
Mustafa Rûmî Şîrânî (ks)
33
Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.
Mustafa Rûmî Şîrânî (ks)
Mustafa Efendi doğduğu yere nispetle Şiranî, irşad vazifesini yürüttüğü şehre nispetle Çorumî (ya da Çorumlu Pîr) ve uzun yıllar Hicaz bölgesinde bulunması dolayısıyla anavatanı Anadolu’ya nispetle Rûmî nisbeleri ile anılır.[1]
Babasının ismi Ömer ve annesinin Havva’dır. Annesinin Nasuli sülalesinden olduğu kaydedilmektedir.[2] Aslen Bayburtlu olan Mustafa Efendinin ailesi 1829’da bu bölgenin Ruslar tarafından işgal edilmesiyle birlikte Şiran’a göç etmiştir. Mustafa Efendinin doğumu ebeveyninin Şiran’a göç ettiği 1829 yılında bugün Gümüşhane’ye bağlı olan Şiran ilçesinin Sarıcalar köyüne ait Belen yaylasında gerçekleşmiştir.[3]
İlk tahsilini köyünde alan Mustafa Efendi, 10 yaşı civarındayken amcasının oğlu Ahmed Efendi ile birlikte Trabzon’a gelip medreseye kaydolmuştur. Bir müddet burada ilim tahsilinde bulunarak âlet ilimleri denilen temel ilim dallarından icazet almıştır.[4]
Daha sonra yaklaşık 14-15 yaşındayken ileri düzeyde ilim tahsili için babası tarafından amcasının oğlu Ahmed Efendiyle birlikte Tokat’a gönderilmiştir. Dört yıl kadar burada öğrenim gördükten sonra, hocası ona kendi yanında alacağı bilgilerin tamamlandığını belirterek ilim tahsilini tamamlamak üzere Uşak’ta tanıdığı bazı hocalara gitmesini önermiştir.
Bu sıralarda yaklaşık 18 yaşında bir genç olan Mustafa Efendi ilim öğrenmek gayesiyle Uşak’a giderek hocasının önerdiği âlimlerden iki yıl süreyle bazı dersler alarak medrese eğitimini tamamlayıp icazet almıştır.[5]
Artık icazetli bir hoca statüsüne erişen ve hocalarının tavsiyesi ile mânevî yönden kendisini geliştirmeğe karar veren Mustafa Efendi ilk etapta hacca gitmeğe niyet ederek 20 yaşı civarında bu vazifesini yerine getirmiştir. Ancak bu ilk haccına hangi yolla gittiğine dair kesin bilgiye rastlanmamaktadır. Mekke’ye vardığında ilk zamanlar çeşitli sıkıntılarla karşılaşan Mustafa Efendinin barınacak yer bulamadığı için bir müddet mezarlıkta yatmak zorunda kaldığı rivayet edilir.
Mekke’de tanıştığı bir sûfî zât vasıtasıyla Nakşbendiyye-Halidiyye şeyhi Abdullah-ı Mekkî (Erzincanî)’nin (ö.1311/1894) halifesi olarak Mekke’de irşad görevini yürüten Yahya Dağıstanî’nin tekkesine ulaşarak ona intisap edip tasavvufî eğitimine başlamıştır.[6] Yahya Efendinin gözetiminde yedi yıl süren tasavvuf eğitiminin ardından sülûkünü tamamlayarak tarikatta irşad ve halifelik icazeti almıştır.[7]
Mustafa Efendi’nin kendisine kadar ulaşan Nakşbendiyye silsilesi şöyledir:
Hz. Muhammed(sav) –› Hz. Ebu Bekir(ra) –› Hz. Selmân-ı Fârisî(ra) –› Kâsım b. Muhammed b. Ebi Bekr-i Sıddîk –› Cafer-i Sâdık –› Bâyezîd-i Bistâmî –› Ebu’l-Hasan-ı Harakânî –› Ebu Ali-yi Farmedî –› Hâce Yûsuf-i Hemedânî –› Hâce Abdulhâlık-ı Gucdevânî –› ‘Ârif-i Rivgerî –› Hâce Mahmûd-i Encirfağnevî –› Hâce Alî-i Râmîtenî –› Muhammed Bâbâ Semmâsî –› Emir Külâl-i Buhârî –› Bahâüddin Muhammed Nakşbend –› Muhammed Alaüddin Attâr –› Yakûb-i Çerhî –› Hâce ‘Ubeydullâh-ı Ahrâr –› Hâce Muhammed Zâhid-i Vahşî –› Dervîş Muhammed-i Velî-yi İmkenegî –› Hâcegî İmkenegî –› Hâce Muhammed Bâkî Billâh –› İmâm-ı Rabbânî Ahmed Farûkî-yi Sirhindî –› Muhammed Ma’sûm-i Sirhindî –› Muhammed Seyfüddin –› Seyyid Nur Muhammed Bedâyûnî –› Mazhar-ı Canân –› Abdullah-ı Dihlevî –› Halid-i Bağdadî –› Abdullah-ı Mekkî –› Yahya-yı Dağıstanî –› Mustafa-yı Şiranî.
Rivayete göre irşad vazifesini icra etmek üzere şeyhi Yahya Dağıstanî’nin işaretiyle Anadolu’ya dönerek[8] memleketi Şiran’a gelen Mustafa Efendi burada ilk eşi olan Güllü Hanımla evlenmiştir.
Şiran’da bir tekke kurarak irşad vazifesini burada sürdürmek isteyen Mustafa Efendi’nin köyündeki Telli sülalesinden Ali Çavuş ile aralarında çıkan tartışmadan dolayı arası açılmıştır. Bu gergin ortamda kalmak istemeyen Mustafa Efendi Şiran’ı terk ederek Niksar’a gitmiş ve oradan da Çorum’a gelmiştir.[9]
Menkıbe tarzında bazı rivayetlerde Mustafa Efendi’nin şeyhinin emriyle Mekke’den Çorum’a geldiği kaydedilmekteyse de tarihî veriler onun bahsi geçen olay üzerine Şiran’dan Çorum’a geldiğini göstermektedir. Ayrıca Mustafa Efendi bazı kaynaklarda iddia edildiği gibi Çorum’a yalnız değil bazı müridleri ve akrabalarıyla birlikte gelmiştir.[10]
Mustafa Efendi’nin Çorum’a yerleştikten sonra irşad faaliyetlerini sürdürerek geniş bir etkiye sahip olduğu ve burada üç tekkede irşad vazifesini yürüttüğü kaydedilmektedir. Bu tekkelerden biri bugün Milönü Caddesi’ndeki Kellegöz Camii’nin çapraz karşısında mevcut bahçe duvarıyla çevrili alanda bulunan şeyhin evinin zemin katındadır. Tekke ve zaviyelerin kapatıldığı 1925’e kadar buradaki müessesenin faaliyette olduğu rivayet edilmektedir.
Eşleri ve Çocukları
Mustafa Efendi ilk evliliğini Şiran’da bir vesileyle az önce adından bahsettiğimiz Güllü[11] Hanımla yapmıştır. Bu eşinden Abdullah ve Ali adında iki oğlu ve Ayşe adında bir kızı olmuştur.
Kızı Çorum’un âlimlerinden Kürt Hacı Mustafa Efendiyle evlenmiştir. Mustafa Efendinin Güllü Hanımdan başka üç eşinin daha olduğu kaydedilmektedir. Bunlardan biri olan İskilipli Emine Hanımla evliliğinden Faik ve Hilmi Efendiler doğmuştur.[12] R. 1303/M. 1887 doğumlu Hacı Faik Efendinin Mustafa Efendi vefat ettiğinde 12 yaşında olduğu belirtilmektedir. Faik Efendi tasavvufî eğitimini babasının halifesi Niksarlı Ahmed (Zarakol) Efendiden (ö.1935) tamamlayarak silsileyi devam ettirmiştir.
Üçüncü eşi Afyonlu olup bu hanımından çocuğu olup olmadığına dair bilgi elde edilememiştir. Dördüncü hanımı ise Tokatlı zengin bir hanımdır. Bu eşi Mustafa Efendiyle son haccına beraber gitmiştir. Mustafa Efendinin Medine’de vefatından üç gün sonra eşi de aynı yerde hayata gözlerini yummuştur.
Mustafa Efendinin cenazesi vasiyeti üzerine Cennetü’l-Baki mezarlığında şeyhinin kabrinin yanına defnedilmiştir.[13] Vefat tarihi hakkında kayıtlı bilgiye sahip değiliz. Ancak Çorum hakkında tanıklara dayalı araştırmalarıyla tanınan İhsan Sabuncuoğlu şeyhin torununa atıfla Rumî 1315/1899 tarihini vermektedir.[14]
Hamdi Ertekin, babası vefat ettiğinde 12 yaşında olduğunu belirtilen 1887 doğumlu Faik Efendinin ifadesine dayanarak Mustafa Efendinin vefat tarihini tespite çalışmıştır.[15] Yukarıda verilen bilgileri birlikte değerlendirdiğimizde vefat tarihi olarak Rûmî 1315/Miladî 1899 ortaya çıkmaktadır.
Eserleri
Mustafa Efendinin tasavvufî içerikli birkaç şiiri ve bir de silsilenamesi tespit edilebilmiştir. Silsilesi 32 beyitten oluşmaktadır.
Şiirleri ise gazel, münacat ve rubâîler şeklindedir. Biz bu şiirlerden ulaşabildiklerimizi bir araya getirdik. Şiirlerinde zühd, kalp/gönül, ilâhî aşk, fenâ ve bekâ, varlık ve tevhîd vb. tasavvufî konular işlenmektedir.
Etkileri
Mustafa Efendi’nin pek çok halifesi olduğu rivayet edilmekle birlikte bunların tamamının tespiti mümkün değildir. Ulaşabildiğimiz silsileler vasıtasıyla halifelerinin bazılarını tespit edebildik. Mevcut bilgiler göz önüne alındığında Mustafa Efendinin Çorum, İskilip, Tokat, Niksar, Sivas, Giresun, Alucra, Samsun, Amasya, Kırıkkale, Afyon, Şam gibi bölgelerde etkili olduğu anlaşılmaktadır.
Onun halifelerinden bazılarının isimleri şöyledir: Bayburtlu Ahmed (amcasının oğlu), Tokatlı (Başçiftlik) Hacı Salih Efendi[16] (ö.1329/1911), Darendeli (Sofu-zâde) Mahmud (1826-1901),[17] Alacalı Ahmed, Mustafa Hâki Tokadî (1281-1338/1864-1920), Niksarlı Ahmed (Zarakol)[18] (1861-1935), Mustafa Takî Sivasî (1289-1344/1873-1925), Mustafa Tarhan (Haçkalı Baba) (ö.1949), (kendi oğlu) İskilipli Hacı Faik (1887-1950), Başçiftlikli İnceimam-zâde Hasan, Benseköslü (Mesudiye’ye bağlı) Sarıali-zâde Ahmed, İskilipli Ömer (ö.1324/1906), Cevlikli (Tosya’ya bağlı) Mehmed (Gülşen), Torullu Hacı Osman, Çalganlı Osman (ö.1932), Alucralı Hacı Hasan, Kelkitli Hacı Salih (1851-1910).[19]
Tasavvufî Görüşleri
Mustafa Efendi’nin tasavvufî görüşlerini tespit açısından eldeki kaynaklar oldukça yetersizdir. Biz bulabildiğimiz verilerden hareketle onun tasavvufî görüşlerini ortaya koymaya çalışacağız.
Onun tasavvufî terbiye anlayışında sükût/sessizlik hâli önemlidir. Ona göre bir kişinin hâli bin kişinin sözünden daha güzeldir.[20] O, hem ferdî zikir/günlük virdde hem de toplu zikir/hatme-i Hâcegânda bu esası hassasiyetle uygular ve müridlerine de aynı şekilde yapmalarını tavsiye ederdi.
Bir gün Mustafa Efendinin tekkesine medrese tahsili görmüş bir kişi geldi. Şeyhin halkasına oturdu. Fakat sükût hâlinde beklemekten sıkılarak kaba bir şekilde şeyhe şöyle dedi:
– Efendi böyle sükût etmek yerine burada toplanan bu insanlara sohbet etseniz ve onlara İslâm’dan bir şeyler öğretseniz daha iyi olmaz mı?
Mustafa Efendi sükûtunu/sessizliğini bozmayarak ona hiç cevap vermedi ve adam çıkıp gitti. Olayı izleyen müridlerden biri:
– Efendim adam sizi azarlar gibi konuştu, niye ona cevap vermediniz?
Mustafa Efendi:
– Bizim sükûtumuzu/sessizliğimizi anlayamayan sözümüzü hiç anlayamaz.
Diyerek sükût (susma/sessizlik) hâlini kavramanın ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır.[21]
Aşçı İbrahim Dede hatıratında Mustafa Efendi’ye özel bir bölüm ayırarak onun 1886’da hac dönüşünde Şam’a uğradığı esnada meydana gelen olaylara ilişkin izlenimlerini ve burada şeyhin yaptığı tasavvufî içerikli bir sohbetini kaydetmiştir.
Birkaç konuya temas edilen bu sohbetin metnine bakıldığında Mustafa Efendi’nin tasavvufun anlatımı zor meselelerini basit örneklerle anlaşılır bir şekilde açıkladığını görmekteyiz.
Mustafa Efendi’ye göre ruh iki boyutta değerlendirilir: Birincisi emr-i Rabbânî olan ruh-i hayattır. İkincisi ise âlem-i melekûta gidip gelen ruh-i revanîdir.
“Ben sizin rabbiniz değil miyim” hitabında “belî/evet” diyen bu ruhtur ve o hakikat-ı insandır. Her insanın sabit aynı bu ruhtadır. Ancak o bir cism-i latiftir. Mesela bir adam baskı âletiyle resmini çıkarır. Fakat bu resimde onun özü mevcut olmasına karşın, ondaki kesafet ve ağırlık yoktur. Rûh-ı revânî de böyledir.[22]
Nefis, ruh ile kalıp/ceset arasında bir vasıtadır. Ruhtan ilâhî feyzi alarak kalbe akıtır. Bu nefis lâtif bir cevherdir. Ona nefs-i emmârelik insan tarafından yüklenir. Bu, bir tay’ın terbiye edilmesine benzer. Acemi tay vahşi ve saldırgan olur. Fakat güzel bir şekilde terbiye edildiğinde bu tay istenilen şekilde istihdam edilmeğe ve kullanılmaya müsait hâle gelir.
Esasında bu hayvanın zâtında fenalık yoktur. Sahraya başıboş bir şekilde salınınca huysuzlaşır. Bu sebeple terbiye edilmesi ve kontrol altına alınması gerekir. “Nefsini tanıyan Rabbini tanır.” sözündeki hikmet burada ortaya çıkar. Sülûk-i enfüsîye devamla nefis tekmil-i merâtib edip Cenab-ı Allah’a ayna olur. Yani İlâhî isimler ve sıfatlar bu aynaya tecelli eder ve o anda arada ayna vazifesi gören nefis yok farzedilir. İşte o zaman nefsini bilen Rabbini tanır. Gerçek varlığı müşahede eder.[23]
Âlem iki türlüdür: Âlem-i mülk ve âlem-i melekût. Bu dünya âlem-i mülktür. Semâvât ise âlem-i melekûttur. Diğer bir deyişle âlem-i mülk bir şeyin zâhiri, âlem-i melekût ise bâtınıdır.
Bu bir ağaç misaline benzer. Ağacın gövdesi âlem-i mülk, kökü ise âlem-i melekût gibidir. Dünya semâvâtın zâhiri, semâvat da dünyanın bâtınıdır. Her şeyin bir zâhiri ve bâtını vardır. Bâtınına sabit ayn denir.[24]
Kelime-i tevhid “lâ ilâhe illa’llâh”dır. لا (lamelif) makas gibidir. Nasıl makas bir şeyi kesiyorsa bu لا da mâsivâllahı kesmesinden remiz olarak böyle yazılmıştır. Ancak “lâ mevcûd” mülahazasında “mâsivâllah yoktur” dersen ve keser atarsan o zaman bu gerçekleşir.
Burada maksat onun yok ve Allah’ın olduğunu ispat etmektir. İnsan da لا kelimesine benzer. Başını aşağı ayaklarını yukarı çevirdiğinde “lam elif” لا gibi olur. Bu da insanın fânî olduğuna bir mânevî işarettir. Bu remizler ancak aşk ile kavranır.[25]
Tespit Edilen Şiirleri
Mustafa Şirânî’nin Manzum Silsilesi[26]
Hakikat bahrının dürrîn deren[27] mahbûb-i Sübhânî
K’erişdi kabe kavseyne ev ednâda bulup kânı
O dürrü derc edip sıddîk oluban mahzen-i esrâr
Zihî sıdkında sâdıkdır o yârın gârda yârânı
O genci feth edip Selmân saçıldı ravh[28] ile reyhân
Nice cânlar olup mestân unuttu hûr u gılmânı
Erişdi Kâsım-ı Ebvâb bu[29] bâbda oldu çün bevvâb
Erip tâ sâhile gark-âb döşedi[30] hân-ı rûhânı
Çü onun hân-ı bezminde bulunup[31] Cafer zinde
Acâyib oldu ferhunde buluben[32] sıdk-ı Hakkânî
Onun sıdk u safâsının nesîmin buldu[33] çün Tayfur
Ziyasının safasında nice görürdü Subhânı[34]
Çü ol buydan alıp şemme geçirdi[35] seyr-i imkândan[36]
Ki hark etdi hayâlâtı Ebu’l-Hasan el-Harakânî
Onun ol himmetin görüp Ebu Ali olup çalâk
Urûc etti ulâya tâ ola mahrem-i Yezdânî
Onun dâmânını tutup ona der-pey revân oldu
Çü vâkıf oldu sırrına Şeyh Yûsuf el-Hemedânî
Gelip gavsu’l-halâyık çün ona dil-bend edip her dem
Bulup bilip görüp Rabbin Abdulhâlık el-Gucdevânî
Çü Şeyh-i Arif-i Dânâ[37] sülûkünde olup binâ
Erişti kasr-ı îkâna açılıp bâb-ı irfânı
Sena kıldı ona Mahmud ki nezdinde ol mahbûb
Muhabbetde olup mağlub bilip hayretde hayranı
Ali a’lâ[38] makam buldu onun sohbet-i yümnünde
Çünân himmetle ki oldu Ebu Ali Ramitenî[39]
Dediler kutbu’l-evliyâ Muhammed Bâbâ Semâsî
Geçip a’lâdan a’lâya urûc etti onun cânı
Urûcunun burûcunda tulû’ etdi bir mâh-tâb[40]
Ona Seyyid Külâl dendi gönüller kıldı nûrâni
Muhammed Şah-ı Nakşbend tulû’ eyledi çün hurşid
İhata etdi afakı onun nur-ı feyzânı[41]
Muhammed Alaüddin onun o nur-ı feyzinden[42]
Itırlar saçdı canlara verüben derde dermanı
Onun ol ıtr-ı bûyundan çü buldu cezbe-i Yakub
Çıkıp cevelân edip Çerhi güzâr eyledi imkânı
İşitin Hâce-i Ahrâr Hak’kın bahş u kiramından[43]
Nice kehf-i enam oldu saçıp in’am u ihsanı
Muhammed Zâhid cana erişdi çün o ihsana
Erip makam-ı ihsana şühûd eyledi cânânı[44]
Muhammed Derviş derdnâk düşüben[45] derde bî-payân
Ki tâ bir gün deva erer[46] deyü ederdi efgânı
Çü Hâcegî Semerkandî bu sohbetde bulup kandı
Ona dertler deva oldu gözetdi hükm-i fermânı[47]
Fenâya saldı çün uzun bekâyı buldu pes Bâki
Mekânı lâ-mekân şehrin edindi cây-ı nûrânî
Müceddid Ahmed-i Sanî aceb keşf-i makamâtda[48]
Bulunur mu ona sâni Buharî yâ Horasanî
Onun farhunde bezminde Muhammed oldu çün Masum
Pes oldu urvetü’l-vüska tutuban habl-ı Kur’an’ı
Visâk edindi Seyfüddin urûc etdi hurûc etdi
Mekânı lâ-mekân oldu göründü cây-ı Rabbânî
Nihânı gayb-ı mutlakdan olıcak feth-ı nûrâni
Olup nurun alâ nur Seyyid Muhammed el-Bedvânî
Çü Şemsüddin Habibu’llah düşüpdür Mazhar-ı Cânân
Pes oldu canlara cânân o canlar canının canı
Çü geldi Şah Abdullah bu yolda oldu hablu’llah
Fenâ-fi’llah bekâ-bi’llah onun da oldu seyrânı
Ziyâüddin Şeyh Halid bu yolda ser-firaz oldu
Geçip sadra tarikatda tefevvuk etdi akranı
Çü Abdullah gelip Rûm’dan ona canıla râm oldu
Ziyalandı gözü gönlü nider pes Rûm’a revânı[49]
Cemâl-i şem’ine pervâne olan Yahya ki pîr-i mâ
Yüceltdi kasr-ı irfanı koyup hânı Dağıstân’ı
Bu kemter Rumî yâ Rab nola kıtmîr ola der bâb
Ki tâ feth olıcak ebvâb[50] göre bir kez o şen hânı
Münacat[51]
Seherde kölendir bu dertli ârif
Hâlleri sana malûm istemez tarif
Dertlere dermandır İhlâs-ı şerif
Hürmetine bizi affeyle Allah’ım
Günahım çoktur eyleme tazir
Şiranlı hacıyım cevherim hazır
Gam dükkânım açtım pirimdir Hızır
Hürmetine bizi affeyle Allah’ım
Kasîde[52]
Ma’şûkumun güldür teni ben gülzârı neylerem
Aşkın çölü makber bana başka mezârı neylerem
El çekmişem fânîlere menzil olan virâneden
Lâhût eli menzil bana hâki diyârı neylerem
Mecnûn gibi dağdan dağa gezmek ne lâyık âşıka
Gönlümde buldum yârımı geşt ü güzârı neylerem
Bülbül niçin verdin gönül rengi solan bir goncaya
Solmaz benim nazlı gülüm fânî baharı neylerem
Gündüzleri hasret çeken âşık şebi bayram sayar
Her saatım vuslat demi leyl ü nehârı neylerem
Ağyâr ile yok ülfetim bîgânedir dünyâ bana
Cânân ile vahdet gerek kesretde yârı neylerem
Dili mutmain canân ile havf u recâ bilmem nedir
Cânânımın cânânıyam başka şikârı neylerem
Zâhid bütün olsun senin kevser-i bihişt-i hak
Cânânımın cânânıyam başka şikârı neylerem
Tek hücreli evdir gönül safımız ona binbir emel
Tek dilbere verdim gönül başka nigârı neylerem
Aşkımla inşâ eyledim dostun köyünde hânemi
Esmâ-i hüsnâ çevresi taşdan cidârı neylerem
Yandım tecellî nuruna Musâ gibi hayretdeyim
Tûri-yi dilim sad pâredir artık şerârı neylerem
Göçtüm dîyâr-ı dilbere dönmem dahi ben Şîrân’a
Uçdum ezel sahrasına yerde karârı neylerem
Hasret Şiiri
Yeter artık bu hasretlik
Aşk ile olan halvetim
Sana gelmektir niyetim
Daha dönmem ben Şiran’a
Kabul eyle ümmetini
Alsın pirden himmetini
Ver bakayım cennetini
Daha dönmem ben Şiran’a
Erdim şefaat karına
Kabul edip al yanına
Misafirim Osman’ına
Daha dönmem ben Şiran’a
Yüzüm sürdüm eşiğine
Sen sahip ol aşığına
İlticam var böyle sana
Daha dönmem ben Şiran’a
Fânî dünyada daraldım
Hasretin ile bunaldım
İlticayı sana kıldım
Daha dönmem ben Şiran’a
Burda tamam olsun ömrüm
Vuslat olsun hem bu günüm
Sultanıma gider gönlüm
Daha dönmem ben Şiran’a
Bir canım var sana kurban
Yeter artık bana bu hâl
Gel de bana emrin sultan
Daha dönmem ben Şiran’a
Er geç akibetim budur
Şefaat karım bu mudur?
Bu yol âşıklar yoludur
Daha dönmem ben Şiran’a.
Mustafa’yım Mustafa’ya
Varayım o pür safaya
İltica kıldım Mevlâ’ya
Daha dönmem ben Şiran’a
Bu can cananı arz eder
Garip kulun niyaz eder
Ümmet Muhammed’e gider
Daha dönmem ben Şiran’a.
Âşık isem yâra erem
Cemal-i pâkini görem
Eşiğine yüzler sürem
Daha dönmem ben Şiran’a.
Cism-i canım arzuluyor
Hasret yaralar sızlıyor
Gönlüm Muhammed’e dönüyor
Daha dönmem ben Şiran’a
Bir iltica niyazım var
Dilde binbir vaazım var
Kabul eden Feyyaz’ım var
Daha dönmem ben Şiran’a.
Son nefesim Allah
Bulurum felah inşallah
Kabul eyle Resûlullah
Daha dönmem ben Şiran’a
Mustafa’ya yeter geldi
Darusselâmını bildi
Yansın bana bu kandilin
Daha dönmem ben Şiran’a
Kaynaklar:
[1] Mehmet Fatsa, Tasavvufta Mekkî Kolu, Mavi Yay., İstanbul 2000, s. 115; Lütfi Alıcı, İhramcı–zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, Somuncu Baba Araştırma ve Kültür Vakfı Yay., Ankara 2001, s. 16.
[2] Hamdi Ertekin, “Son Dönem İskilipli Alimler”, Türk Kültüründe İz Bırakan İskilipli Alimler Sempozyumu, TDV Yay., Ankara 1998, s. 407. Annesinin soyu bazı eserlerde Nasuhoğulları diye kaydedilmiştir.
[3] İhsan Sabuncuoğlu, Çorum Tarihine Ait Derlemelerim, 1. Kısım, Ankara 1972, s. 72. Diğer bir rivayete göre ise aynı köyde yaklaşık 1254/1838’de doğduğu kaydedilmektedir. Ertekin, “Son Dönem İskilipli Âlimler”, s. 407; a.mlf, “Asırların Emsalini Nadiren Yetiştirdiği Büyük Veli Şiranlı Mustafa Efendi”, İskilip’in Sesi, (06.11.1988), sayı: 27; Sedat Akçakoyunlu, “Kürsüdeki Münevver: Mürsel Şahinbaş”, Çorum Hakimiyet Gazetesi, 29.06.2007.
[4] Ertekin, “Son Dönem İskilipli Âlimler”, s. 407.
[5] Ertekin, “Son Dönem İskilipli Âlimler”, s. 407; Sabuncuoğlu, age, s. 72.
[6] Bazı kaynaklarda Şiranî’nin Mekke’de meydana gelen bu intisabının Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî’nin tavsiyesiyle gerçekleştiğini belirtilmektedir. Ancak diğer kaynaklarda böyle bir bilgiye rastlamadık. Ayrıca Mustafa Hâki Efendinin oğlu Bahâeddîn Efendinin notlarında Şiranlı Mustafa Efendinin önce Abdullah Mekkî Efendiye intisap üzere geldiğini fakat onun biraz şatafatlı hayat yaşadığını görünce vazgeçtiğini, fakat bir zâtın tavsiyesiyle zühd hayatını tercih eden Yahya Dağıstanî ile tanışıp ona intisap ettiğini belirtmektedir. Ancak bu olay Yahya Dağıstanî için anlatılmaktadır. Çünkü Yahya Dağıstanî memleketinde zengin ve makam sahibi bir zat olmasına rağmen bütün bunları terkedip gelmiştir. Kendisinin terkettiği şeyleri şeyhinde görünce ortaya çıkan bu durumu önce kabullenememiştir. Her iki rivayetten hangisinin doğru olduğu yazılı kaynaklarda tespit edilememiştir (Bahâeddin Efendinin Notları, H. Hulûsi Ateş Şeyh-zâdeoğlu Arşivi).
[7] Ertekin, “Son Dönem İskilipli Âlimler”, s. 408; Alıcı, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, s. 16; Abdurrahman Memiş, Halid-i Bağdadî ve Anadolu’da Halidîlik, Kitabevi, İstanbul 2000, s. 193; Süleyman Uludağ, “Halidiyye-Anadolu’da Halidîlik”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1997, c. 15, s. 297.
[8] Alıcı, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, s. 16.
[9] Ertekin, “Son Dönem İskilipli Alimler”, s. 408.
[10] Halk arasında bilinen bir rivayete göre Mustafa Efendi Çorum’a gelmek üzere hareket ederek önce deniz yoluyla İstanbul’a ulaştı. Burada bir müddet ikâmet etti. Rivayete göre sarayda ilmî bir tartışmada 12 mesele üzerinde vukufiyetli açıklamalarından dolayı dikkat çekti. Bu olay sonrasında II. Abdulhamit’le [1293-1327/1876-1909] (ö.1336/1918) görüştüğü rivayet edilmektedir (Ertekin, “Son Dönem İskilipli Âlimler”, s. 408). Bu rivayet doğru kabul edildiği zaman İstanbul’a gelişinin 1293/1876’dan sonra gerçekleşmiş olması gerekir ki, bu doğru bir tarihleme değildir. Bu sebeple Sabuncuoğlu’nun da dediği gibi Mustafa Efendinin II. Abdulhamit’le görüşmesi saraya yakınlığı ile bilinen Çorumlu Hasan Paşa (Yedisekiz) vasıtasıyla bir başka hac yolculuğu esnasında İstanbul’a geldiğinde gerçekleşmiş olmalıdır (Sabuncuoğlu, age, s. 72). Bunu destekleyen diğer bir rivayette son hac yolculuğuna 1898’de amcasının oğlu Ahmed Efendi ve üç müridiyle birlikte çıktığı, Çorum’dan İstanbul’a gelerek buradan deniz yoluyla Mısır’a gittiğinin bildirilmesidir. Padişahla görüşmenin de bu seyahatin İstanbul ayağında gerçekleşmiş olması gerekir. Çünkü anlatılan menkıbede Mustafa Efendi bu seyahatten dönmeyip hacda vefat etmiştir. Yukarıda zikredilen saray görüşmesinden sonra Padişah tarafından kendisine verilen ihsanları kabul etmeyen Mustafa Efendi, Hicaz’a gitmiş ve orada vefat etmiştir.
[11] Güllü Hanım, Mustafa Efendinin amcası İsmail’in kızıdır. Annesinin adı ise Fatma’dır.
[12] Ertekin, “Son Dönem İskilipli Alimler”, s. 409.
[13] Çorum’da Şiranlı Mustafa Efendiyle alâkalı pek çok menkıbe anlatılmaktadır. Bunlardan biri de Mustafa Efendinin son hac seyahati ile Bayburtlu Zihnî’nin aşağıdaki dörtlükle başlayan koşması arasında bağ kurulmasıdır:
Vardım ki yurdundan ayağ götürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şîkest olmuş meyler dökülmüş
Sâkiler meclisten kesmiş ayağı
Dörtlüğün bugünün söylenişi şöyledir: “Sahiplerinin göç ettikleri, bir yurda vardım. Sanki burayı ben ilk defa görüyorum. Burası âdeta eskiden vahşilerin aniden saldırmaları sonucu göçebelerin çoluk çocuklarını alarak kaçtıkları ve en önemli eşyaları olan otağı yani çadırlarını bıraktıkları bir yere benziyor. Çünkü etrafa kadeh kırıkları saçılmış ve yerlere içlerindeki içecekler dökülmüştü. Meclisi düzenleyen ve meclistekiler hep gitmişler. Burası bugün, eski vahşi insanların saldırısına uğramış gibi.” Turgut Karabey, “Bayburtlu Zihnî’nin (1797-1859) Meşhur Bir Koşmasına Tahlilî Bir Bakış”, Milli Folklor, 2007, sayı: 76, s. 68.
Zihnî, birkaç yıl görev yaptığı Ünye’de hastalanmış ve memleketi Bayburt’a dönmek üzere yola çıkmıştır. Trabzon’a kadar gelen Zihni buradan Bayburt’a doğru yola devam edip Maçka’ya geldiğinde hastalığı onu yorgun düşürmüş ve gece konakladığı handa 1859 yılında vefat etmiştir (Saim Sakaoğlu, Bayburtlu Zihnî, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1988, ss. 11-12; Karabey, agm, s. 66). 1829 doğumlu Mustafa Efendi ilk haccını yaklaşık 1854 yılında tasavvufa intisabından önce gerçekleştirmiştir. Şeyh olarak Anadolu’ya dönüşü ise yedi yıl sonradır. Dolayısıyla Şiranlının şeyh olarak Çorum’a gelişi 1860 civarıdır. Bu sebeple Bayburtlu Zihnî ile aralarında mürid-mürşid ilişkisi olması tarihen mümkün görünmemektedir. Çünkü Şiranlı Mustafa Efendi son hac seyahatine 1898’de çıkmış ve bu haccından dönmeden önce Medine’de 1315/1899’da vefat etmiştir. Ayrıca Bayburt yöresinde ve bu koşma üzerine değerlendirme yapılan çalışmalarda Zihnî’nin söz konusu şiiri yazmasının nedeni olarak 1828 Rus işgali sonrasında şairin serzenişleri gösterilir. Bayburt sevdalısı olan şair, memleketinin işgal sonrasında harap oluşunun acısını şiirine yansıtmıştır (Şahin Köktürk, “Bayburtlu Zihnî’nin Bir Koşmasının Ontolojik Analiz Metoduyla İncelenmesi”, Milli Folklor, 2003, sayı: 60, ss. 173-178; Karabey, agm, ss. 67-69). Bayburtlu Zihnî’nin bir özelliği de karşılaştığı önemli insanların vefatına, bazı müesseselerin tesisine ilişkin tarihler düşmüş ve karşılaştığı önemli kişilere mersiyeler yazmış olmasıdır. Fakat Zihni’nin eserlerinde başka âlimlere ve sûfîlere ilişkin tarihlemeler olmasına rağmen Mustafa Efendiye ilişkin herhangi bir kayda rastlanılmamaktadır.
[14] Sabuncuoğlu, age, s. 72.
Mustafa Hâki Efendinin oğlu Bahâeddîn Efendinin notlarında Şiranlı Mustafa Efendinin vefat tarihini kendi doğum tarihi olan Hicri 1319 Rumî 1318 şeklinde kaydetmiştir. Ancak Mustafa Hâki Efendinin menkıbelerinde Bahâeddîn Efendinin doğduğu esnada Mustafa Hâki Efendinin Samsun’da müridlerini ziyarette olduğu kaydedilmiştir. Bu durumda Bahâeddîn Efendinin doğumunun Şiranlı Mustafa Efendinin vefatından bir veya birkaç sene sene sonra gerçekleşmiş olması muhtemeldir.
[15] Ertekin, “Son Dönem İskilipli Âlimler”, s. 409. H. Ertekin, Mustafa Efendinin vefat tarihine ilişkin mukayese ve değerlendirme yaparken sonuçlamada sehven 1906 tarihini elde etmiştir. Ancak Faik Efendinin kabir kitabesinde de doğum tarihi olarak yazılan 1887 tarihine 12 eklenince 1899 çıkmaktadır. Bu sonuç Mustafa Efendinin vefat tarihine dair Sabuncuoğlu’nun tespitini doğrulamaktadır. H. Ertekin’e ait tebliğinin ikinci baskısında ise bu tutarsızlığı gidermek için musahhihler tarafından 12 rakamı 20 yapılmıştır. Esasında doğru olan bir mukayese iyice karıştırılmıştır.
[16] Hacı Salih Efendi, Tokat’ın Başçiftlik ilçesindendir. Mustafa Efendi Niksar’a geldiğinde ona intisap etmiş ve onunla birlikte Çorum’a gelerek tasavvufî eğitimini tamamlamıştır. Çorum’da vefat etmiş ve Hıdırlık mevkiinde Kereb-i Gazi türbesine defnedilmiştir. Mezar kitabesinde şu ibareler yazılıdır:
Mazhar-ı yuhyikehu’llah maden-i kân-ı vefa
Nakşbend-i Şirânî Halife-i Mustafa
el-Hâc Salih en-Niksârî nûr-i Barihuda
Bin üç yüz yirmi dokuzda eyledi dâr-ı bekâ (1329/1911)
[17] Sofu-zâde diye tanınan Mahmud Efendi, Darendeli Mehmed Ağa’nın oğludur. 1826’da Darende doğdu. Memleketinde başladığı medrese tahsiline Uşak, Sivas, Kayseri ve İstanbul’da devam etti. Çorum’a gelerek burada müderislik yaptı. Çorum’da bulunduğu dönemde Mustafa Şiranî’ye intisap etti. 20 yıl kadar Çorum’da tedris faaliyetiyle meşgul olduktan sonra Darende’ye gelip yerleşti ve burada vefat etti. Sonradan meşhur olan birçok talebe yetiştirdi. Musa Tektaş, Darendeli Alimler ve Peygamber Sevgisi, Nasihat Yay., Ankara 2007, ss. 123-140.
[18] Hayatı hakkında bk. Fatsa, Mekkî Kolu, ss. 121-122; Necmettin Sarıoğlu, “Niksarlı Hacı Ahmed Efendi”, Somuncu Baba Dergisi, Ağustos 2005, sayı: 58, ss. 42-43.
[19] Şiran’ın Bahçeliköyü nüfusuna kayıtlı olan Salih Efendinin kabri Kelkit’tedir. Murat Yüksel, Murat Yüksel, Gümüşhane Kitabeleri, Gümüşhane Valiliği Yayınları, 1997, ss. 209-210. Bu konuda elindeki bilgilerini bize ileten Sabahattin Cansız Beye müteşekkirim.
[20] Fatsa, Mekkî Kolu, s. 116.
[21] Bu menkıbenin farklı bir anlatımı için bk. Alıcı, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, s. 17.
[22] Aşçı İbrahim Dede, Çok Yönlü Bir Sûfînin Gözüyle Son Dönem Osmanlı Hayatı, c. 2, s. 612.
[23] Aşçı İbrahim Dede, Aşçı Dede’nin Hatıraları, c. 2, s. 613.
[24] Aynı yer.
[25] Aynı eser, c. 2, ss. 613-614.
[26] Toplam 32 beyitten oluşan Silsile-i Mustafa Şiranî, elimizde mevcut bulunan ve yeri belli olmayan yazmanın fotokopisi, İhramcı-zâde İsmail Hakkı (Toprak) Efendinin yayınlanmış silsilenamesi ve Aşçı İbrahim Dede’nin bizzat Mustafa Efendiden dinleyerek hatıratına yazdığı nüshasındaki metin karşılaştırılarak buraya alınmıştır. Yayınlanmış iki silsile metni ile bizdeki fotokopi halindeki yazma nüshalar arasında bazı kelime ve imla farklılıkları söz konusudur. Bunlar dipnotlarda belirtilmiştir. Basılmış metinler için bk. Aşçı İbrahim Dede, Aşçı Dede’nin Hatıraları, c. 2, ss. 610-612; İhramcı-zâde’den rivayet edilen silsile metni için bk. Alıcı, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, ss. 21-23, 225-229.
[27] “Diren”, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, ss. 21, 229.
[28] “Saçtı ruhıla”, Aşçı Dede’nin Hatıraları, c. 2, s. 610.
[29] “o”, Aşçı Dede’nin Hatıraları, c. 2, s. 610.
[30] “Düşdü”, Aşçı Dede’nin Hatıraları, c. 2, s. 610.
[31] “Bulup”, Aşçı Dede’nin Hatıraları, c. 2, s. 610.
[32] “Bilüben”, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, ss.
[33] “Anın sıdk-ı safasından nasîbin aldı”, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, ss. 21, 229.
[34] “Hayâsının sefasından nice gör dedi subhanı”, Aşçı Dede’nin Hatıraları, c. 2, s. 610.
[35] “Geçerdi”, Aşçı Dede’nin Hatıraları, c. 2, s. 611.
[36] “Çün ol buydan alıp şemme geçüben sırr-ı imkânı”, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, ss. 21, 226.
[37] “Ki Şeyh-i Arif ü Dânâ”, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, s. 21, 226.
[38] “Ale’l-ulâ”, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, ss. 22, 226.
[39] “Cinân-ı himmetile kim ola Ali Ahmed-i Sânî”, Aşçı Dede’nin Hatıraları, c. 2, s. 611
[40] “Mehtâb”, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, ss. 22, 227.
[41] “füyûzânı”, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, ss. 22, 227.
[42] “Füyûzundan”, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, ss. 22, 227.
[43] “bahş-ı kirâmından”, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, ss. 22, 227.
[44] “vicdanı”, Aşçı Dede’nin Hatıraları, c. 2, s. 611.
[45] “düşüp”, Aşçı Dede’nin Hatıraları, c. 2, s. 611.
[46] “eder”, Aşçı Dede’nin Hatıraları, c. 2, s. 611.
[47] “hükm ü fermânı”, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, ss. 22, 228.
[48] “keşf makamında”, Aşçı Dede’nin Hatıraları, c. 2, s. 612.
[49] “Ziyalandı gözü gönlü nedir pes rûh-ı râvânî”, Aşçı Dede’nin Hatıraları, c. 2, s. 612.
[50] “subh olıcak”, Aşçı Dede’nin Hatıraları, c. 2, s. 612.
[51] Bu şiirin metni için bk. Ertekin, “Son Dönem İskilipli Âlimler”, s. 410.
[52] Bu şiir bazı rivayetlerde dörtlükler şeklindedir. Buna göre birinci dörtlük şöyledir:
Maşukumun güldür teni
Ben gülzarı neylerem
Aşkın çölü makber bana
Başka mezarı neylerem

Önceki Halka
Yahya Dağıstânî (ks)
