
Ebû Ali Fârmedî (ks)
8
Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.
Ebû Ali Fârmedî (ks)
401/1010-11 tarihinde İran’ın Tûs yakınlarındaki Fârmed/Fârmez köyünde dünyaya gelen Fârmedî’nin[1] asıl adı Fazl b. Muhammed, künyesi Ebû Ali’dir. Memleketi Fârmed’e nispetle Fârmedî diye anılmaktadır.
İlköğrenimi doğum yerinde gerçekleştirdikten sonra Nişâbur’a gidip meşhur sûfî müellif Abdülkerim Kuşeyrî’nin medresesinde öğrenim gördü. Fârmedî’yi tefsir ve hadis gibi dinî ilimlerde yetiştiren Kuşeyrî, onu aynı zamanda vaaz ve irşad konusunda da eğitti.
Fârmedî, Kuşeyrî’den başka, Ebû Abdullah Muhammed İbn Muhammed eş-Şirâzî, Ebû Abdurrahman en-Neylî, Ebû Osman es-Sâbûnî, meşhur mütekellim Ebû Mansur Abdülkâhir el-Bağdâdî ve Ebü’l-Hasan el-Müzekkî gibi âlimlerden de istifade etti.[2]
Kuşeyrî’nin meclisinde fıkıh, hadis ve tasavvuf eğitimini gerçekleştiren Fârmedî, Nişâbur’a gelen Ebû Said-i Ebü’l-Hayr’ı ziyaret etti ve ilk görüşmesinde kuvvetli bir şekilde tesirinde kalarak büyük bir iştiyakla kendisine bağlandı. Fârmedî, Ebû Said-i Ebü’l-Hayr’la tanışmasını ve kendisinden etkilenişini şu şekilde anlatmaktadır:
“Gençliğimin ilk yıllarında Nişâbur’da ilimle meşgul idim. Şeyh Ebû Said-i Ebü’l-Hayr’ın Mihene’den gelip toplantılar yaptığını duydum. Onu görmeye gittim. Cemalini görür görmez ona hayran kaldım.
Bu topluluğa karşı içimde fazlaca bir muhabbet meydana geldi. Bir gün medresede odamda oturuyordum. Şeyhi görme arzusu gönlümde peyda oldu. Hâlbuki dışarı çıkacak zaman da değildi. Sabretmek istedim, gücüm yetmedi. Kalkıp dışarı çıktım, çarşı başına vardığım zaman Şeyhin büyük bir cemaatle gittiğini gördüm. Ben de arkalarına takıldım.
Şeyh bir yere girdi, cemaat de onu takip etti, ben de onların ardından girdim. Şeyhin beni göremeyeceği bir köşeye çekildim. Semâ ile meşgul oldular. Hoş vakit geçirdiler. Şeyhte vecd zâhir oldu. Elbisesini yırttı. Semâ bittiğinde şeyh elbisesini çıkardı, bunu önünde paraladılar.
Şeyh bir yeni/giysi parçasını ayırıp bir tarafa koydu ve ‘Neredesin ey Ebû Ali Tûsî?’ diye seslendi. Hiç cevap vermedim. Beni nasıl olsa tanımaz ve görmez. Belki de müridlerinden birisi var dedim. Bir daha çağırdı, cevap vermedim. Üçüncü defa çağırdığında yine cevap vermedim.
Cemaat, ‘Şeyh herhalde seni çağırıyor olmalı.’ deyince kalkıp şeyhin önüne vardım. Şeyh hırka parçasını bana verdi ve: ‘Sen bize bu yama ve yen gibisin.’ dedi. Onu alıp hizmet ettim. Aziz bir yerde sakladım, bundan sonra devamlı şeyhin hizmetinde bulundum. Bu hizmetten bana pek çok fayda, gönül aydınlığı ve iyi haller yüz gösterdi.”[3]
Ebû Said’in sohbet ve semâ meclislerine devam eden Fârmedî’ye, Ebû Saîd, onun büyüklerin diliyle bülbül gibi konuşacağı ve kendisine mânâ âlemlerinin açılacağı müjdesini verdi.[4]
Şeyhi Ebû Said ile birlikte Mihene’ye gitti. Ebû Said ve kendisine eşlik eden kalabalık bir topluluk, Mihene’ye giderken bir dağın eteklerine varırlar. Önlerine yabanî ve yırtıcı bir hayvan çıkar. Kafiledeki herkesin yüzünde şafak atar ve hemen oradan kaçışırlar.
Ebû Said ise olduğu gibi atının üzerinde durur. Yabanî hayvan yaklaşınca, Ebû Said atından iner. Hayvancağız önünde yuvarlanmaya ve kıvrılmaya başlar. Bir süre sonra Ebû Said, yabanî hayvana; “Zahmet ettin, artık dön.” demesi üzerine, hayvan geri döner ve oradaki dağa yönelir.
Dervişlerin hepsi Ebû Said’in huzuruna gelip; “Efendim, ne oldu?” diye sorarlar. Şeyh; “Bu dağda yıllarca birbirimizle arkadaş olmuş, her ikimiz de birbirimizin (feth ve) feyizlerine tanık olmuştuk. Buradan geçeceğimizi haber alınca geldi, ahdini tazeledi. Zaten ahde vefa imandandır. Her kimde ahlâk varsa her şey onun yanına o ahlâkla (huy, tabiat) gelir. Bakınız İbrahim(as) bir ahlâk yolunu tuttuğundan ister istemez ateş onun huyuyla karşıladı.” şeklinde cevap verir.[5]
Hüner, sadece saygın ve seçkin isimlerle birliktelikte değildir. Hüner odur ki, saygın ve seçkin şahsiyetlerin hâl transferi ile sıradan isimlerin hatta kozmik âlemin tüm varlıklarının kişinin kendisinden istifade etmesidir.
Sûfîler iç dünyalarında gerçekleştirdikleri huzur ve uyumu dış dünyaya da yansıtan seçkin zümrelerdir. Rabbi ile ünsiyet peyda edene, Allah(cc) tüm varlıkları hizmetine amade kılar.
Canlı cansız her şey Hakk’ı tesbih etmektedir. Bize düşen de eşyanın lisan-ı hâli ile devam ettiği bu kozmik zikre katılmaktır. Günümüz insanı kendisine yabancılaştığı için her şeyden, hatta kendisinden bile ürkmektedir. Nasıl ürkmesin ki, tabiatın dengesini, ekolojik dokunun düzenini, varlıkların yaşam arenasını bozup tarumar eden onlar değil mi? Harakânî’de gördüğümüz arslana odun taşıtma yetisi, bu kez onun yakın dostu Ebû Said’in yabanî hayvanlara tesir eden mânevî gücüyle karşımıza çıkmaktadır.

Ebû Ali Fârmedî (ks)
Ebû Ali Fârmedî ve Abdülkerîm el-Kuşeyrî
Ebû Saîd Nişâbur’dan ayrılınca, Fârmedî, üstadı Kuşeyrî’nin huzuruna çıkarak kendisinde meydana gelen rûhî gelişmeleri anlattı. Fakat Kuşeyrî ona ilim öğrenmeye devam etmesini tavsiye etti.
İlimde derinlik ve marifette rüsûh kesbeden Fârmedî, üstadının izniyle medreseden ayrılarak, Kuşeyrî’nin dergâhına taşındı. Bir süre mücâhede ve riyazetle meşgul olduktan sonra Fârmedî, bir gün şahidi olduğu muazzam bir tecelli ile sarsıldı.
İlimle meşguldü, elindeki kalemi hokkaya batırarak yazı yazıyordu. Kalemi hokkaya daldırdığında kalemin ucunu bembeyaz olarak gördü. Hâlbuki hokka mürekkeple doluydu. Kalemi tekrar hokkaya sokup çıkardı, fakat yine değişen bir şey yoktu. Büyük bir dehşete kapılıp hocası Kuşeyrî’nin yanına gitti.
Fârmedî’nin anlattıklarını dinleyen Kuşeyrî; “Artık senin işin benim sınırlarımı aştı. İlim senden el çektiğine göre sen de ondan el çekip ruhunu erdirmeye ve içindeki ateşi söndürmeye bak.” dedi.[6]
Yine Fârmedî, şeyhi Kuşeyrî’nin hamamda bulunduğu bir sırada ihtiyaç duyduğu suyu, kendiliğinden ve şeyhi istemeden getirip kapısına bırakıvermişti. Onun bu inceliğini gören üstadı; “Sen bu feraset ve hizmet anlayışınla bizlerin yetmiş yılda elde ettiğini bir defada edindin. Allah(cc) seni yüceltsin.”[7] diye dua etmişti.
Kuşeyrî’nin hayret ettiği ondaki bir başka olay ise şu şekilde gerçekleşir: Fârmedî bir süre daha üstat Kuşeyrî ile mücâhede eğitimine devam eder. Bir gün kendisini amansız bir hâl kaplar ve o hâl içinde yok olur. Durumu üstadı Kuşeyrî’ye anlatır. “Ebû Ali! Benim gücüm bundan daha fazla değil. O hâl bundan yücedir, onun yolunu bilmiyorum.” der.
Gönlünde doğan bir fikir gereğince, kendisini bu makamdan daha yükseğe ilerletecek bir pîr ihtiyacını hisseder.[8] Hatta zamanla şeyhi Kuşeyrî’den farklı bir tutum sergilediği de olur. Örneğin Kuşeyrî, Hallâc-ı Mansur’un çizgisini, söylem ve üslûbunu benimsemezken, Fârmedî Hallâc’ın hâli ve seyri hakkında saygın bir tutum sergilemiş ve kendisine tazimde bulunmuştur.[9]
Ebû Ali Fârmedî ve Ebü’l-Kāsım el-Cürcânî
Yeni bir mürşide ihtiyacı bulunduğunu anlayan Fârmedî, ününü duyduğu Ebü’l-Kâsım el-Cürcânî ile görüşmek üzere Tûs’a gider. Fârmedî, Ebû Osman el-Mağribî ve Cüneyd-i Bağdadî’nin halifesi olan Cürcânî[10] ile görüşüp tanışmasını şu şekilde anlatmaktadır:
“Şeyhim Kuşeyrî’nin dünyasını aşan hâlleri yaşamaya devam ediyordum. Hatta bu hâller her geçen gün gittikçe artıyordu. Daha önce Ebü’l-Kâsım Cürcânî’nin adını işitmiştim. Tûs’a gittim.
Şeyhin yerini bilmiyordum. Şehre vardığımda şeyhin yerini sordum. Tarif ettiler, vardım. Müridlerinden bir cemaatle mescitte oturuyordu. Ben de iki rekât tahiyyetü’l-mescit namazı kılıp önüne vardım.
Şeyh başını önüne eğmişti. Başını kaldırıp; ‘Ebû Ali, gel.’ dedi. Selâm verip oturdum. Vakıalarımı anlattım. Şeyh Ebü’l-Kâsım; ‘Başlangıcın mübarek olsun, şu durumda belli bir dereceye erişmişsin, fakat terbiye görürsen daha yüce derecelere erişirsin.’ dedi. Gönlümden ‘Benim pîrim budur.’ diye geçirdim ve onun yanında ikâmet ettim.”[11]
Ebü’l-Kâsım Cürcânî, Fârmedî’yi türlü riyazetlere tâbî tutar. O da verilen görevleri yerine getirmeye, riyazet ve mücâhedesinde sebat etmeye çalışır. Şeyhi bir gün Fârmedî ile diğer müridi Ebû Bekir Abdullah Derâverdî’yi Mihene’deki Ebû Said-i Ebü’l-Hayr’ın yanına gönderir.
Mihene’ye vardıklarında âdâb ve erkânın gereğini yerine getirirler. Şeyhin huzuruna vardıklarında Şeyh Ebû Said, müridlerinden Hasan Müeddib’e emir buyurup onlara birer bez vermesini söyler. Sonra Fârmedî’ye bu bezle duvardaki tozları silmesini emreder. Ebû Bekir Abdullah’a da dervişlerin ayakkabılarını temizleme görevi verir.
Üç gün Ebû Said’in hankâhında kalıp görevlerini yerine getirirler. Dördüncü gün Ebû Said, şeyhleri Ebü’l-Kâsım’ın yanına dönmeleri gerektiğini söyler ve onlar da şeyhlerinin yanına varırlar. Aradan bir zaman geçtikten sonra Cürcânî de Ebû Said de vefat eder.
Fârmedî akıcı bir üslûba, güçlü bir hitabete ve nezih bir konuşma yetisine sahip olur. Etrafı mürid kitleleri ile dolup taşar. Geniş kesimler tarafından büyük bir kabul görür. Ünü ve ismi cihanın her tarafını kaplar.
Olanca saygın ve seçkin konumuna rağmen yoldaşı Ebû Bekir Abdullah’ın ise halk arasında ne ismi ne de şöhreti yayılır. Tanınan ve anılan birisi olmaz. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda Ebû Bekir Abdullah bu durumu şu şekilde yorumlar:
“Şeyh Ebû Said, Ebû Ali el-Fârmedî’ye bezle duvardaki tozları silmesini emretti. Yani ömür boyu Hak kullarının gönül duvarlarındaki günah tozlarını söz beziyle temizlemesini emretti. Bana ise dervişlerin ayakkabılarını temizlememi emretti. Bu da sıradan biri olmama, anılan ve ünlenen biri olmayacağıma işaret ediyordu.”[12]
Bu rivayetin gereği olarak, Cürcânî, yanında mücâhede ve riyazet dönemini tamamlayan Fârmedî’ye vaaz ve irşadda bulunma icazeti verdi. Dili ve gönlü açıldığından olağanüstü güzel ve etkili konuşmalar yapmaya başladı.
Edebinin güzelliği, konuşma sanatındaki eşsiz örnekliği, yerinde tespitleri, üslûbunun tatlılığı ve gönüllere işleyen sözlerinin rikkati ile dikkat çekti.[13] Nişâbur’da vaaz verdiği sırada, mecliste hazır bulunanlardan İmamü’l-Harameyn, kendisine: “Âlimler peygamberlerin varisleridir” hadisi ile hangi âlimler kastedilmektedir?” diye sorar.
O da; “O zümrenin mensupları ne soran gibidir ne de sorulan gibi. Fakat gerçek varis, mescidin kapısında yatmaktadır.” deyip Muhammed b. Eslem (ö.242/856)’in mezarına işaret etti.[14] Dolayısıyla Fârmedî, vaaz ve irşad faaliyetlerinde son derece tevazu sahibi, gurur ve benlik duygusundan uzak ve kendini görmeyi değil, model şahsiyetlerin izinden giderek mânevî dünyasını inşa etmeyi esas alan bir üstattır.
Kaynaklar, Fârmedî’nin son derece güzel ve etkileyici konuştuğunu söyleyip onun vaaz meclislerini, çeşit çeşit çiçek açan meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçeye benzetmektedirler.[15]
Ebû Ali Fârmedî, himmeti hizmette arayanlardandı. Bu yüzden, şeyhine ve ihvanına hizmette kusursuzdu. Hizmette, hikmeti ve feraseti önde tutardı. Çünkü hizmetten himmet bulmak için hizmetin vaktini ve yerini iyi seçmek gerekliydi. O, ferasetiyle bu konuda şeyhinin dua ve himmetine mazhar olmuştu.[16]

Ebû Ali Fârmedî (ks)
V1084 / Tûs / İran
Ebû Ali Fârmedî ve Ebü’l Hasan el-Harakânî
Nakşbendî silsilesinin önemli simalarından olan Ebü’l-Hasan el-Harakânî’den de faydalanan Fârmedî, Harakânî’den istifadesini şu sözleri ile beyan etmektedir:
“Kalbimde hâsıl olan aşk ve şevk ziyadesiyle artmıştı. Bu arzumun çokluğu sebebiyle Ebu’l Hasan el-Harakânî hazretlerinin sohbetine kavuştum. Hizmetinde bulundum. Nihayetsiz feyizlere ve mânevî zevklere eriştim.”[17]
Ebü’l-Kâsım el-Cürcânî’nin mânevî verasetine nail olan Fârmedî, Cürcânî’nin kızıyla evlenerek maddî mirasına da nail oldu.[18] 477/1084 tarihinde Tûs’ta vefat eden Fârmedî,[19] orta boylu, esmer tenli, ciddi ve vakur görünümlü ve çatık kaşlı idi.
Bununla birlikte cemâli celâline galip, son derece merhametli ve şefkatli idi. Yalnız hakkı söyleme sırası geldi mi kaşları iyice çatılırdı. Gözleri ve kirpikleri siyah, ağzı biraz büyükçe idi. Fesahat ve belâgate önem vermemekle birlikte düzgün ve etkili konuşurdu.[20]
Fârmedî’nin Ebü’l-Mehâsin Ali, Ebü’l-Fazl Muhammed ve Ebû Bekir Abdülvâhid isminde üç oğlu vardır. Her birisi de fazıl ve zahit şahsiyetlerdir.[21] Bunlarla tanışma fırsatı bulduğunu söyleyen Sem’ânî, şeyhin kabrini defalarca ziyaret ettiğini de belirtir.[22]
Fârmedî, irşad ve nasihat üslûbundaki incelik, hâl ve tavırlarındaki mükemmellik sebebiyle devrinde büyük bir sevgiye mazhar oldu. Rüknü’l-İslâm, el-Mürşid,[23] Kutbü’z-Zaman,[24] Horasan’ın Dili[25] ve Şeyhü’ş-Şüyûh[26] gibi unvanlarla anıldı.
Bir ara Merv’e giderek Büyük Selçuklu Veziri Nizâmülmülk ile görüştü ve onun yanında büyük itibar gördü.[27] Cüveynî ve Kuşeyrî gibi devrin âlimlerine ve şeyhlerine saygı gösteren[28] ve onlar huzuruna geldiklerinde ayağa kalkan Nizâmülmülk, Fârmedî geldiğinde ise hürmetle ayağa kalkmakla birlikte, onu kendi makamına da oturturdu. Nizâmülmülk’e Fârmedî’ye gösterdiği bu saygının sebebi sorulduğunda şu karşılığı verirdi:
“Diğer âlim ve şeyhler beni yüzüme karşı övüyorlar. Bu da nefsimin hoşuna gidiyor. Fârmedî ise beni yüzüme karşı övmediği gibi kusurlarımı, yanlışlık ve haksızlıklarımı da söylüyor ve beni ikaz ederek irşad ediyor. Ben de onun bu söylediklerinde hayır görerek ona saygı göstermeye çalışıyorum.”[29]
Ebû Ali Fârmedî ve İmam Gazâlî
Fârmedî, çağının büyük âlim ve mutasavvıflarıyla tanışıp onlardan faydalandı. Başta Gazâlî, Abdülgâfir İbn İsmail, Abdullah b. Ali el-Harkûşî, Ebü’l-Hayr, İbn Bâkûye ve Abdülkâhir el-Bağdâdî olmak üzere pek çok âlim ve mutasavvıf üzerinde etkili oldu.[30]
Kufralı, İslâm Ansiklopedisindeki “Gazâlî” maddesinde, Gazâlî’nin Fârmedî’ye intisabından şu şekilde bahsetmektedir:
“Gazâlî’nin babası Muhammed’in sûfîlere karşı muhabbet beslediği göz önünde tutulacak olursak, bu zâtın Ebû Ali el-Fârmedî’ye bağlı bulunduğu muhtemel görülebilir. Vefatında iki oğlunu vasiyet ettiği sûfînin kim olduğunu kesinlikle söylemek mümkün olmamakla birlikte, bu zâtın Fârmedî müridlerinden biri olduğu şüphesizdir.
Şu bir gerçek ki, Gazâlî daha tahsil döneminde Fârmedî’ye intisap etmişti. Kardeşi Ebü’l-Fütûh Ahmed Gazâlî (ö.520/1129) de Ebü’l-Kâsım el-Gürgânî’nin diğer halifesi Ebû Bekr b. Abdullah en-Nessâc et-Tûsî’den feyz almıştı. Gazâlî 447/1055 senesine kadar, Ebû Ali el-Fârmedî’nin sohbetlerine katışmış ve onun sûfiyâne neşvesini daima muhafaza etmiştir.
Tedris hayatına girdiği zaman tasavvufî hayatı ikinci planda kaldı. Tasavvufa tekrar yöneldikten sonra Gazâlî, Fârmedî’nin bir zamanlar kendisine telkin ettiği tasavvufî esaslara, nafile ibadetlere, zikir ve virde son derece titizlikle devam etti. Gazâlî tasavvufî akidelerini, Fârmedî’nin Ebü’l-Kâsım Gürgânî’den aldığı ‘kulun esmâ-i hüsnânın mânâsı ile sıfatlanması’ kaidesi etrafında topladı.”[31]
Bu tespitler ışığında diyebiliriz ki, Kuşeyrî ile Gazâlî arasında bir köprü görevi üstlenen Fârmedî, yazılı eser bırakmamakla birlikte, Gazâlî’nin yetişmesine etki ederek sünnî tasavvufun esaslarını geliştiren ve sistemleştiren bu iki büyük zâtı karşı karşıya getirmiştir.[32]
İhyâ’da bizzat şeyhi Fârmedî’den duyduğu birkaç sözü de nakleden Gazâlî, bu nakillerle mürşidin müridi terbiyesi ve müridin şeyhine karşı edep ve saygısına açıklık kazandırmaktadır. Nitekim Gazâlî, müridin genellikle gündüz vakti meşgul olduğu şeyleri rüyada gördüğü konusunda şeyhi Fârmedî’nin şu sözlerini nakletmektedir:
“Müridin şeyhine karşı dili ile saygılı olması gerektiği gibi, şeyhinin söylediklerini içinden reddetmemesi de gerekir. Nitekim ben, şeyhim Ebü’l-Kâsım Cürcânî’ye, kendisini rüyamda gördüğümü, onun bana bazı sözler söylediğini ve benim de kendisine; ‘Niçin böyle söylüyorsun?’ diye itiraz ettiğimi anlattım.
Şeyhim bunun üzerine bir ay süreyle bana kırıldı. Sebebini sorduğumda bana dedi ki: ‘Eğer senin içinde benim söylediklerime karşı çıkıp itiraz etme duygusu olmasa ve bana karşı tam bir teslimiyet içinde bulunsan, rüyanda bana böyle mukabele etmezdin.”[33]
Özetle, Fârmedî Nakşbendîyyenin Alevî silsilesinde Ebü’l-Kâsım el-Cürcânî’nin, Bekrî silsilesinde ise Ebü’l-Hasan el-Harakânî’nin halifesi olarak gösterilmektedir.[34] Nakşbendîyyenin her iki silsilesi Ebû Ali el-Fârmedî’de birleşir ve halifesi Yûsuf el-Hemedânî vasıtasıyla devam eder. Bu bakımdan Fârmedî, Nakşbendîyye tarikatının tarihinde önemli bir yere sahiptir.[35]
Kaynaklar:
[1] es-Sem’ânî, el-Ensâb, c. IV, 335; İzzüddin İbnü’l-Esîr el-Cezerî, el-Lübâb fî tehzîbi’l-ensâb, Dâru Sâdır, Beyrut 1980, c. II, s. 405.
[2] es-Sem’ânî, el-Ensâb, c. IV, 335; İbnü’l-Esîr, el-Lübâb, c. II, s. 405; Kâsım Kufralı, Nakşbendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü, İstanbul 1949, s. 8; H. Kamil Yılmaz, “Ebû Ali Farmedî (r.h.) (ö.477/1084)”, Sahabeden Günümüze Allah Dostları, Şûle Yayınları, İstanbul 1998, c. VII, s. 27.
[3] Muhammed İbn Münevver, Tevhidin Sırları (Esrâru’t-tevhid fî makaâti’ş-Şeyh Ebî Said), çev.: Süleyman Uludağ, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2004, s. 133; Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 513-514.
[4] Yılmaz, Altın Silsile, s. 74.
[5] İbn Münevver, Tevhidin Sırları, s. 184-185.
[6] Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 514; Yılmaz, “Ebû Ali Farmedî”, Allah Dostları, c. VII, s. 28.
[7] İbn Münevver, Tevhidin Sırları, s. 134; Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 514; Yılmaz, Altın Silsile, s. 73.
[8] İbn Münevver, Tevhidin Sırları, s. 134; Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 514.
[9] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 594.
[10] Komisyon, Evliyâlar Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi, İstanbul 1992, c. V, s. 92.
[11] İbn Münevver, Tevhidin Sırları, s. 134; Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 514-515.
[12] İbn Münevver, Tevhidin Sırları, s. 182.
[13] İbnü’l-Esîr, el-Lübâb, c. II, s. 405.
[14] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 316.
[15] es-Sem’ânî, el-Ensâb, c. IV, s. 335; Tahsin Yazıcı, “Ebû Ali el-Fârmedî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1997, c. X, s. 90.
[16] Şemseddin Muhammed b. Ahmed b. Osman ez-Zehebî, el-’İber fî haberi men gaber, tahk.: Ebû Hâcer Muhammed Said b. Besyûnî Zağlûl, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1985, c. II, s. 337.
[17] Komisyon, Evliyâlar Ansiklopedisi, s. 95.
[18] Kufralı, Nakşbendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, s. 9.
[19] es-Sem’ânî, el-Ensâb, c. IV, 335; Yazıcı, “Ebû Ali el-Fârmedî”, DİA, c. X, s. 90.
[20] Yılmaz, “Ebû Ali Farmedî”, Allah Dostları, c. VII, s. 30.
[21] İbnü’l-Esîr, el-Lübâb, c. II, s. 405.
[22] es-Sem’ânî, el-Ensâb, c. IV, 335.
[23] İbnü’l-Esîr, el-Lübâb, c. II, s. 405.
[24] ez-Zehebî, el-’İber, c. II, s. 337.
[25] es-Sem’ânî, el-Ensâb, c. IV, 335.
[26] İbnü’l-Esîr, el-Lübâb, c. II, s. 405; Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 513.
[27] ez-Zehebî, el-’İber, c. II, s. 337.
[28] İbnü’l-Esîr, el-Lübâb, c. II, s. 405.
[29] Yılmaz, Altın Silsile, s. 72; Komisyon, Evliyâlar Ansiklopedisi, s. 95-96.
[30] es-Sem’ânî, el-Ensâb, c. IV, 335; İbnü’l-Esîr, el-Lübâb, c. II, s. 405; Yazıcı, “Ebû Ali el-Fârmedî”, DİA, c. X, s. 90.
[31] Kâsım Kufralı, “Gazzâlî”, İslâm Ansiklopedisi, M.E.B. Yayınları, İstanbul 1993, c. IV, s. 755.
[32] Yılmaz, “Ebû Ali Farmedî”, Allah Dostları, c. VII, s. 29.
[33] İmam Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, Dâru’l-Cîl, Beyrut 1412/1992, c. V, s. 32.
[34] Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 513.
[35] Yazıcı, “Ebû Ali el-Fârmedî”, DİA, c. X, s. 90.

Önceki Halka
Ebu'l Hasan el-Harakânî (ks)
