazû göstereni Allah(cc)’ın yükselteceğinin, ihvana hizmetten dolayı Allah(cc)’ın kişiye sevap vereceğinin şuurunda olan kişi yapabilir.”[65]

Samimiyetle yapılan hizmetin insana uzun süre ibadet ile elde etti­ğinden daha fazla mânevî mertebeler kazandıracağı kabul edilmektedir. Ubeydullah Ahrâr bu konuda şöyle der:

“Zamanın gereği ne ise onunla meşgul olmak gerekir. Zikir ve murakabe, bir Müslüman’ı rahatlatacak olan hizmet bulunmadığı zaman yapılır. Bir insanın gönlünü kazanma­ya vesile olacak olan hizmet, zikir ve murakabeden daha önde gelir.

Ba­zıları nafile ibadetle meşgul olmak hizmetten daha önemlidir zanneder­ler. Hizmetin semeresi gönüllerde muhabbet ve huzurdur. ‘Kalpler, kendisine iyilik eden kişiye sevgi duyan bir yapıda yaratılmıştır.’ sözü bunu açıklamaktadır. Nafilelerin neticeleri, müminlerin sevgisinin ne­ticeleriyle asla bir olamaz… Ben bu yolu sûfîlerin kitaplarından öğren­medim, halka hizmetle elde ettim.”

Ahmed Kâsânî de hizmetin öne­mini ve faydasını şöyle ifade etmiştir:

“Dünya hizmet yeridir, ahiret ise kurbet yani Allah(cc)’a yakınlık yeri. Kurbet, hizmet nispetinde olacak­tır. Bazı şeyhlerin müridlerini tuvalet temizliği gibi zor ve nefse ağır gelecek hizmetlerle görevlendirmesi, onların kibir, gurur ve kendini beğenme/ucb gibi kötü huylardan arınmasını sağlamak için bir tasavvufî eğitim metodu olarak kullanılmıştır.[66]

Özetle kişi, bütün halkı hizmet edilenler kendisini de hizmetçiler de­recesine indirdi mi, halka hizmette başarılı olabilir. (Kendisi hadim, halk mahdum olmalıdır.) Yani insanlar arasında fark gözetmeden herkese hizmet eder, herkesi kendinden daha iyi olarak görür, herkese hizmet etmeyi kendine görev bilir, bu hizmet sebebiyle kendisi­nin başkalarından daha üstün olmadığı kanaatini taşır. Çünkü bu, büyük bir hüsran, açık bir ayıp, fahiş bir aldanış ve bu zamanda de­vası bulunmayan bir derttir.[67]

5. Yâd kerd

Kelime olarak zikretme, hatırlama anlamına gelen bu terim, sâlikin murakabeye ulaştıktan sonra uyguladığı nefy u isbat zikridir. Her gün belli sayıda yapılır. Zâkir, gözlerini yumar, ağzını kapatır, dişlerini birbirine kenetleyip dilini damağına yapıştırır. Nefesini tutup, dili hareket etmeksizin kalbiyle zikredecek şekilde illallah lafzını kalbine vurdurur.

Hararet, bütün vücuduna başını hareket ettirerek yayılır. Kalbinden bütün fânîleri çıkarıp onlara fenâ nazarıyla; Bâkî olana da bekâ nazarıyla bakar. Bu şekilde yirmi bir veya yirmi üç kez söyledikten sonra “Muhammedun Resûlullâh(sav)” der. Bu esnada maksudundan başkasını düşünmez.[68]

Zira nefy ü isbatta mürid, zâhiren nefes verirken bâtındaki hatarâtı da nefyetmektedir.[69] Bahâeddîn Nakşbend’in ilm-i ledünnün kapısı olarak nitelendirdiği yâd kerd ile Yoga’daki[70] bu nefes egzersizinin neticeleri arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.

Soluk alıp verme, kişinin istemli ya da istem dışı gerçekleştirdiği yegâne işlemdir. Soluk alıp vermeyi kontrol altında tutmak, Yoga’da zihni denetlemenin ön hazırlığı olup, bu da prana enerjisine ulaşmanın ilk adımıdır.[71]

Kişi, arzu ettiği gibi nefes alabilir ya da nefesini bilmezden gelebilir. Bu durumda beden, nefesi kendi başına almaya başlar. Nefes alma işlemi, refleks hâlinde gerçekleşir. Beden, nefes almadan işlevini yapamayacağı için nefesi bilinçli olarak denetlemeyi bıraktığımızda zihnin bilinçsiz bir kısmı çalışmaya başlayarak bizim için nefes alır. Bu görevi beynin alt bölümleri yerine getirmektedir.

Kişi, nefesini denetlemeyi bıraktığında nefes alma işlemi beynin ilkel kısımlarının denetimine girecek, ardından fazla farkında olmadığımız bu duygu, düşünce ve hislerin bulunduğu bilinçsiz zihin devreye girecek, başka bir ifadeyle nefes denetlenmediğinde nefes rast gele ve düzensiz hâle gelecektir.[72] Dolayısıyla yâd kerddeki uygulama, sâlikin vukûf-ı kalbîyi gerçekleştirmesinde önemli bir adımdır.[73]

6. Bâz geşt

Geri dönüş veya başka bir makama dönüş anlamına gelen bu terim, nefesi tutarak kalp ile birkaç kez yapılan kelime-i tevhid zikrinden sonra nefesi salarak dil ile “İlâhî ente maksudî ve rızake matlubî” (Allah’ım! Maksadım sensin ve isteğim senin rızandır.) cümlesini söylemeyi ifade eder.

Bu cümle sayesinde kalbe gelebilecek olan iyi ve kötü tüm düşüncelerin/havâtırın silindiği söylenir. Kalbe gelen havâtır bu cümle ile geri döndüğü ya da sûfî kalb ile kelime-i tevhid zikrinden sesli ve farklı bir zikre döndüğü için bâz geşt diye adlandırılmış olmalıdır.

Yeni müridlerin bu cümleyi önceleri taklidi olarak söyledikleri ve zamanla hakikatine erdikleri ifade edilir.[74]

7. Nigâh daşt

Koruma, muhafaza etme anlamındaki bu terim, kalbin dünyevî düşüncelerden korunmasını ifade eder. Nefesi tutarak yapılan kelime-i tevhid zikrinin gayesi de aynıdır.

Ubeydullah Ahrâr’a göre nigâh daşt, “ilâhî ente maksudi…” cümlesiyle Hakk’a dönen sâlikin bu dönüş ve yöneliş hâlini muhafaza etmesidir. Bu terim bazı kaynaklarda nigeh daşt şeklinde kaydedilmiş ise de mânâsı aynıdır.[75]

8. Yâd daşt

Hatırında tutma, anma anlamına gelen bu terim, daha önce zikredilen üç terimin gayesi olup Allah(cc)’ı hatırlama hâlinin daimi olmasını ifade eder.

Buna müşahede ve gaybetsiz huzur da denir. Ubeydullah Ahrâr’a göre yâd daşt, nigâh daşt’ın derinlemesine yapılmasıdır.[76]

Gucdüvânî’nin Tasavvuf Anlayışı

Gucdüvânî kurduğu tarikatta cehrî zikir, semâ ve halvete yer vermeyerek tasavvufî eğitimde yeni bir usûl takip etmiş, ayrıca sünnete sarılmaya ve bidatlerden uzaklaşmaya ısrarla vurgu yapmıştır.

Devamlı olarak sıdk ve safaya, şeriat ve nebevî sünnete tâbî olmak, heva ve hevese muhalefet etmek üzerinde durmuştur.[77] Dervişlerinden bir tanesi;

“Eğer Hak Teâlâ beni cennetle cehennem ortasında serbest bıraksa ben cehennemi tercih ederim. Çünkü bütün ömrümde nefsin isteklerine karşı mücadele edip durdum. O durumda cenneti istesem nefsin isteği olur. Oysa cehennem Hakk’ın muradıdır.” deyince, Gucdevânî;

“Evladım! Kulun tercihle işi ne? Nereye git derlerse gider, nerede ol derlerse olur. Bendelik budur, senin dediğin değildir.” sözleri ile kendisini uyarır.[78]

Dolayısıyla onun öngördüğü tasavvuf çizgisi teslimiyet üzerine bina edilmiştir. Ne cennet umudu ne cehennem tasası, onun çağrısı sadece Hak rızasıdır. Hakk’ın takdirine rıza göstere her daim Rabbi ile hoşnuttur.

Halifelerinden Evliyâ-yı Kebir’e tavsiyelerde bulunurken; “Fıkıh ve hadis ilmini öğren, cahil sûfîlerden uzak dur, malın fıkıh kitapları olsun, birisi seni methedince gururlanma, kınayınca da üzülme, insanlardan bir şey isteme, fütüvvet ehli ol ve Hak Teâlâ sana ne vermişse onu halka dağıt.” demesi ve kabrinin üzerine türbe yapılmasına razı olmaması gibi davranışları, kendisinde Horasan’ın melâmet düşüncesi ile Mâverâünnehir’in dinî/şer’î havasının birleştiğini göstermektedir. Bu sentez, Hâcegân tarikatının genel karakteri olarak devam etmiş ve takriben iki asır sonra Nakşbendîyye tarikatına miras olarak devredilmiştir.

Abdulhâlik Gucdüvânî’nin prensiplerin­den birisi “halvet der encümen”dir. Bu terim, bedenen toplum için­de iken kalben halvette ve Allah(cc) ile birlikte olmayı ifade etmekte, dola­yısıyla tasavvuf geleneğindeki klasik halvet uygulamasına izin verme­mekte idi.

Gucdüvânî ve diğer bazı Hâcegân şeyhlerinin: “Halvet kapı­sını kapat, hizmet kapısını aç.”, “Uzlet kapısını kapat, sohbet kapısını aç.” gibi sözleri de aynı şeyi ifade etmektedir.[79]

Abdullah Ensârî el-Herevî, melâmeti; “Hak Teâlâ’nın yolunda halkın eleştirilerinden korkmamaktır.” diye tarif eder. Hâcegân tarikatının kurucusu Abdulhâlik Gucdüvânî de müridine yaptığı vasiyetlerinde şöyle demiştir: “Halkın övmesi ve yermesi senin nazarında bir olsun ve halkın kınamasına üzülme!”[80]

Hâcegân şeyhlerinden bazılarının cemaathâne, ribât ya da hankâh adını verdikleri tekkelerinin olmasına rağmen, Gucdevânî’nin halifesine “Tekke kurma, tekkede de oturma!” tavsiyesinde bulunması, tekke inşasına gereğinden fazla önem vermemek ve genç müridlerin tekkede başıboş oturmaması şeklinde algılanmış olmalıdır.

“İnsanlardan bir şey isteme!” ve “Civânmerd/diğergam ve fütüvvet ehli ol, Allah(cc) Teâlâ’nın sana ihsan ettiği nimetleri halka sun.” şeklindeki tavsiyeleri onun melâmetî kişiliğini göstermektedir.

“Halvet kapısını kapat, sohbet kapısını aç.” sözü ile sohbeti, halvetin zıttı olarak kullanmaktadır. Ancak “Gafil insanlarla sohbet etmekten, aslandan kaçar gibi kaç!” tembihinde bulunmaktadır.[81] Kimlerle sohbet edip arkadaşlık yapacağını ise şu şekilde belirtmektedir:

Bir kişide şu beş özelliği görmedikçe onunla arkadaşlık kurma:

  1. Fakirliği zenginliğe tercih etmek,

  2. Ameli ilme tercih etmek,

  3. Hor görülmeyi aziz tutulmaya ve iltifata tercih etmek,

  4. Basiret ve firâset sahibi olmak,

  5. Ölüme hazır olmak.”[82]

Hayatından Menkîbeler

Mü’minin Ferâseti

Güçlü feraset ve basirete sahip olan Gucdüvânî, müridlerini ilim ve irfanla donatmakta, edep ve ahlâk ile süslemekteydi. Molla Cami’nin nakline göre, bir aşure günü Gucdüvânî’nin yanına kalabalık bir gurup gelir. Hazret, marifet üzerine konuşmaktadır.

Sırtında hırka ve omzunda seccade ile zâhid suretinde yanlarına gelen bir genç, geçip bir köşede oturur. Gucdüvânî kendisi ile göz göze geldikten sonra, genç kalkıp; “Hz. Muhammed(sav) ‘Müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü o, Allah(cc)’ın nuru ile bakar.’ buyurmuştur. Bunun sırrı nedir?” diye bir soru sorar.

Gucdüvânî; “Bu hadisin sırrı zünnarını kesip iman getirmendir.” deyince, genç; “Zünnarım olmaktan Allah(cc)’a sığınırım.” diye mukabelede bulunur.

Gucdüvânî, hizmetçiye işaret eder. Hizmetçi de gelip gencin arkasından hırkasını çıkarır. Hırkasının altında zünnar gözükür. Daha sonra genç, zünnarını kesip imana gelir. Bunun üzerine sohbetine devam eden Gucdüvânî, ziyaretine gelen dostlarına şu tavsiyelerde bulunur:

“Ey dostlar! Geliniz ahde muvafakat edip zünnarlarımızı kesip iman getirelim. Bu zât zâhirî zünnarını kesti. Biz de kibir ve kendini beğenmekten ibaret olan zünnarımızı keselim. O, affa uğradı, biz de mağfur olalım.”

Dostlar halkasında bir tuhaf hâl zuhura gelir hepsi Hâce’nin huzurunda tevbelerini yenilerler.[83]

Namazda Huşû

Günlük ibadetlere, şer’î esaslara, itikadî konulara tavizsiz sadakati öngören Gucdüvânî, namazda huşû hakkında bir soru soran müridine şöyle cevap vermiştir:

“Namaz kılan kişiyi öyle bir havf ve haşyet sarar ki, kendisine ok atsalar bile bir söz söylemez.”[84]

Muhabbet

O dönemlerde Buhara ve civarında evler genelde kerpiçten yapılır, üzerleri de düz olurdu. Sıcak yaz gecelerinde halk evlerin damına çıkıp orada oturur, hatta evin içinden daha serin olduğu için bazıları orada uyurdu.

Abdulhâlik Gucdüvânî de bir gece Gucdüvân’daki tekkesinin üzerinde ibadetle meşgul idi. O esnada yan taraftaki komşu evinden de bazı sesler geliyordu. Kadın kocasına şöyle çıkışmaktaydı:

“On sekiz seneye yakındır senin evindeyim. Aç ve açık bıraktıysan da sabrettim. Sıcağa ve soğuğa tahammül ettim. Her ne getirdiysen fazlasını istemedim. Adını, şeref ve itibarını korudum. Başkasının önünde seni şikâyet etmedim.

Tüm bunlara sen benim olasın, ben de senin diye tahammül ettim. Ama şayet bir başkasına iltifat eder ya da benden başkasını tercih edersen Hâce Abdulhâlik’ın eteğine yapışır ve ilâhî adalet yerini buluncaya kadar elimi çekmem.”

Kadının bu sözü hoşuna giden ve gözleri yaşaran Gucdüvânî, kendi kendine şunları söyler: “Ey Abdulhâlik! Görüyorsun işte, bu kadın bir yaratılmışın muhabbetiyle bunca sıkıntıya tahammül etmiş.”[85]

Bu sözün dervişlere bir ders olmasını ister ve o söze Kur’ân’dan bir delil bulmaya çalışır. Sonunda aklına şu âyet gelir: “Allah(cc), kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar.”[86]

Şeytânî Ruyâ

Rivayete göre, Abdulhâlik Gucdüvânî’nin müridlerinden birisi bir süre ondan uzak kalır. Bu mürid, her gece rüyasında bir grup insanın gelip kendisine; “Sen artık kemâle ermişsin, seni Cennet’e götürelim.” dediklerini ve onu deveye bindirip içinde süslü tahtlar, şekiller, güzel yemekler ve akan suların bulunduğu hoş bir yere götürdüklerini görür, sabah olunca da kendisini yatağında bulur.

Bir gün Gucdüvânî ferâset nuru ile bu durumu fark eder ve o müridinin yanına gidip hâlini sorar. Mürid başından geçenleri anlatınca, Gucdüvânî ona; “Bir daha oraya gidersen üç kez ‘La havle ve la kuvvete illâ bi’llâhi’l-aliyyi’l-azim’ de ve gözünü aç!” diye tavsiyede bulunur.

Mürid, o gece rüyada söyleneni yapar. Gözünü açtığında kendisini ölü hayvan kemikleri arasında bulur ve bu rüyanın şeytan tarafından bir hile ve aldatma olduğunu anlayıp bir daha Gucdüvânî’nin sohbetinden ayrılmaz.[87]

Şeytan kimden kaçar?

Dervişlerinden birisi kendisine: “Tarikata girenlere şeytanın hiç eli erişir mi?” diye sorduğunda, Gucdüvânî;

“Nefsi fenânın sırrına ulaşmayan sâlik, öfkelenince şeytanın eli ona erişir. Nefsi fenânın sırrına erişmiş olan ise öfkelenmez ama gayreti/kıskanması olur ve gayretin olduğu her yerden de şeytan kaçar.

Bu fenâ-yı nefs mertebesine de sadece Kur’ân’ı sağ eline, hadisleri sol eline alıp bunların nuru ile aydınlık yolda yürüyen kişiler ulaşabilir.”[88] cevabını verir.

Kabul olan Duâ

Kendisinden dua talebinde bulunan bir müridine şu tavsiyelerde bulunmuştur:

“Kişi üzerine farz olan borçlarını öder, farizalarını yerine getirir ve ondan sonra dua ederse dileği kabul olunur. Sen farzlardan sonra bizi dua ile an; biz de sana dua edelim. Umulur ki Allah(cc), dualarımızı kabul buyurur.

Çünkü Allah Resûlü(sav), ‘Müminin, mümin kardeşine gıyabında duası reddolunmaz.’ buyurmuştur.”[89]

Abdulhâlık Gucdüvânî’den Öğütler

Gucdüvânî’nin halifelerinden Evliya-yı Kebir için yazdığı bir vasiyeti vardır ki, Nakşbendîyye geleneğinde hikmet ve marifet açısından çok önemli bir yer tutar. Metin içinde yer yer alıntılarla kısmen sunduğumuz bu vasiyeti, bir bütün olarak sunarak konuyu bağlamak, ilim ve irfan ehlinin dikkatini çekmek isteriz:

“Oğlum, sana vasiyetim şudur ki bütün hallerinde ilim, edep ve takva üzere olasın. Selefin eserlerini oku, izlerinden yürü. Ehl-i sünnet çizgisinden ayrılma! Fıkıh ve hadis öğren, cahil sûfîlerden uzak dur.

Namazını cemaatle kılmaya itina göster. Fakat imam ya da müezzin olma! Şöhretten uzak dur. Çünkü şöhret âfettir. Herhangi bir makama göz dikme! Mahkeme ilamlarına adını yazdırma, kimseyle mahkemelik olma! Kimseye kefil olma. Halkın vasiyetlerine de karışma.

Padişah ve devlet adamlarıyla düşüp kalkma! Dergâh kurma ve dergâhta oturma! Parlak oğlanlarla, nâmahrem  kadınlarla, lafını bilmeyen avam insanlarla ülfet etme! Güzel seslere fazla kapılma, zira onun çoğu kalbi öldürür. Güzel sesleri ve hoş nağmeleri büsbütün red ve inkâr etme, zira onlara bağlı olanlar çoktur.

Az ye, az konuş, az uyu ve kalabalıktan arslandan kaçar gibi kaç! Daima kendi yalnızlığınla Hak ile beraber ol! Helâl lokmayı ara ve şüphelilerden kaç.

Nefsin hakkında iktidar sahibi oluncaya kadar evlenme ki dünya seni yutmasın, seni kendisine meylettirmesin. Çok gülmekten, özelikle de kahkahayla gülmekten sakın, sonra gönlünü öldürürsün.

Herkese şefkat nazarıyla bak ve hiç kimseyi hor görme! Dışını süslemeye çok önem verme ki, dış mamurluğu iç haraplığından gelir.

Halkla çekişme, hiç kimseden bir şey isteme ve kimseye hizmet teklif etme! Şeyhlere malın, canın ve gücünle hizmet et! Onların işlerini red ve inkâra kalkışma! Çünkü bu hâl, felah bulmayan bir hüsrana yol açar.

Dünyaya ve dünyacılara meyletme! Daima elbisen sade, yoldaşın derviş, mayan ilim, evin mescit, dostun Allah(cc) Teâlâ hazretleri olsun.”[90]

Kaynaklar:

[1]        Kâsım Kufralı, “Gucduvânî, Abd al-Hâlık”, İslâm Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1993, c. IV, s. 820.

[2]        Hamid Algar, “Gücdüvânî, Abdülhâlik”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1996, c. XIV, s. 169-170; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  51.

[3]        A’râf, 7/55.

[4]        Buhârî, Ahkâm, 21.

[5]        Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  51.

[6]        Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 523.

[7]        Hamid Algar, “Nakşibendî Tarikatında Hafî ve Cehrî Zikir”, Nakşibendîlik, haz.: ve çev.: A. Cüneyt Köksal, İnsan Yayınları, İstanbul 2007, s. 104.

[8]        Harîrî-zâde Mehmed Kemâleddîn, Tibyânu vesâili’l-hakâik fî beyâni selâsili’t-terâik,  Süleymaniye Ktp.,  İbrahim Efendi Bl., no: 430-432, c. I, vr. 378b; Algar, “Gücdüvânî, Abdülhâlik”, DİA, c. XIV, s. 170.

[9]        Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 523; Kufralı, “Gucduvânî, Abd al-Hâlık”, İslâm Ansiklopedisi, c. IV, s. 821.

[10]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 523.

[11]      Kufralı, “Gucduvânî, Abd al-Hâlık”, İslâm Ansiklopedisi, c. IV, s. 820.

[12]      Algar, “Gücdüvânî, Abdülhâlik”, DİA, c. XIV, s. 170; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  52.

[13]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  52.

[14]      Algar, “Gücdüvânî, Abdülhâlik”, DİA, c. XIV, s. 170; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 52.

[15]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 53.

[16]      Hamid Algar, “Nakşibendî Tarikatının Tarihine Kısa Bir Bakış”,  Türkiye Günlüğü, çev.: Kadir Özköse, sayı: 45, 1997, s. 126.

[17]      Kufralı, “Gucduvânî, Abd al-Hâlık”, İA, c. IV, s. 821; Algar, “Gücdüvânî, Abdülhâlik”, DİA, c. XIV, s. 170.

[18]      Kufralı, Nakşbendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, s. 42-44.

[19]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 56.

[20]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  56.

[21]      Aynı eser, s. 53.

[22]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  53.

[23]      Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 137.

[24]      Yılmaz, Altın Silsile, s. 80.

[25]      Komisyon, Evliyâlar Ansiklopedisi, c. I, s. 347.

[26]      Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 137.

[27]      Algar, “Nakşibendî Tarikatının Tarihine Kısa Bir Bakış”,  Türkiye Günlüğü, sayı: 45, s. 126.

[28]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 335.

[29]      Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 376.

[30]       Mehmet Akif Ersoy, Safahat –Orijinal Metin, Sadeleştirilmiş Metin, Notlar-, haz.: Ömer Faruk Huyugüzel, Rıza Bağcı ve Fazıl Gökçek, Zaman Gazetesinin Armağanı, İstanbul, ts., c. I, s. 284.

[31]      Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, s. 445.

[32]      Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 376.

[33]      Kadir Özköse, Dervişin Günlüğü, Ensar Yayıncılık, Konya 2008, s. 57-58.

[34]      Hamid Algar, “Nakşibendî Tarikatında Hafî ve Cehrî Zikir”, Nakşibendîlik, haz.: ve çev.: A. Cüneyt Köksal, İnsan Yayınları, İstanbul 2007, s. 106.

[35]      Kuşeyrî, er-Risâle, s.  275.

[36]      Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, s. 161.

[37]      Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Dîvân-ı Kebîr Seçmeler, haz.: Şefik Can, Ötüken Yayınları, İstanbul 2000, no: 1142.

[38]      es-Serrâc, el-Luma’, s. 195.

[39]      Abdülbaki Gölpınarlı, Alevî-Bektaşî Nefesleri, İnkılap Kitabevi, II. Baskı, İstanbul 1992, s. 146.

[40]      Ebu Abdurrahman es-Sülemî,, Tasavvufun Ana İlkeleri-Sülemî’nin Risaleleri, çev.: Süleyman Ateş, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1981, s. 43.

[41]      Serrâc, el-Lümâ, 196.

[42]      Hamid Algar, “Nakşibendî Tarikatında Hafî ve Cehrî Zikir”, Nakşibendîlik, s. 106.

[43]      Yunus Emre, Dîvân-Tenkitli Metin-,  haz.: Mustafa Tatçı, MEB yay., İstanbul 1997, c. II, s. 506.

[44]      Yunus Emre, Dîvân,  c. II, s. 361.

[45]      Aynı eser,  c. II, s. 506.

[46]      Aynı eser,  c. II, s. 362.

[47]      Aynı eser,  c. II, s. 376.

[48]      Safer Baba, Istılâhât-ı Sofiyye fî Vatan-ı Asliyye –Tasavvuf Terimleri-, Heten Keten Yayınları, İstanbul 1998, 246.

[49]      Annemarie Schimmel, Tanrı’nın Yeryüzündeki İşaretleri -İslâm’a Görüngübilimsel Yaklaşım-, çev.: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2004, s. 98.

[50]      Schimmel, Tanrı’nın İşaretleri, 98.

[51]      Kadir Özköse, Tasavvuf ve Gönül Eğitimi, Nasihat Yayınları, Ankara 2007, s. 129-133; “Sefer Der Vatan”, Somuncu Baba Aylık-Kültür-Edebiyat ve Araştırma Dergisi, Aralık 2005, sayı: 62, ss. 16-18.

[52]      Buhârî, Rıkâk, 38.

[53]      Algar, “Nakşibendî Tarikatında Hafî ve Cehrî Zikir”, Nakşibendîlik, s. 106.

[54]      Nur, 24/37.

[55]      Mustafa Tekin, Mevlânâ Pergelinde Toplum, Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, Konya 2005, s. 70.

[56]      Tirmizî, Eşribe, 20.

[57]      Müslim, Mesâcid, 311.

[58]      Kuşeyrî, er-Risâle, s.  427-428.

[59]      Said Havva, Ruh Terbiyemiz, İstanbul 1986, s. 379.

[60]      Robert Frager, Sûfî Psikolojisinde Gelişim, Denge ve Uyum Kalp Nefs Ruh, çev.: İbrahim Kapaklıkaya, Gelenek Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul 2003, s.45.

[61]      Schimmel, İslâmın Mistik Boyutları, s. 110.

[62]      Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, s. 126.

[63]      Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf,  İstanbul 1989, s. 74.

[64]      Schimmel, İslâmın Mistik Boyutları, s. 112.

[65]      Havva, Ruh Terbiyemiz, s. 433.

[66]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 323-325.

[67]      Özköse, Tasavvuf ve Gönül Eğitimi, s. 121-128; “Hizmet Et ki Himmet Bulasın”, Somuncu Baba Aylık-Kültür-Edebiyat ve Araştırma Dergisi, Haziran 2005, Sayı: 56, s. 33-35.

[68]      Ali b. Hüseyin Vâiz el-Kâşifî Safî, Hüseyin Reşahâtu ayni’l-hayât, çev.: Mehmed Rauf Efendi, İstanbul 1291 (taş baskı), s. 37; Kâsım Kufralı, “Gucduvanî”, İA, c. IV, s. 821.

[69]      Kufralı, “Gucduvanî”, İA, c. IV, s. 133.

[70]      Hint dinsel geleneklerinde bir meditasyon tekniği olan Yoga, evrensel ben’le birleştirilip bütünleştirmek için kişisel ben’i eğitmenin pratik yolu olarak uygulanmakta olup, tekniği oldukça eskilere kadar gider. Bk. Şinasi Gündüz, Din ve İnanç Sözlüğü, Vadi Yay., Ankara 1998, s. 398.

[71]      Swami Rama, “Prana Bilimi”, Nefes: Zihinle Beden Arasındaki Köprü, Ötesi Yay., İstanbul 2000, s. 82, 114.

[72]      Buna göre kesintili ya da kesintisiz, ritmik ya da düzensiz nefes almak, kişinin fiziksel ya da ruhsal durumunu belirlemede son derece önemlidir. Sûfî Inayat Khan, Müzik: İnsan ve Evren Arasındaki Köprü, Arıtan Yay., İstanbul 1994, s. 118; Komisyon, “Neden Nefes?”, (Takdim Yazısı), Nefes: Zihinle Beden Arasındaki Köprü, Ötesi Yay., İstanbul 2000, s. 23, 43.

[73]      Ahmet Cahid Haksever, Ya’kûb-ı Çerhî Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı, İnsan Yayınları, İstanbul 2009, s. 135.

[74]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 337.

[75]      Aynı eser, s. 338.

[76]      Aynı eser, s. 337.

[77]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 523.

[78]      Aynı eser, s. 524.

[79]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 330.

[80]      Aynı eser, s. 346.

[81]      Aynı eser, s. 321-322, 349.

[82]      Aynı eser, s.  55.

[83]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 524.

[84]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  55.

[85]      Aynı yer.

[86]      Nisâ, 4/116.

[87]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  55.

[88]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 524.

[89]      Yılmaz, Altın Silsile, s. 84.

[90]      Yılmaz, Altın Silsile, s. 84-85.

Önceki Halka

Yusuf el-Hemedânî (ks)

Detaylı Oku

Sonraki Halka

Ârif Rîvgerî (ks)

Detaylı Oku