Altın Silsile'den Altın Halkalar

Image hover effect image

Yusuf el-Hemedânî (ks)

9

Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.

Yusuf el-Hemedânî (ks)

Yûsuf el-Hemedânî, Türk dünyasının İslâmlaşmasını ve Anadolu’nun Türkleşmesini sağlayan Yesevîlik ile Nakşîliğin kolbaşıdır.[1] Diğer yandan altın silsilenin dokuzuncu halkasını teşkil etmektedir. Tam adı, Ebû Yakup Yûsuf b. Eyüp b. Yûsuf b. Hüseyin b. Vehre el-Hemedânî el-Bûzencirdî olan Hemedânî, 440/1049 veya 441/1050 tarihinde[2] İran’ın Hemedân şehrine bağlı Bûzencird kasabasında dünyaya gelmiştir.[3]

Çocukluk yıllarını memleketinde geçirdi, daha fazla okumak, ilim ve irfanını artırmak maksadıyla, 460/1067 yılında hilafet merkezi olan Bağdat’a gitti.[4] Bağdat, Buhara, Isfahan, Semerkant’ta Ebû İshak Şîrâzî (ö.476/1083), Abdüssamed b. Me’mûn, Ebû Bekir Hatip el-Bağdâdî (ö.463/1071), İbn Hezârmerd ve İbnü’n-Nakkûr gibi âlimlerden fıkıh, kelâm ve usûl dersleri,[5] Kadı Ebü’l-Hüseyin Muhammed b. Ali İbnü’l-Mühtedî Billâh (ö.465/1072-3), Ebü’l-Ganâim Abdüssamed b. Ali el-Me’mûn, Ebû Cafer Muhammed b. Ahmed b. Müslime (ö.465/1072-3), Hamd b. Velkîz, Ebü’l-Hattab Muhammed b. İbrahim et-Taberî ve Ahmed b. Muhammed b. Fazl el-Fârisî gibi muhaddislerden hadis dersleri aldı.[6]

Özellikle meşhur Şafiî fakihi ve Bağdat Nizamiye Medresesi’nin müderrisi Ebû İshak Şîrâzî’nin (ö.476/1083) ders halkasına devam etti. Hocası Ebû İshak eş-Şirâzî, tamamen Şiî akımlara karşı Sünnîliği koruma amaçlı olarak inşa edilen Nizamiye medresesinin ilk müderrisi olma özelliğine sahipti. Dolayısıyla Hemedânî, ileri düzeydi sünnî ve misyonu da bu doğrultuda insanlar yetiştirmek olan Şirâzî’den ders almış bir kişiydi.[7]

Fıkıh, hadis ve kelâm öğrenmeye başlayan, zekâ ve liyakati ile akranlarının önüne geçen Hemedânî’yi, hocası Ebû İshak, yaşı küçük olmasına rağmen Hemedânî’yi ilim, irfan ve iyi ahlâkı sebebiyle arkadaşlarına tercih eder, akranına örnek gösterir ve müridlerin çoğundan onu üstün tutardı.[8]

Fıkıh ve hilaf ilimlerinde ileri seviyede bir bilim adamı konumuna gelen,[9] özellikle nazar ilminde akranlarını geride bırakan,[10] şer’î ilimlerde büyük bir vukufiyet ve üstün başarı kazanan Yûsuf Hemedânî, daha sonra sûfiyâne mizacının da etkisiyle tasavvufa yöneldi. Fıkıh, nazar, hadis ve kelâm ilmini tahsilden sonra kendisini ibadete vererek tasavvufî hayatla meşgul oldu.[11]

Zamanla imam, âlim, fakih, zâhid, ârif-i Rabbânî[12] gibi vasıflarla anılmaya başladı. Onun tasavvufa yönelmesinde, kendisinin tasavvufî mizacı kadar, sûfî meşrep olduğu bilinen hocası Ebû İshak Şîrâzî’nin de büyük etkisi oldu. Sonunda Hemedânî, tasavvuf yolunda üç ayrı şeyhten istifade etti. Bunlar Ebû Ali Fârmedî, Abdullah Cüveynî ve Hasan Simnânî’dir.[13]

“Bir pîrle sohbetten mahrum olan müridin her gün bu zümrenin eserlerinden sekiz varak (16 sayfa) okuması gerekir. Böyle yaptığı takdirde, bu sözler onun gönlünün dirilmesine sebep olur.”
altin-silsile-favicon-150x150

Yusuf el-Hemedânî (ks)

Halifeleri ve Vefâtı

Yetişme tarzı nedeniyle ilmî tartışmaları, münazara ve cedeli çok seven Hemedânî, böylesi tutumlardan sıyrılmak için çok çabalar. Bu durumdan şeyhi Hasan-ı Sekkâk Simnânî[14] ile karşılaştıktan sonra ancak kurtulabilir.[15]

Bu özelliğinden dolayı, Hemedânî ile Gazâlî’nin meşrebi de birbirine çok benzemektedir. Her ikisi de düşüncede hür, söz ve davranışta ise ölçülü sûfîlerdir. Aynı medresede tahsil görmüşler ve tasavvufa yönelerek zâhirî ilmi bırakmışlardır. Aralarındaki en önemli fark, Gazâlî eser telifine önem verirken, Hemedânî daha çok ibadet ve halkı irşadla meşgul olmuştur.

Hem Fârmedî’den hem de Fârmedî’nin halifelerinden olan Simnânî’den istifade etmesi Hemedânî’nin Fârmedî’ye ait tasavvuf çeşmesinden beslenmiş olduğunu göstermektedir.[16] Nitekim Hemedânî, halifesi Gucdüvânî’ye kendi sülûkundan şu şekilde bahsetmektedir:

“Ey Abdulhâlik! Bilesin ki, Hak yolunun yolculuğu yani sülûk iki kısımdır: Sülûk-ı zâhir ve sülûk-ı bâtın. Sülûk-ı zâhir, daima ilâhî emir ve yasaklara riayet etmek, imkân ölçüsünde dinî esasları muhafaza etmek ve nefsin arzularından kaçınmaktır.

İkinci kısım olan sülûk-ı bâtın ise, kalbi temizlemeye çalışmak ve nefsânî kötü sıfatları yok etmek için gayret sarf etmektir. Bâtın temizliği dedikleri işte budur. Kalp zikrinde sınırsız bir çaba ve azim gerekir ki, kalp Hak Teâlâ’yı zikreder hâle gelsin.

Bu zikir telkini önce Hz. Ebû Bekir(ra)’ın kalbine, Selmân-ı Fârisî(ra)’ye, ondan Cafer-i Sâdık’a, ondan Sultan Bâyezîd’e, ondan Şeyh Ebü’l-Hasan Harakânî’ye, ondan büyük şeyh Ebû Ali Fârmedî et-Tûsî’ye ve ondan da bize ulaşmıştır.”[17]

Gucdüvânî ile gerçekleştirdiği sohbetinin devamında Hemedânî, kendisini şeyhi Ebû Ali Fârmedî’nin Abdullah Şirâzî, Hâce İshak Fahr-i Nasrâbâdî ve Hâce Hamidüddin Multânî’den sonra dördüncü halifesi olarak tanıtmaktadır.[18]

477/1084 yılında gerçekleşen şeyhinin vefatından sonra Hemedânî, Herat, Merv ve Rey şehirleri arasında mekik dokudu. Bu bölge halkı âdeta onu paylaşamaz oldu. Bu şehirlerin her birinde zikir ve sohbet halkaları kurdu. Özellikle Rey şehrindeki tekkesi emsali görülmedik bir cemaatle dolup taştı.[19]

Hemedânî’nin Merv’deki tekkesine bu özelliğinden dolayı, hürmeten “Horasan’ın Kâbesi” denmekteydi. Fakat Hemedânî bu tekkede sürekli ikâmet etmezdi, halkı irşad için birçok şehre seyahat ederdi.[20] Evhâdüddin Kirmânî (ö.635/1237)’nin belirttiğine göre, altmış yıldan fazla şeyhlik ve irşad makamında bulundu. Birçok kerametlere sahip olup mânevî makamlara ulaştı.[21]

506/1112 senesinde, yaklaşık altmış beş yaşlarındayken büyük bir vaiz ve sûfî unvanıyla tekrar Bağdat’a geldi. Bir zamanlar ders okuduğu Nizamiye Medresesi’nde vaaz meclisi kurdu ve halktan büyük bir ilgi gördü. Bir yandan halka hadis naklederken, diğer yandan da Nizamiye medresesinde fıkıh dersleri okuttu.[22]

Ebü’l-Fazl Sâfî b. Abdillah es-Sûfî’nin rivayetine göre, Bağdat’taki vaazlarından birinde İbn-i Sekkâ isminde bir fakih, Hemedânî’yi incitecek bir üslûp ile soru sordu. Hemedânî; “Otur, senin sözlerinden küfür kokusu alıyorum. Korkarım ki sen İslâm’dan başka bir din üzerine ölürsün.” dedi.[23]

İbn-i Sekkâ daha sonra Rum diyarından gelen bir elçi ile Kostantıniyye’ye gitti ve Hıristiyan olarak öldü. İbnü’s-Sekkâ Kur’ân-ı Kerim’i tamamen ezberlemişti. Ölüm döşeğinde; “Kur’ân’dan hâfızanda bir şeyler kaldı mı?” diye soranlara; “Sadece (Hicr, 15/2.) âyetindeki; ‘İnkâr edenler zaman zaman, keşke biz de Müslüman olsaydık, diye arzu ederler.’ ibaresinin kaldığını söyler.”[24]

Bu hadisenin bir başka rivayetine göre ise İbn-i Sekkâ, Şamlı Abdullah ve Abdülkadir Geylânî ile Yûsuf Hemedânî’nin meclisine geldi ve her biri niyetine göre cevap aldı. Bu ve diğer buluşmalarında Abdülkadir Geylânî’yi vaaza teşvik eden de Hemedânî idi.[25] Abdülkadir Geylânî, Yûsuf el-Hemedânî’nin ken­disini vaaza teşvik edişini şöyle anlatır:

“Hemedân’dan kendisine Yûsuf Hemedânî denen bir adam geldi. Ona kutup deniyordu. Ribatta konuk oldu. Oraya gittim, fakat onu göremedim. Bana kendisinin serdâb/bodrum­da olduğu söylendi. Hemen oraya indim. Beni görünce ayağa kalktı. Beni yanına oturttu. Ahvalimi bana izah etti, müşkülâtımı halletti.

Sonra bana insanlara konuşmamı söyledi. Ben ise ona, acemi birisi olduğumu, Bağdat’ın fasihleri gibi konuşamayacağı­mı, bildirdim. Bunun üzerine şunları söyledi: ‘Sen fıkhı, fıkıh usûlünü, hilâfı, nahvi, lügati ve Kur’ân’ın tefsirini iyice öğrendin. O halde, konuşma sana neden uygun düşmeyecekmiş? Kürsüye çık ve konuş! Ben, sende hurma ola­cak bir tohum, bir kök görüyorum!”[26]

Bağdat’ta bulunduğu sırada hac farizasını ifa için Harameyn’e giden Hemedânî, hac dönüşü Bağdat’a, oradan da eski hizmet bölgesi olan Herat, Merv ve Rey şehirlerine gitti. Vefatına kadar buradaki hizmet faaliyetlerine devam etti.[27]

Hemedânî, Herat’tan Merv’e dönerken Bagşûr yakınlarındaki Bâmeîn kasabasında, 22 Rebiulevvel 535/ 4 Kasım 1140 senesinde vefat etti. Naaşı önce oraya defnedildi, fakat bir süre sonra İbnü’n-Neccâr adında bir müridi kabrini Merv’e nakletti. Bugün mezarı, Türkmenistan sınırları içinde, Merv yakınlarındaki Bayram Ali denilen yerde olup “Hâce Yûsuf” adıyla ziyaretgâhtır.[28]

Sultan Sencer, 11 Ramazan 504/25 Mart 1110 tarihinde, Semerkant’ta bulunan Kâsım Cogî’ye bir mektup göndererek Şeyh Yûsuf Hemedânî hakkında saygı ve hürmetlerini bildirir. Tekkenin dervişleri için 50.000 altın gönderir.

Ashâb-ı kirâmın yollarından ayrılmayan bu büyük şeyhin hayat tarzını bildirmelerini ve Şeyh’ten kendisi için Fatiha niyaz etmelerini bildirir. Şeyh Hemedânî, o gün Hâce Abdullah Barakî’nin hücresinde başta Hâce Hasan Endakî, Hâce Ahmed Yesevî ve Hâce Abdulhâlik Gucdüvânî olmak üzere müridleri ile beraberdir.

Müridler, Sultan Sencer’in nezrini bildirirler. Hemedânî de Sultan Sencer’in talebi gereği bir Fatiha okur. Sonra Sencer’e gönderecek hata ve nisyandan başka bir amelinin olmadığını söyler. Dervişlerin ısrarı üzerine; “Şer’î Nebevî’ye uygun bizde ne gördünüzse yazınız!” der.

Bu izne dayanarak, dervişler onun sîretini yazıp gönderirler. Vefat edeceği gün, arkasını mihraba verip sevenlerinden su ısıtmalarını emreder; sonra yüzünü dört halifesine ve orada hazır bulunanlara dönerek, “Makamımıza Abdullah Barakî’yi bıraktık. Ona uyunuz. Karşı gelmeyiniz. Sultan Sencer için yazdığımız âdâbı, müridlere ve ashâbınıza söyleyiniz!” der ve Ahmed Yesevî’ye dönerek, Fâtır, Yâsîn ve Nâziât surelerini okumasını emreder. Hatim bitince, bir feryattır kopar.

Şer’î hükümlerine ve nebevî sünnete gönülden bağlılıkla, şer’î ilimlerdeki kudreti ile devrinde büyük şöhret kazanan Hemedânî gözlerini kapadığı zaman, onun geniş şöhretinden birçok şeyler halifelerine de geçer, onlar da kısa zamanda büyük bir ün kazanırlar. [29]

Birçok müridin yetişmesine rehberlik eden Hemedânî’nin en meşhur halifeleri; Hâce Abdullah Barakî (ö.555/1160?), Hâce Hasan Endakî Buhârî (ö.552/1157), Hâce Ahmed Yesevî 562/1166-67) ve Abdulhâlik Gucdüvânî ((ö.595/1199) olup Hemedânî’den sonra birbiri ardınca hilafet görevini üstlenmiş, diğer halifeler edeben postnişin olana bağlı kalmışlardır. Meşhur şahsiyetlerden Senâî Gaznevî, Şeyh Said Lala, Ebû Salih Abdullah et-Tabakî er-Rûmî ve Zeyneddin Kûy-i Ârifânî onun önde gelen müridleri arasındadır.[30]

Yusuf Hemedânî’nin Eserleri ve Şemâili

Geriye birçok mürid ve halife bırakan Hemedânî, ibadet ve irşad ile çok meşgul olduğu için geriye fazla eser bırakmamıştır.[31] Onun eserlerini ise şu şekilde sıralayabiliriz:

  1. Rutbetü’l-hayât: Sûfî gözüyle hayatın yorumunu yapan, hayatı imân, İslâm ve ihsan ile yaşamak diye üç derece/rütbeye ayıran bu Farsça eser, Süleymaniye Ktp., Ayasofya, no: 2910’daki (vr. 257a-289b) yegâne nüshaya istinaden Muhammed Emîn Riyâhî tarafından neşredilmiş (Tahran 1362 hş./1983) ve Hayat Nedir adıyla Necdet Tosun tarafından Türkçeye çevrilmiştir (İnsan Yayınları, İstanbul 1998).
  2. Menâzilü’s-sâirîn ve Menâzilü’s-sâlikîn: Tasavvuf büyüklerine ait sözleri içeren risaleler eline geçen Necîbüddîn Burguş Şîrâzî, bu kayıtları inceler ve çok hoşuna gider. Bu metinlerin kimin eseri olduğunu öğrenmek ve o zâtın diğer eserlerini de temin etmek ister.

    Bir gece rüyasında heybetli, vakarlı, beyazlar içinde ve gayet nurânî bir pîrin tekkesine girdiğini görür. Abdesthanede abdest alan, güzel beyaz bir cübbe giyinen, elbisesinin üzerinde büyük harflerle ve altın suyuyla yazılmış âyete’l-kürsî bulunan bu zât, kendisine yeşil bir cübbe giydirir.

    Abdest alana kadar beyaz cübbesini tutuğu, kendisine de yeşil cübbeyi giydirdiği bu zât, “Ben o cüzlerin sahibi ve aradığın kişi olan Yûsuf Hemedânî’yim. O kitabın adı da Rutbetü’l-hayât’tır. Benim ondan daha güzel kitaplarım da var. Örneğin Menâzilü’s-sâirin ve Menâzilü’s-sâlikin bunlardan ikisidir.” der.[32] Dolayısıyla Molla Câmî’nin ilgili rivayette zikrettiği bu iki eser, günümüze kadar ulaşamamıştır.

  3. Kitâb-ı Keşf: Bu eserinde Hemedânî, “Beden, kalp, ruh ve sırrın işlediği günahlardan dolayı tevbe etmek gerekir.” der. Deylemî Risâle-i Isfahan isimli eserinde; “Günahı işleyen ruhtur. Bu yüzden sadece ruhun günahlarından tevbe etmek gerekir.” diyerek ona itiraz eder.

    Sümeyremî ise Deylemî’ye itiraz ve Hemedânî’yi müdafaa için Redd-i Risâle-i İsfahan isimli eseri kaleme alır.[33]

  4. Üç Ayrı Risale: Bunlardan birisi, kâinatı insanın emrinde ve hizmetinde olarak anlatan Arapça, küçük ve isimsiz bir risale olup Necdet Tosun tarafından tercüme edilip Hayat Nedir isimli çalışmasının 99-101. sayfaları arasında neşredilmiştir.

    İkincisi ise riyazet, helâl yemek ve giymek, mücâhede ve zikir konularını ihtiva eden ve tarikat âdabına dâir Farsça küçük bir eserdir. Necdet Tosun tarafından tercüme edilen bu risale de ilgili çalışmanın 91-95. sayfaları arasında yer almaktadır.

    Farsça olarak yazılan, isimsiz olan ve bir sayfa tutarındaki üçüncü risale ise tevhidle ilgilidir. Tahran Ün. Merkez Ktp., no: 2114/18’de kayıtlı bulunup Celil Misgernijâd tarafından neşredilmiştir.[34]

  5. Safvetü’t-tevhîd li-tasfiyeti’l-mürîd: “Sûfî mahlûk/yaratılmış değildir” sözünün açıklaması, sabır, sâlikin kalp temizliğine ulaşmasının yolları ve fenâ ba’de’l-fenâ gibi konuları ihtiva eden Arapça bir eserdir. Misgernijâd tarafından Ma’ârif dergisinde yayınlanmıştır.[35]
  6. Vâridât: Bu eserin ismi, Muhammed b. Nizam el-Harizmî el-Erzengî’nin Şerh-i Risâle-i Azîzân adlı eserinde geçmektedir.[36]

Hem hayatı, hem halifeleri, hem de eserleri ile ilim-amel, şeriat-tasavvuf, zâhir-bâtın, fert-cemiyet, madde-mânâ ilişkilerini bir bütün olarak değerlendiren Hemedânî’nin hilye ve kişiliği ile kaynaklardaki tespitlere baktığımızda Hemedânî:

“Uzuna yakın orta boylu, zayıfça bedenli, çiçek bozuğu kumral saçlı ve buğday benizliydi. Güler yüzlüydü. Sakalına pek az ak düşmüştü. Suret ve sîreti kadar zühd ve takvası da mezhebinin imamı, İmâm-ı Azam Ebû Hanife’ye benzerdi. Kâl ve hâl sahibi, ilim ve irfan ehliydi.

Sırtında daima yamalı yün elbise bulunurdu. Hilm ve merhamet âbidesiydi. Kur’ân okumaya çok düşkündü.[37] Dünya işlerine ehemmiyet vermez, padişahların ve büyüklerin evlerine gitmezdi.

Eline ne geçerse muhtaçlara verir, kimseden bir şey kabul etmezdi. Herkese karşı çok iltifat eder, halim ve merhametli davranır, misafirlere kendi vilayetlerindeki dervişlerin ahvalini sorardı.

Kalben zikrederek nefsini hapsettiği cihetle çok terlerdi. Mescit kapısından Hâce Hasan Endakî ve Hâce Ahmed Yesevî’nin evine varana kadar Bakara suresini, geri dönerken de Âl-i İmrân suresini okurdu.

Arada yüzünü Hemedân’a çevirir ve çok ağlardı. Selmân-ı Fârisî(ra)’nin âsâsı ile sarığı kendisinde idi. Her ay başında Semerkant mollalarını çağırarak onlarla şer’î esaslar üzerine sohbet ederdi.

Hızır(as) daima onun musahibi idi. Herkesin derdine yetişmeye çalışırdı. Türk ve Tacik bütün köylülere dinin farzlarını öğretmekten üşenmez, daima eğitim hizmetleri ile meşgul olurdu.

İslâm’ın inanç esaslarını tevilsiz kabul eder, daima riyazet ve mücâhede hâlinde bulunur, müridlerine Peygamber(sav)’in sünnetine ve ashâbının(ra) izlediği yollara göre hareket etmeyi tavsiye ederdi.

Kalbi, bütün mahlûkat için derin bir muhabbetle dolu idi. Fakra meyilli idi. Altın ve gümüş eşya kullanmaz, fakirlere zenginlerden daha fazla itibar eder, odasında hasır, keçe, ibrik, iki yastık ve bir tencereden başka bir şey bulundurmazdı. Müridlerine daima dört büyük halifenin menkıbe ve faziletlerinden bahseder, onlara namaz, oruç, zikir, riyazet ve mücâhedeyi tavsiye ederdi.[38]

Hemedânî, fıkıhta Hanefî ve itikatta Mâturîdî idi. Gençliğinde Şafiî ve Eşârîliğin önde olduğu Bağdat Nizamiyesi’nde tahsil görmekle birlikte, daha sonra gerçekleşen Buhara ve Semerkant’taki tahsili esnasında Hanefî Mezhebi üzerine eğitim görmüştür.[39] Bu nedenle de tekkesini, Hanefîlerin çoğunlukta olduğu Merv’de kurmuştur.[40]

Hatta kaynaklarda şöyle bir olaydan bahsedilmektedir: Onun Hanefî mezhebi üzerine konuşmasından rahatsız olan iki genç âlim, Hemedânî’ye vaaz meclisinde; “Bize Eşârî mezhebi üzere konuşacaksan konuş, yoksa sus!” derler. Hemedânî onlara döner; “Asıl siz susunuz ve yaşamayınız.” der. O anda ikisi de oldukları yerde donup kalırlar, yani can verirler.[41]

Yusuf Hemedânî’nin Tasavvuf Anlayışı

Hemedânî, müntesiplerinin dindarlıklarını İslâm, iman ve ihsan boyutunda derinleştirmelerini istedi. Ona göre İslâmî terbiye ve aydınlığın mekânı beden, imânî terbiye ve aydınlığın mekânı kalp, ihsânî terbiye ve aydınlığın mekânı da sır ve ruhtur.

Onun ifadesiyle gaybı görme ve idrakte kalp esastır, beden ona tâbîdir. Gözün işleriyle ilgili konularda ise beden esastır, kalp ona tâbîdir. Görülen öncedir, gayb sonra.

Çünkü İslâm ile tesellide beden, iman ile tesellide kalp esastır. Diğer yandan kalp değişkendir, farklı âlemlerde dolaşır. Fakat sır, hâlden hâle dönüşmez, Kişi bazen ruh ve sır perdesinde Hakk’ın izzetini görür, bazen de meleklerin saflığını ve temizliğini müşahede eder.[42]

Bu ifadesiyle Hemedânî ihsan mertebesini gerçekleştirmiş müridlerinin Hak’ta karar kılacaklarını, imanlarının kavi, hâllerinin sağlam ve yaşantılarının istikamet üzere olacağını belirtir.

Yûsuf Hemedânî, İslâmî emirlere son derece bağlı, sahv ve temkini esas alan bir tasavvuf anlayışına sahipti. Keramete ve keramet göstermeye iltifat etmez, sekr ve vecdin tesiriyle zuhur eden ölçüsüz söz ve davranışları tasvip etmezdi.

Örneğin Ahmed Gazâlî’nin bazı söz ve davranışlarını beğenmediği bilinmektedir. Hemedânî, keramet gösterenlere iltifat etmediği gibi sûfîlerin keşflerinin çoğunlukla hayal olduğu kanaatinde idi.[43]

Tasavvuf anlayışında sahvı esas alan Hemedânî, Attâr’ın ifadesiyle, “Ene’l-Hak” diyen Hallâc-ı Mansûr konusunda özel bir yol tutturmuş,[44] yani Hallâc’ı desteklemek ile ona muhalif olmak arasında orta bir yol tutturup böyle sözlerin alelâde konuşulmasını tasvip etmemiştir. Nitekim Hemedânî’nin; “Eğer Hüseyin b. Mansur (Hallâc) marifeti hakkıyla bilseydi ‘Ene’l-Hak’ yerine ‘Ene’t-Türab/ben toprağım’ derdi” dediği bilinmektedir.[45]

Hemedânî’ye göre sâlikin zikirde son noktaya ulaşması, diliyle birlikte yedi uzvunun hatta tüyleri ve tırnaklarının da zikre iştirak etmesidir. Kalp, uzuvların zikrini duyar ve görür. Bu duyuş sebebiyle ısınır, kuvvetlenir, zikre muvafakat ve iştirak eder. Kalp zikrinin nihayeti kırk gündür. Bu kırk günün nihayetinde biriken nurlar kalbi aydınlatır. Duyu organlarının pencerelerine çıkar.

Halvet ehline zuhur eden bu halleri, hiçbir fakih, müfessir ve muhaddis bilemez. Bu konudaki sorulara cevap veremez. Hallerin süresi, zikrin süresi kadardır. Kalp gözüyle görme hâli zuhur edinceye kadar insan için baş gözü ile görmekten başka çare yoktur.[46]

Kalp ile zikir arasındaki ilişkiyi, ağaç ile su irtibatına benzeten Hemedânî’ye göre, kalp ile tefekkür de ağaç ile meyve gibidir. Ağaca su vermeden yeşermesini beklemek, yaprak ve çiçek çıkarmasını beklemeden ondan meyve istemek hata olur. İstense bile asla meyve vermez. Çünkü o vakit meyve zamanı değil, ağacı besleme ve imar etme zamanıdır.

Ona su vermek, sarmaşık otundan ve meyve kanalına yabancı olan şeylerden arındırmak, sonra da güneşin ısısını beklemek gerekir. Ağaç bu özelliğe büründükten sonra onun dalından meyve istemek doğru olur. Artık bu vakit, meyve zamanıdır.[47]

Konu ile ilgili olarak dikkat çektiği; “Bizim için çaba sarf edenlere yollarımızı gösteririz (hidayet ederiz). Muhakkak ki, Allah(cc), iyilik yapanlarla beraberdir.”[48] âyetindeki, “Çaba sarf etmek (mücâhede)” ibaresini dilin zikri, “yolları göstermek (hidayet)” ifadesini de kalpteki düşünce ve tefekkür kapısını açmak olarak tefsir eder.[49]

Aynı şekilde; “Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız.”[50] âyetindeki “iyi amel”i, bedenî ameller ve zikir, “güzel bir hayat”ı, tefekkür kapısını açmak ve hayvanî bir özellik olan hevâ ve dünyevî heves karanlığını yok etmek olarak yorumlar.

Onun ifadesiyle hayat, mal ve makam sevgisi, insanın önündeki perdelerdir. Bu perdeleri dil zikri ile yok etmedikçe, iman âlemi nurlarının bayrağı, keşf ve cemal âleminden görülmez.[51]

Bu iki âyet çerçevesinde şu çıkarımlarda bulunur:

“Önce çaba sarf etmek gerekir, o da zikirdir. Zikrin neticesinde mânevî bir çocuk doğar, o da tefekkürdür ve Hakk’ın yollarına ulaşmaktır. Bu durum, Hak Teâlâ’nın lütfu ile zuhur eder. “İyi amel” ile evlenmedikçe, “güzel hayat” yani kalp nurlarının çocuğu elde edilemez.[52]

Selefleri gibi semâ ile de ilgilenen ve bu konuda söz söyleyenlerden biri olan Hemedânî, aynı zamanda semâ konusunda çok özel söz söyleyenlerdendi.

Ona göre semâ Hakk’a sefer ve Hak’tan bir elçidir. Hakk’ın latifeleri olup gayb âleminden faydalar sağlar ve oradan varidat getirir. O bir fetih başlangıcıdır. Gelenler ona aittir.

Keşfin mânâları konumunda olan semâdan kişiye müjdeler gelir. O, ruhlara kuvvet, kalıplara gıda, kalplere hayat ve sırlara bakâ aşılar. Hak Teâlâ ilâhî hakikatleri, kimi zümreye tenzih şahidi, kimi zümreye rubûbiyet zâtı, kimi zümreye kudret vasfı, kimi zümreye de kayyum sıfatı ile tecelli edip dinletir.

Semâ; perdelerin yırtılması, sırların açılması, şimşeklerin çakması, güneşin doğmasıdır. Semâ âleminde ruhlar, kalp yolu ile dinler ve huzuru yakınlık makamında müşahede ederler. Semâ hâlindeki kişiler başkaları tarafından tıpkı esirler gibi kendilerinden geçmiş, vâleh ü hayran, korku içinde ve akılları gitmiş vaziyette görülürler.

Şu bir gerçek ki, Allah(cc), güzellik nurundan mukarrebûn melekleri sınıfına mensup yetmiş bin melek yaratmıştır. Arş ile Kürsî arasında onları ikâmet ettirmiştir. Oranın adı Hazret-i Üns’tür. Onların giysisi yeşil yündendir. Yüzleri dolunay gibidir. Onlar vecd içinde, kendilerinden geçmiş, hayran ve sekrandırlar.

Onlar yaratıldıkları andan beri Arş ile Kürsî arası hep koşarak gider gelirler. Bu onlardaki hayranlığın bir şiddet eseridir. Bunlar semâ ehlinin sûfîleridir. İsrafil(as) onların önderi ve mürşidi, Cebrail(as) onların reisi ve sözcüsü, Hak Teâlâ onların melikidir. Hemedânî sözlerini Allah(cc) Teâlâ’dan onlara selâm olsun diye bitirir.[53]

“İki kapıyı kapat, iki kapıyı aç! Şeyhlik kapısını kapat, hizmet kapısını aç, halvet kapısını kapat, sohbet kapısını aç!”
altin-silsile-favicon-150x150

Yusuf el-Hemedânî (ks)

Yusuf el-Hemedânî’den Nasihatler

Semâ özlemine gark olan, her an semâ coşkusunu bürünen, vecd ve vücûd ehli olmayı teşvik eden Hemedânî, müridlerini devamlı Hâcegân’ın iki temel unsuru olan hizmet ve sohbete de yönlendirmiştir. Kendisi de sık sık seyahat edip ve insanlara İslâmîyet’i öğretmeye çalışmıştır.

Özellikle Hıristiyan ve Mecusîlerin yaşadığı bölgelere, hatta birebir evlerine ziyarette bulundu, onları örnek ahlâk ve tatlı dille İslâm’a davet etti. Her türlü zorluk ve olumsuzluklara karşı sabır ve tahammül gösterdi, karşısına çıkan engelleri aşmaya çalıştı, toplumun her kesimine hitap etti, toplum kesimleri tarafından da hürmet ve kabul gördü, kimseyi tekfir etmedi.[54]

Molla Camii, Hemedânî’nin kendini sevenlerinin uğruna vakfedişi, müşkülleri çözen kişiliği ve dertlilerin hâllerine tercüman oluşunu yansıtan bir olayı Muhyiddin İbnü’l-Arabî’den nakille şu şekilde beyan etmektedir:

“Muhyiddin İbnü’l-Arabî anlatıyor: 602/1206 yılında Konya’da evimde bulunduğum zaman Şeyh Evhâdüddin-i Kirmânî bana şöyle demişti: ‘Bizim diyarda Hâce Yûsuf Hemedânî isminde biri vardı, altmış yıldan fazla bir müddet şeyhlik ve irşad seccadesinde oturmuştu.

Bir gün zaviyesindeyken gönlüne şehir dışına çıkma fikri geldi. Hâlbuki Cuma dışında taşraya çıkma âdeti değildi. Bu arzu ağır bastı ve gitme gerekti. Hak nereyi isterse oraya iletsin diye merkebe binip başını salıverdi. Merkep de onu şehrin dışına çıkardı, çöl tarafına gidip virane bir mescidin yanına götürdü ve durdu.

Şeyh aşağı inip mescide girdi. Burada başını içeriye çekmiş bir kişi vardı. Bu kişi, heybetli bir genç idi. Bir müddet sonra başını yukarı kaldırdı; ‘Hemedânî! Müşkül bir meselem var’ dedi ve o meseleyi anlattı. Şeyh de onu açıkladıktan sonra; ‘Delikanlı, bir müşkülle karşılaştığın zaman şehre gel, benden sor, beni zahmete sokma!’dedi. Genç ona bakıp şöyle söyledi: ‘Bir müşkülüm olduğu zaman her taş bana, senin gibi Yûsuf’tur.’”[55]

Molla Cami İbnü’l-Arabî’nin bu sözleri şu şekilde yorumladığından bahseder: Bundan anladım ki, samimi bir mürid, sıdkı sayesinde şeyhini kendine doğru hareket ettirmeye kadir olabilir.

Çizme imalatı ve çiftçilik yaparak geçimini sağlarken, ömrü boyunca kimseden herhangi bir beklenti içerisinde olmamış ve müridlerini de dilenmekten menetmiştir.[56]

Yusuf Hemedânî’nin kendi müridi Abdulhâlik Gucdüvânî’ye nasihati şu şekildedir:

“Abdulhâlik! İki kapıyı kapat, iki kapıyı aç! Şeyhlik kapısını kapat, hizmet kapısını aç, halvet kapısını kapat, sohbet kapısını aç!”[57]

Kendisine, “Bu devir kapanır, gerçek şeyhler de ahirete göçerse selâmete ulaşmak için ne yapalım?” diye sorulduğunda, Hemedânî;

“Bir pîrle sohbetten mahrum olan müridin her gün bu zümrenin eserlerinden sekiz varak (16 sayfa) okuması gerekir. Böyle yaptığı takdirde, bu sözler onun gönlünün dirilmesine sebep olur.

Buna göre bir mürid yolunu ve gidişatını dört esas üzerine bina etmelidir. Birincisi, perhiz ve nefis riyazeti; ikincisi, lokmanın ve hırkanın helâl olması; üçüncüsü, mücâhede; dördüncüsü, zikirdir.” diye cevap verir.[58]

Attâr’a ilham kaynağı olan bu söz, onun Tezkiretü’l-evliyâ isimli eserini kaleme almasına yol açmıştır.[59]

Kaynaklar:

[1]        Yılmaz, Altın Silsile, s. 75.

[2]        ez-Zehebî, A’lâmi’n-nübelâ, c. XX, s. 66.

[3]        es-Sem’ânî, el-Ensâb, c. I, 412.

[4]        İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, c. IV, s. 52.

[5]        ez-Zehebî, A’lâmi’n-nübelâ, c. XX, s. 66.

[6]        ez-Zehebî, A’lâmi’n-nübelâ, c. XX, s. 66; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-âyân, c. VII, s. 78; Yılmaz, Altın Silsile, s. 76; Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend –Hayatı, Görüşleri, Tarikatı-, İnsan Yayınları, İstanbul 2002, s. 39.

[7]        Seyfullah Kara, Selçuklular’ın Dini Serüveni Türkiye’nin Dini Yapısının Tarihsel Arka Plânı, Şema Yayınevi, İstanbul 2006, s. 191.

[8]        Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 521; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-âyân, c. VII, s. 79; Kufralı, Nakşbendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, s. 14; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 39.

[9]        Kufralı, Nakşbendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, s. 15.

[10]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 521.

[11]      İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-âyân, c. VII, s. 79.

[12]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 521; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-âyân, c. VII, s. 78.

[13]      Kufralı, Nakşbendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, s. 16; Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara 1993, s. 65-66.

[14]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 40.

[15]      ez-Zehebî, A’lâmi’n-nübelâ, c. XX, s. 68.

[16]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 40.

[17]      Abdülhâlik Gucdevânî, “Makâmât-ı Yusuf Hemedânî”, Hayat Nedir –Rutbetü’l-hayât-, çev.: Necdet Tosun, İnsan Yayınları, İstanbul 1998, s. 39.

[18]      Gucdevânî, “Makâmât-ı Yusuf Hemedânî”, Hayat Nedir, s. 39.

[19]      İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-âyân, c. VII, s. 80; Yılmaz, Altın Silsile, s. 76.

[20]      Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 69.

[21]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 521.

[22]      İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-âyân, c. VII, s. 78; Yılmaz, Altın Silsile, s. 76.

[23]      İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, c. IV, s. 53; ez-Zehebî, A’lâmi’n-nübelâ, c. XX, s. 67-68.

[24]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 522-523; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-âyân, c. VII, s. 78-79.

[25]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s.  40.

[26]      ez-Zehebî, A’lâmi’n-nübelâ, c. XX, s.  446-447.

[27]      Yılmaz, Altın Silsile, s. 76.

[28]      İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-âyân, c. VII, s. 80; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 41.

[29]      Gucdevânî, “Makâmât-ı Yusuf Hemedânî”, Hayat Nedir, s. 40; Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 67-72; Hamid Algar, “Nakşbendî Tarihinin Siyasî Boyutları”, Nakşibendîlik, haz.: A. Cüneyt Köksal, çev.: Kemâl Kahraman, İnsan Yayınları, İstanbul 2007, s. 64.

[30]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 49.

[31]      ez-Zehebî, A’lâmi’n-nübelâ, c. XX, s. 66-67.

[32]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 522.

[33]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 42.

[34]      Aynı eser, s. 42.

[35]      Aynı eser, s. 42.

[36]      Aynı eser, s. 42.

[37]      Yılmaz, Altın Silsile, s. 75.

[38]      Gucdevânî, “Makâmât-ı Yusuf Hemedânî”, Hayat Nedir, s. 41-42; Kadir Özköse, Anadolu Tasavvuf Önderleri, Ensar Yayıncılık, Konya 2008, s. 66.

[39]      Kemâl Eraslan, “Giriş”, Dîvân-ı Hikmet Seçmeler, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1991, s. 11.

[40]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 49.

[41]      İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, c. IV, s. 53; ez-Zehebî, A’lâmi’n-nübelâ, c. XX, s. 67-68; İmam Şa’rânî, et-Tabakâtü’l-kübrâ -Veliler Ansiklopedisi-, çev.: Abdülkadir Akçiçek, Erkam Yay., İstanbul 1407/1987, c. II, s. 486; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 49.

[42]      Hâce Yusuf Hemedânî, Hayat Nedir-Rutbetü’l-hayât-, çev.: Necdet Tosun, İnsan Yay., İstanbul 1998, s. 62, 74.

[43]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 47-48.

[44]      Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ,  s. 594.

[45]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 48.

[46]      Hâce Yusuf Hemedânî, “Rutbetü’l-Hayât”, Hayat Nedir-Rutbetü’l-hayât-, çev.: Necdet Tosun, İnsan Yayınları, İstanbul 1998, s. 64.

[47]      Hemedânî, “Rutbetü’l-Hayât”, Hayat Nedir, s. 71.

[48]      Ankebût,  29/69.

[49]      Hemedânî, “Rutbetü’l-Hayât”, Hayat Nedir, s. 71.

[50]      Nahl, 16/97.

[51]      Hemedânî, “Rutbetü’l-Hayât”, Hayat Nedir, s. 71.

[52]      Aynı eser, s. 71.

[53]      İmam Şa’rânî, et-Tabakâtü’l-kübrâ, c. II, s. 485-486.

[54]      Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 69.

[55]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 521-522.

[56]      Gucdevânî, “Makâmât-ı Yusuf Hemedânî”, Hayat Nedir, s. 41.

[57]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 48.

[58]      Hâce Yusuf Hemedânî, “Risâle der Âdâb-ı Tarîkat/Tarîkat Âdâbı”, Hayat Nedir –Rutbetü’l-hayât-, çev.: Necdet Tosun, İnsan Yayınları, İstanbul 1998, s. 91-95.

[59]      Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ,  s. 49; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 48.

Önceki Halka

Ebû Ali Fârmedî (ks)

Detaylı Oku

Sonraki Halka

Abdulhâlik Gucdüvânî (ks)

Detaylı Oku