Altın Silsile'den Altın Halkalar

Image hover effect image

Ubeydullah Ahrâr (ks)

19

Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.

Ubeydullah Ahrâr (ks)

İsmi Nâsıruddîn Ubeydullah b. Mahmûd b. Şihâbeddîn Şâşî es-Semerkandî olup Ubeydullah-i Ahrâr ya da Hâce-i Ahrâr/hürlerin şeyhi diye meşhurdur. Gönlünün, dünya malından ve iki cihan kaygısından azade olduğu düşüncesiyle kendisine bu lakap verilmiştir.[1]

Ramazan 806/Mart 1404 senesinde Taşkent’in Bağistân köyünde doğdu.[2] Babasının adı Mahmud, dedesininki ise Şeyh Muhammed Nâmî idi.[3] Ebû Bekir Muhammed b. Ali İsmail el-Kaffâl eş-Şâşî’nin müridi[4] ve dönemin seçkin simalarından biri olan dedesi, son demlerinde çocuklarını ve torunlarını yanına çağırarak nasihat eder ve onlara dua eder.

Ubeydullah Ahrâr’a ise özel teveccüh gösterir, yatağından doğrulup oturur, onu kucağına alarak; “Allah(cc)’ın bana müjdelediği çocuk budur. Yakında bu oğlum şeriat ehli, tarikat pîri, marifet madeni, hakikat eri olarak zamanına ve ötelerine ışık tutacaktır. Bir Allah(cc) eri olacaktır.” diye temennilerini dile getirir.[5]

Küçüklüğünde hem Taşkent’te mektebe devam eder hem de ziraatla meşgul olan babasına yardım eder. Mâneviyata meyilli bir mizacı olan Ubeydullah, gençliğinde rüyasında Hz. İsa’yı görür. Hz. İsa ona; “Evladım! Hiç mahzun olma, seni ben yetiştireceğim.” der.

O bu rüyayı tanıdığı sâlih zâtlara anlatır. Onlar da; “Sen ileride tıp ilmine sahip biri olacaksın.” derler. Fakat Ahrâr, onların bu yorumuna itibar etmez. İsa(as)’ın bir nebi olarak ölü canları diriltme mucizesi gösterdiğini, Allah(cc)’ın da velî kullarına kalpleri imanla canlandırma kuvveti vereceğini düşünerek Allah(cc)’tan böylesi bir güce sahip olmayı diler.[6]

Ubeydullah Ahrâr, çocukluk yıllarına ait bir başka rüyasını ise şu şekilde anlatmaktadır:

“Bir gece Şâh-ı Nakşbend’i rüyamda gördüm. Bana birtakım mânevî ameliyatlar yaptı. Ardından yürüyüp gitti. Peşine takıldım. Kendisine yetiştiğimde bana; ‘Allah(cc) mübarek eylesin’ dedi.”[7]

Bir ara geceleri Taşkent’teki meşhur mezarları ziyaret edip onlardan feyz aldı. Daha ziyade Ebu Bekir Kaffâl Şâşî (ö.365/976 ?) ve Şeyh Havend Tahûr’un mezarlarını ziyaret etti.[8]

İlk eğitimini dayısı İbrahim eş-Şâşî’nin yanında aldı. Kendi ifadesiyle dayısının ona öğretmek amacıyla yazdığı ilk ibare şu beyitti:

“Hak ehlinin içleri tıpkı dışları gibidir.

Haydi, şimdi gizlilikleri ortaya çıkaranı kutla.[9]

Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit, sed do eiusmod tempor incididunt ut labore et dolore magna aliqua. Quis ipsum suspendisse ultrices gravida. Risus commodo viverra maecenas accumsan lacus vel facilisis.
altin-silsile-favicon-150x150

Hazret-i Muhammed (sav)

Semerkand Yılları

22 yaşındayken 828/1425 yılında dayısı Hâce İbrahim ilim tahsili için onu Semerkand’a götürdü.[10] Ubeydullah Ahrâr bu şehirde Mevlânâ Kutbeddîn Sadr Medresesi’nde bir süre tahsil gördüyse de, tasavvufa olan meyli sebebiyle medrese eğitimine devam edemedi. Semerkand’da iki sene ikâmet eden Ubeydullah Ahrâr burada Sa’deddin Kâşgarî ile tanıştı ve onunla birlikte Nizâmeddîn Hâmûş’un sohbetlerine iştirak etti.[11]

Semerkand’daki iki yıllık ikametinin ilk senesinde Mâverâünnehir’in muhtelif şehirlerini de dolaşan Ahrâr, bu şehirlerde Nakşbendîyye’nin önde gelen simalarından istifade etti. Ahrâr’ın bu gezilerinin en önemlisi Buhara seyahatidir.

Hâce Alâeddîn Gucdüvânî ile Görüşmesi

Buhara’ya giderken Bahâeddîn Nakşbend’in müridlerinden Sirâceddîn Külâl Pîrmesî’nin köyüne uğrayıp bir hafta onunla sohbet etti.[12] Sonra Buhara’ya ulaşıp orada Emir Külâliyye kolu şeyhlerinden Mevlânâ Hüsameddin b. Hamîdüddîn Şâşî ile görüştü, Nakşbend’in kabrini ziyaret etti, Nakşbend’in halifelerinden Hâce Alâeddîn Gucdüvânî ile 40 gün sohbet etti ve ondan irşad icazeti aldı.[13] Ubeydullah Ahrâr, Gucdüvânî ile birlikteliğinden şu şekilde bahsetmektedir:

“Bazen Alâeddîn Gucdüvânî murakabe anında mânevî denizlere dalar giderdi. Sohbete başladığında ise kendinden geçerdi. Çok güzel konuşurdu. Her sözü kalbime işliyordu.

O, zikre çok düşkündü. Kendisini çok ziyaret ettim. Dergâhında bulundum. Sohbetine katıldım. Hatta bir defasında Şâh-ı Nakşbend’in kabrini de ziyaret etmek için Kasr-ı Ârifân köyüne gitmiştim.

Geriye dönerken yolda Şeyh Alâeddîn Gucdüvânî ile karşılaştım. Bana: ‘Evladım! Ben de yanına geliyordum’ dedi. Birlikte köye döndük. Yatsı namazını kıldık. Şeyh Alâeddîn Gucdüvânî bana: ‘Evladım! Gel bu geceyi birlikte ibadet yaparak geçirelim.’ dedi.

Daha sonra zikir esnasında oturduğu gibi, sol ayağını dışarı çıkarıp sağ kalçası üzerine oturdu. Sabah namazı vakti girene kadar bu oturuşunu hiç bozmadı. Gönül huzuru ile Allah(cc)’ı zikretti. Hiçbir insanın takati buna yetmezdi; hele doksan yaşında olan biri için aklen mümkün değildi.

Bana gelince gece yarısına kadar yanında oturdum. Allah(cc)’ı zikrettim. Bir müddet sonra zikrimi tamamladım. Devam etmek istedim, ama dermanım kalmamıştı. Kalktım, yanına vardım. Kendisine birtakım işaretlerle artık dayanamadığımı, takatimin tükendiğini anlatmaya çalıştım.

Zikrine ara verince: ‘Beni uyku gafletinden kurtar mı demeye çalışıyorsun?’ dedi. ‘Efendim! Artık dayanamıyorum, nefsimden şu gafleti al da rahat edeyim.’ dedim.

Bir müddet kendisiyle sohbet ettim. Bana merhamet nazarıyla baktı. Sohbetinin tesiriyle kısa sürede kendimde muazzam bir kuvvet buldum. Kalbime Allah(cc)’ı zikretme gücü dolmuştu.

O zamana kadar ben şöyle inanıyordum: Müridin isteklerinin olabilmesi için mürşidi himmet etmeliydi. Ama o gün şunu anladım: Mürid istemedikçe, mürşidi vermiyordu. O gün Alâeddîn Gucdüvânî de şöyle buyurdu:

‘Evladım! Virdini bırakma. Zikrini terk etme. Her nimetin bir bedeli vardır. Kolaylıkla elde edilen her şey, kalıcı olmaz. Tasavvuf yolunda bütün gücünü harcamalısın. Karşına çıkan zorlukları ise bir fırsat bilmelisin.’” [14]

Seyyid Kâsım Tebrîzî ile Görüşmesi

Ubeydullah Ahrâr, Semerkand’daki ikinci yılında, 830/1426-27 senesinde Herat’tan Semerkand’a gelip bir süre sonra tekrar Horasan’a dönen ve Kâsım-ı Envâr diye meşhur olan yaşlı Safevîyye ve Sühreverdiyye tarikatı şeyhi Seyyid Kâsım Tebrîzî (ö.838/1434) ile tanışıp istifade etti. Tebrîzî dinî kurallara özen gösteren takva ve irfan sahibi bir zât idi. Ubeydullah Ahrâr, müşahede ettiği Seyyid Kasım Tebrizî’nin mânevî hallerini bizlere şu şekilde anlatmaktadır:

“Pek çok mürşid-i kâmil ile sohbet ettim. Seyyid Kasım-ı Tebrizî’nin özellikleri bambaşkaydı. Bu zâttan elde ettiğim mânevî lezzet farklıydı. Onu gördüğüm anda müşahedeye dalıyordum. Bütün kâinatın onun etrafında döndüğünü, daha sora içine girip yok olduğunu görüyordum.

Her gün onun dergâhına gittim. Ama her defasında da huzuruna varmaya çekindim. Günde üç defa yanına gittiğim halde, ancak bir defa içeriye girmeye cesaret edebiliyordum.

Dervişler de benim bu halime hayret ediyor ve ‘Neden bu şekilde davranıyorsun? Yanına girmek için sana izin veriliyor ama sen yaklaşmıyorsun. Bize bu şekilde izin verilse hiç onun yanından ayrılmayız.’ diyorlardı.

Seyyid Kâsım-ı Tebrizî, halka perde arkasından sohbet ederdi. Ama ben yanına gittiğim zaman perdenin kaldırılmasını isterdi. Bir gün bana: ‘Bu zamanda mânevî güzellikler insanlarda neden ortaya çıkmıyor, biliyor musun?’ diye sordu.

Sustum. O şöyle cevap verdi:

‘Çünkü bu mânevî güzellikler, insanın gönül temizliğine bağlıdır. Gönül temizliği ise helâl lokma ile elde edilir. Yiyeceklerini helâl yollardan yemeyen insanlarda, marifet ve hakikat nurları görülmez. Gafil, karanlık ve boş şeylerle oyalanan kalplerden, marifet ve hakikat nurları nasıl çıksın?’”[15]

Şeyhin tüm bu üstün niteliklerine rağmen, Tebrizî’nin yanındaki bazı müridler, şer’î hususlarda aynı hassasiyeti göstermiyorlardı. Ahrâr, bu yüzden, Tebrîzî’ye çok saygı göstermekle birlikte ona intisap etmedi.[16]

Herât Yılları ve Yâkub-i Çerhî’ye İntisâbı

Birçok kişiyle görüşmesine rağmen aradığı şeyhi Mâverâünnehir’de bulamayan Ubeydullah Ahrâr, 24 yaşına geldiğinde (830/1427) Semerkand’dan ayrılıp Herat’ta gitti ve bu şehirde beş sene ikâmet etti.

Bu süre içinde Kübrevî şeyhi Şeyh Bahâeddîn Ömer’in (ö.857/1453) sohbetlerinden istifade etti, zaman zaman Zeyniyye’nin kurucusu Zeyneddin Hâfî’nin sohbetlerine de katıldı. Bu dönemde, Câm’ın Harcird kasabasında ikâmet eden Seyyid Kâsım Tebrîzî ile de münasebetleri devam etti. Herat’taki ikameti döneminde Ahrâr’ın büyük maddî sıkıntılar çektiği bilinmektedir.[17]

Herat’ta 830-835/1427-1432 yılları arasında beş sene kalan Ubeydullah Ahrâr, bu şehirdeki dördüncü yılında (834/1431) Herat’tan Çağâniyân tarafındaki Hulgatu köyüne giderek Yakub-ı Çerhî’ye intisap etmeye karar verdi.

Yolculuğu esnasında Belh’te Alâeddîn Attâr’ın halifelerinden Hüsameddin Pârsâ Belhî ile sohbet etti. Sonra Çağâniyân vadisine gelip Alâeddîn Attâr’ın kabrini ziyaret etti.

Çağâniyân’da bir süre hastalanan Ahrâr, bazı kimselerin Yakub-ı Çerhî hakkında dedikodu yaptığını duydu ve bu sözlerden etkilenip Herat’a dönmeyi düşündü. Ancak bu kadar yol gelmişken Çerhî ile görüşmeden gitmek istemedi ve Hulgatu köyüne gidip onunla görüştü.

Birkaç gün sohbetinde bulunduktan sonra Çerhî’ye intisap etti.[18] Yakub-ı Çerhî’ye intisabını ve onun kendisine kelime-i tevhid zikrini/neyf u isbatı telkin edişini o şu şekilde anlamaktadır:

“Çağâniyân köyüne gittiğimde yirmi gün hasta yattım. Köyde kaldığım süre içinde, insanların Yakub-ı Çerhî’nin aleyhinde konuştuklarına tanık oldum. Bu durum, benim ona karşı olan inançlarımı zayıflattı. Neredeyse Yakub-ı Çerhî’yi hiç görmeden geriye dönecektim. Ama şöyle düşündüm: Buraya kadar gelmişim, en azından bir kez olsun yanına gideyim.

Bu niyetle yanına vardım. Bana çok ilgi gösterdi. İkinci gün yine gittim. Bu sefer bana çok öfkeli davrandı. Sonradan onun bu öfkesinin, kendisini inkâr edenlerin sözlerine uyup Çağâniyân’ı terk edip gitmek isteyişimden kaynaklandığını öğrendim. Bir müddet sonra bana yine çok yakınlık gösterdi. Şâh-ı Nakşbend ile olan birlikteliklerinden bahsetti. Benimle uzun uzun sohbet etti. Daha sonra da elini uzattı ve ekledi:

‘Şâh-ı Nakşbend’e biat etmek istemez misin?’ dedi.

Alnında bir beyazlık vardı. Alaca hastalığına müptela olduğunu düşündüm. Bu yüzden elini tutmak istemedim. Durumu anladı. Elini çekti. Sonra bana bir şeyler oldu. Öylesine güzel bir surette kendisini görmeye başladım ki anlatamam. İçimdeki bütün kötü duygular yok oldu. Elimi tuttu ve şöyle dedi:

“Şâh-ı Nakşbend bana görev verdiği zaman, senin elin benim elimdir. Kim onu tutarsa, benim elimi tutmuş gibi olur, dedi. Şu an aslında sen, Şâh-ı Nakşbend’in elini tutmaktasın. Bunu bilerek intisap et.”

Ben de bunun üzerine kendisine intisap ettim. Bana sâdât-ı kirâm yolunun özelliklerini anlattı. Yapmam gerekenleri öğretti ve şunları tembihledi:

“Büyük efendi Bahâeddîn Şâh-ı Nakşbend’den bize ulaşan budur. Ama siz müridleri cezbe yoluyla eğitmek isterseniz, o sizin tercihinizdir.”

O meclisteki bazı kişiler Çerhî’nin bu sözüne hayret edip;

“Daha yeni intisap etmiş olan bir müride, nasıl olur da cezbe yoluyla müridleri terbiye ederseniz o sizin tercihinizdir, diyorsunuz” dediler. Çerhî;

“Mürid dediğin, mürşidin huzuruna böyle gelmeli. Her şeyi hazır, iş icazete kalmış. Lamba, yağ ve fitili hazırlamış, sadece kibrit çakmak gerekiyor.” cevabını verdi.”[19]

Ahrâr, üç ay kadar Çerhî’nin sohbetinde bulundu ve hilafet alarak Herat’a döndü. Ahrâr’ın Çerhî ile bir daha görüşmediği anlaşılmaktadır.

İrşâd ve Vakıf Hizmetleri

Hâce Ahrâr, Hulgatu’dan Herat’a dönünce, vahdet-i vücudu benimseyen ve Fususu’l-hikem kitabını okumaya düşkün olan Derviş Ahmed Semerkandî’nin, vaazlarında bu meşrebini izhar ettiği ve Kâsım-ı Envâr’ın şiirlerini okuduğu için kendi şeyhi Zeyneddin Hafî tarafından tekfir edildiğini, bu yüzden vaazlarına ilginin azaldığını gördü ve Derviş Ahmed’i vaaz etmeye, halkı da onu dinlemeye teşvik etti.

Bir süre sonra Derviş Ahmed’in vaazlarına camiler dolup taşmaya başladı. Bu hadiseden sonra Ubeydullah Ahrâr Herat’ta hem meşhur oldu, hem de bazı Zeyniyye tarikatı mensuplarının tepkisiyle karşılaştı.

Hulgatu’dan dönüp Derviş Ahmed’e destek vermesinden sonra Herat’ta yaklaşık bir sene daha kalan Ahrâr, hem şöhretten ve Zeynîler’in tepkisinden uzaklaşmak, hem de elinin emeği ile kazanıp vakıflara muhtaç olmamak için 835/1432 senesinde 29 yaşında iken Taşkent’e göç etti ve uzun yıllar çok miktarda gelir elde edip topraklarını genişletmeye başladı.

Taşkent’te yaşayan ailesinden de kendisine miras olarak tarla ve bahçeler kalmış olmalıdır. Taşkent’te iken Nizâmeddîn Hâmûş’un sohbetinden de istifade eden Ahrâr’ın bu dönemde Çerhî’nin halifesi sıfatıyla halkı irşada başladığı anlaşılmaktadır.[20]

Arşiv belgeleri üzerine yapılan çalışmalar, Ubeydullah Ahrâr’ın Semerkand’da ziraat ve ticaretle meşgul olarak daha da zenginleştiğini, Semerkand, Buhara, Taşkent, Karşı gibi Mâverâünnehir’in muhtelif şehirlerinde çok sayıda dükkân, bahçe, köy, mezraa ve sulama kanalı satın aldığını, ayrıca bunların bir kısmını cami, medrese ve tekkeler için vakfederek mühim hayır hizmetleri yaptığını göstermektedir.[21]

Bu dönemde sahip olmaya başladığı siyasî güç yanında Mâverâünnehir bölgesinin en büyük toprak sahiplerinden de biri hâline gelen Ahrâr toplumun nabzını iyi tutabilmesi ve güçlü ruhanî karakteriyle büyük kitleleri kendisine cezbetmiş, böylece tarikatın düşünce yapısını geniş bir yelpazeye yaymıştır.

Ahrâr, ortağıyla beraber bir çift öküzle tarlaları sürmeye başlamış, zamanla 1030’dan fazla küçük köyün sorumluluğunu üstlenmiştir. Son dönemde Moskova’da basılan The Semerqand Documents of the XV-XVI Centuries adlı XV.-XVI. yüzyıllara ait Semerkant’a dair belgeler, Hâce’nin Taşkent’ten Semerkant’a kadarki mülkleri hakkında bilgi vermektedir.

Hâce Ahrâr’ın, Semerkant bölgesinde 35.000 hektar tarım alanını kontrol ettiği tespit edilmiştir. Tarım ve otlak arazilerinin yanında bahçeler, evler, dükkânlar, değirmenler, tarım araçları, hankâhlar, medreseler ve camiler de vardır.

Ahrâr’ın, o dönemde Ömer Mirza’ya (İmparator Babur’un babası ve Sultan Ebu Said’in oğlu) Taşkent’teki Müslümanlarının büyük kısmının vergi borcunu hafifletmek için bir defasında 250 bin, diğer seferde 70 bin dinar verdiği nakledilmektedir.

Söz sahibi olduğu çiftlikler, yerli çiftçilerin kontrolü altında olup buralardan elde edilen bütün gelir medreselerdeki ulemaya; zaviyelerde, hankâhlarda ve camilerdeki sûfîlere, yolculara, ihtiyaç sahibi Müslümanların yararına çalışan vakıflara devredilmektedir.

Çiftliklerin böylesi bir paternalistik yönetimle başarılı olması, günümüzde kurumların işleyişi ve hizmeti açısından önemli görülen ve gittikçe yaygınlaşan Toplam Kalite Yönetimi anlayışının her halde ilk örneklerinden birisi olsa gerektir.[22]

Siyâsî Gücü ve Tesiri

Timur prensi Ebu Said’in Semerkand’ın idaresi için Abdullah Mirza’yla savaşa girmesinde, Ebu’l-Hayr Han’ın emriyle Özbek destek kuvvetlerini 855/1451’de göreve çağırdığında, siyasî gücünün temelleri atılmıştır.

Özbek birliğinin yardımıyla Ebu Said galip gelmiş ve Hâce Ahrâr’a olan şükranla onun müridi olmuştur. Mürşid ve mürid arasındaki münasebetin tabiatı sayesinde çok geçmeden Ahrâr, Doğu Timurluların Orta Asya’daki diyarının hakiki emiri olmuştur. Gücü şu olaylarda kendisini açık bir biçimde ortaya koymaktadır:

  1. Horasan’dan gelen bir orduya karşı 858/1454’de Semerkant’ın müdafaasını düzenlemesi.
  2. 865/1460’da Ebu Said’den Buhara Semerkant’daki tamgayı ve ülke genelindeki diğer tüm şer’i olmayan vergileri kaldırma sözü almaktaki ikna başarısı
  3. İlkin 1865/1461, sonra da 867/1463’de Şehruhiye’de asi prens Muhammed Cuki ile Ebu Said arasında arabuluculuk yapması;
  4. Taşkent’in mülkiyeti için 890/1485’de üç ihtilaflı iddiadaki hâkimliği.[23]

Ahrâr’ın siyasetle ilgilenmesinin, maddî çıkardan ziyade dinin hükümlerinin uygulanması ve halkın maslahatı noktasında olduğu görülmektedir. Ahrâr’ın Ebu Said’e dünya ve ahiretteki makamın mânevî huzur ve saadetin, ancak Peygambere tam itaatle mümkün olacağı, Allah(cc) katında makbul bir insan hâline gelmenin, dinin hükümlerine uymakla gerçekleşebileceği yönünde tavsiyelerde bulunduğu nakledilmektedir.

Kendisi, siyasetle ilgilenmesiyle ilgili şu ifadelere yer verir: “Bizim önemli bir görevimiz daha vardır. O da Müslümanları zalimlerin kötülüklerinden korumaktır. Bu zorunluluk dolayısıyla yöneticilerin kontrol altına alınması ve Müslümanlar için faydalı icraatlarda bulunmaları sağlanmalıdır.”[24]

Ahrâr, bu düşünceden hareketle, mânevî vazifesini yerine getirirken, halkla ve yönetici kesimle bağlantılarını güçlü tutmuştur. Böylece halvet der encümen anlayışını siyasî alanda da uygulayarak diğer mutasavvıflara da örnek olmuştur.[25]

Ahrâr’a göre bir padişaha mülazemet etmek, murakabe ve teveccühten daha önemlidir. Zira bu sayede sultanları insanların iyiliğine olan şeyleri yapmaya, zulüm ve haksızlıktan kaçınmaya teşvik edip onları, gayrimeşru ve zalimce davranışlardan sakındırmak mümkün olabilecektir.

Nitekim köylülere ve tüccarlara yardımcı olacak reformlara gidilmesi, tamga ve başka bir takım ağır vergilerin kaldırması gibi dönemi itibariyle önem arz eden uygulamalar bu yaklaşımın tezahürlerindendir.[26]

Ahrâr’ın, irşad faaliyetleri için bir merkez edinmeyi prensip hâline getirdiği görülmektedir. Çerhî’ye intisabı sonrasında geldiği Taşkent’te belli bir maddî yeterliliğe sahip olduktan sonra hankâh kurmuştur.

Aynı durum, Semerkant’a taşınınca yerleştiği Kafşir mahallesi için de geçerlidir. Bu durum, Ahrâr’ın yönetici kesimle ilişkilerin mahiyeti noktasında da ipuçları sunmaktadır. İçinde bulunduğu konumla Ahrâr, dinî hükümlerin uygulanıp, halkın maslahatı doğrultusunda, sultanın velâyeti altına girmeyip arada belli bir mesafe bırakmak suretiyle onu yönlendirme siyaseti izlediği görülmektedir.

Sultanlarla İlişkileri ve Etkisi

Timurlular Devleti

Ahrâr’da gözlemlediğimiz üzere, Nakşbendî-Timurlu ilişkisi; Hindistan’daki Müslümanlar arasında Nakşbendîliğin yayılmasını kolaylaştırırken[27] Timurlular yönetiminin İslâmî kimliğini de güçlendirmiştir.

Semerkand’da hükümdar olan Mirzâ Uluğ Bey’in (ö.853/1449) haremindeki hanımlardan birisi ile Şeyh Nizâmeddîn Hâmûş’un oğlu arasında gönül ilişkisi olduğu şeklindeki söylentiler yayılınca Hâmûş’un oğlu kaçmış, Uluğ Bey de Hâmûş’u huzuruna çağırıp azarlamıştı.

Hatta bir rivayete göre Semerkand’ı terk etmesini istemişti. Bunu duyan Ubeydullah Ahrâr, Hâmûş’u alıp Taşkent’e götürdü ve evinde misafir etti. Bu hadiseden kısa bir süre sonra 853/1449’da Uluğ Bey’in savaşta oğlu Abdüllatif’e mağlup olduğu ve öldürüldüğü nakledilmektedir.[28]

Uluğ Bey, tahtından feragat ettikten sonra Mekke’ye giderken, oğlu Abdullatif’in talimatı üzerine 853/1449’da katledilmiştir. Ancak o da 854/1450’de öldürülmüş ve yerine Timur’un torunu Miran Şah’ın oğlu Abdullah geçmiştir. Abdullah, Ebu Said’e karşı savaşırken 855/1451’de ölmüştür. Uluğ Bey’i öldürenlerin arkasında Hâce Ahrâr’ın olduğu da ileri sürülmektedir.

Uluğ Bey ile Ahrâr arasındaki ilişkinin pek sıcak olmadığı, ancak bizzat suikast tertibi ya da onaylama şeklindeki iddiaları destekleyecek bir delil bulunmamaktadır. Halk arasında Uluğ Bey’in saltanatının sona ermesinin Hâcegân’dan bazı kimselere yapmış olduğu haksız uygulamalar dolayısıyla bir kahr-ı ilâhî olduğu düşüncesi bir hayli yaygındır.

Rivayete göre Ubeydullah Ahrâr, birgün rüyasında kendisinin yardımı ile dinin güçleneceğini gördü ve bu işin sultanların yardımı olmadan gerçekleşemeyeceğini düşündü. Bunun üzerine Taşkent’ten Semerkand’a gelerek, devrin idarecisi Mirzâ Abdullah b. Mirzâ İbrahim b. Şâhruh ile görüşmek istedi. Ancak buna muvaffak olamadı.

Bir süre sonra Mirzâ Abdullah ile Sultan Ebu Sa’id’in orduları Bulüngur suyu başında karşılaştı. Yapılan muharebede Abdullah mağlup oldu ve Ebu Sa’id Mâverâünnehir’in idaresini eline geçirdi (855/1451).

Bu hadise ile Timurlular hanedanı içinde iktidar, Şâhruhoğulları’ndan Miranşâhoğulları’na geçmiş oldu. Ubeydullah Ahrâr ile araları çok iyi olan Sultan Ebu Sa’id, bu zaferden sonra Ahrâr’ı Taşkent’ten devletin payitahtı olan Semerkand’a davet etti. Ahrâr da, 835/1432 senesinden beri 20 yıldır ikâmet ettiği Taşkent’ten ayrılıp Semerkand’a yerleşti.[29]

Sultan Ebu Sa’id’in Semerkand’ı alışından üç yıl sonra 858/1454’te Şâhruhoğulları’na mensup olan Ebu’l-Kâsım Babur Mirzâ b. Baysungur b. Şâhrur (ö.861/1457) Semerkand’ı kuşattı. Ancak ordudaki atlar arasında veba salgını başladı ve askerlerin morali bozuldu.

Ubeydullah Ahrâr’ın da yardımıyla sulh yapıldı ve Ebu’l-Kâsım Babur geri çekildi. Ebu Sa’id önce 861/1457, sonra 863/1459 senelerinde Horasan’ı fethetti ve Herat’ı başkent yaptı.

865/1460 senesinde Herat’a gidip Sultan Ebu Sa’id ile görüşen Ubeydullah Ahrâr, ondan dinen meşru olmayan tamga adındaki ticaret vergisini kaldırmasını istedi. Sultan da Buhara ve Semerkand şehirlerinden bu vergiyi kaldırdı, ayrıca ülkesindeki tüm gayr-i şer’î vergileri kaldıracağına dair söz verdi.

872/1468 senesinde Irak ve Azerbaycan tarafına orduyla sefer düzenlemeyi düşünen Ebu Sa’id, bu konuda Ahrâr ile istişare etti ve onun onayını alarak Şa’ban ayı başlarında yola çıktı. Ancak bu seferde mağlub olup öldürüldü (873/1469).

Bu hadise Ahrâr’ın toplumdaki itibarını kısmen sarsmaya başladığı bir dönemde, Ebu Sa’id yerine geçen oğlu Sultan Ahmed’in Ahrâr’a derin bir bağlılık göstermesi, muhaliflerin dedikodularına mani olduğu gibi, Ahrâr’ın tekrar toplumda itibar kazanmasını sağladı.

Zahîruddin Muhammed Babür’ün (ö.937/1530) hatıratındaki ifadesine göre, Sultan Ebu Sa’id’in oğulları Sultan Ahmed ve Ömer Şeyh Mirzâ Hâce Ahrâr’ın müridi idiler.[30]

Sultan Ahmed’in Semerkand’da hükümdar olmasından bir süre sonra kardeşi Sultan Mahmûd Mirzâ ordusuyla Hisar tarafından Semerkand’ı kuşatmak için yola çıktı. Hâce Ahrâr ona bir mektup yazarak nasihatta bulundu. Ancak Sultan Mahmûd bunu dikkate almadı ve Semerkand’ı kuşattı. Ancak çıkan fırtına yüzünden ordusu kuşatmayı bırakıp kaçmak zorunda kaldı.[31]

Bir ara gayri müslim 4000 Moğol ve 1000 Özbek askerinin Şâhruhiye’yi kuşattığı ve o bölgeyi yağmaladığı haberi gelince Sultan Ahmed Mirzâ o bölgeye yöneldi. Ancak ordusu az olduğu için savaşmaktan çekindi. Ubeydullah Ahrâr gidip Moğol ve Özbek komutanlarla görüştü, onlara İslâm’ı tebliğ etti. Onlar da Müslüman oldular ve yağmaladıklarını iade ettiler.

890/1485 senesinde Ebu Sa’id’in oğullarından Mirzâ Ömer Şeyh, Moğollar’dan Yûnus Han’ın oğlu Sultan Mahmûd Han ile Şâhruhiye’de bir araya gelerek Semerkand hükümdarı Sultan Ahmed ile savaşma konusunda anlaştılar. Sultan Ahmed de Semerkand’dan ordu ile yola çıktı. Yanında Ubeydullah Ahrâr da vardı. Ahrâr’ın gayretleriyle bu üç hükümdar arasında sulh yapıldı ve kan dökülmeden mesele halledilmiş oldu.

Semerkand’da ikâmet eden Hâce Ahrâr’ın, Hâcegân kabirlerini ziyaret için Buhara ve Gucdüvân tarafına üç aylık bir seyahat yaptığı, ayrıca H. 877 senesinde Keş’e, 894 senesinde Taşkent yakınlarındaki Ferket’e gittiği bilinmekteyse de bunlar kısa süreli seyehatlardır. Siyasî mülahazalarla padişahlar mani oldukları için Ahrâr’ın hacca da gidemediği nakledilmektedir.[32]

Siyaset-tarikat ilişkisi Ahrâr’la birlikte daha farklı bir boyut kazanmıştır. Uluğ Bey’den sonra Ebu Said’in yönetime geçmesinde etkisi olan Ahrâr ile birlikte sûfî liderler siyasî ve sosyal alanlarda daha da nüfuz sahibi olmuşlardır.[33]

Sultan Ebu Said b. Muhammed b. Miranşah b. Timur, 860/1456’da Semerkant’da doğmuştur. Babür’ün ifadesiyle dinine bağlı, itikadı sağlam birisidir. İyi bir eğitim almış olan Ebu Said, 18 yıl süre ile (855/1451-873/1469) yönetimi elinde tutmuştur. İran’a yaptığı bir sefer sırasına, 874/1469’da ölmüştür.

Hâce Ahrâr, Taşkent’den Semerkant’a gelerek Şahruh’un torunu Abdullah Mirza (ö.855/1451) ile görüşmek istemiş ancak bu arzusunu yerine getirememiştir. Ebu Said Mirza (ö.873/1468) Hâce’ye yakınlık göstermiş ve onun nüfuzundan istifade etmek istemiştir. Ahrâr, Sultan’ı dinin hükümlerine uyması ve uygulaması şartıyla destekleyeceğini belirtmiş, Semerkant’da Mirza Abdullah’a karşı destek olmak için sultanın yanına gitmiş, zafer sonrası Taşkent’e geri dönmüştür.

Hâce Ahrâr Ebu Said’e teveccüh gösterirken diğer mirzaları da ihmal etmemiştir. Onun mirzalar arasında bir denge politikası izlemesi, aralarındaki kanlı mücadelelerin önüne geçmesini de sağlaması yanında XV. yüzyılın ikinci yarısında Orta Asya’nın en önemli siyasî gücü hâline getirmiş, halk ile yöneticiler arasında arabuluculuk rolü üstlenmiştir.

Yönetici kesim tarafından mânevî rehber olarak kabulü, Ahrâr’ın siyasî etkisinin artması yanında, tarikatını da hâkim kılması[34] onu sonraki dönemlere etkisi açısından Nakşîliğin önde gelen şahsiyetlerinden biri hâline getirmiştir.

Ebu Said Hâce Ahrâr’ın birçok sohbetine katılmıştır. Hâce’nin ona “Oğlum!” diye hitap etmesi, aralarındaki sıcak ilişkinin göstergesi olsa gerektir. Bazı son dönem çalışmalarda Ebu Said, Sultan Ahmet Mirza ve Babür’ün, Ahrâr’la aralarındaki yakınlığa rağmen, resmiyette onun müridi olmadıkları nakledilmektedir.

Bununla birlikte Ahrâr’a bizzat mürid olan Mirza’lar da bulunmaktadır. Babür eserinde; Yûnus Han, Sultan Ahmet Mirza, Ömer Mirza ve Muhammed Tarhan’ın Hâce Ahrâr’ın müridlerinden olduğunu belirtir.

Mirzalar, iç çatışmalara girdiklerinde aralarında Ahrâr’ın arabuluculuğuna başvurdukları görülmektedir. Hâce’nin Mirzalar üzerindeki nüfuzu, en fazla Sultan Ahmet Mirza, Ömer Mirza ve Sultan Mahmut Han arasında sağladığı barışta ortaya çıkmıştır.

Bozguna uğramış olan Sultan Ahmet Mirza, Ahrâr’a başvurmuş, Hâce Şahruhiye’ye gelerek bu iki kardeşi barıştırmıştır. Rivayete göre Ahrâr, ordunun ihtiram safları arasında göründüğünde, mânevî havanın etkisiyle iki kardeş gözyaşları arasında birbirleri ile kucaklaşmışlardır.

Hâce bu anlaşmayı mânevî tesiri yanında siyasî uygulamalarıyla da temin etmiştir. Kardeşlik hissiyatını galeyana getirmek suretiyle iki hükümdarı barıştırırken, Taşkent’i Sultan Mahmut’a verdirmek suretiyle onu da tatmin etmiştir.

Babür Mirza (Baysungur Mirza’nın oğlu 853/1449-861/1457) kalabalık bir orduyla Semerkant’a, Ebu Said’in üzerine yürümüştür. Ahrâr’ın moral desteği karşısında Babür Mirza saldırıda başarılı olamamış ve bunun sebebini Ahrâr’ın mânevî tasarrufuna bağlamıştır. Neticede yine Hâce’nin arabuluculuğuyla 858/1454’te ateşkes sağlanmıştır.

Mirzalar, Ahrâr’ın mânevî tasarruf ve kudretine inandıkları için idareleri altındaki yerlerde Hâce’ye mensup olanlar da hürmet görmekte idiler. Mirzaların Hâce ile periyodik görüşmelerinde de mürid-mürşid ilişkisi geçerli olup belli bir mesafede gözleri yere bakarak ayakta dururlardı.

Sultan Ahmet, Hâce’nin yanındayken özellikle sohbet âdâbına çok dikkat ederdi. Rivayete göre, Hâce’nın meclisinde hiçbir vakit dizini dizi ile değiştirmemişti. Bir defa onun sohbetinde ayağını değiştirmiş, mirza kalktıktan sonra oturduğu yerde bir kemiğin olduğunu görmüşlerdi.

Ayrıca haremin meşhur hanımlarından Sultan Selime Begüm ve Gülruh Begüm, Hâce Bahâeddîn Nakşbend ve Hâce Ubeydullah Ahrâr’ın müridleri olmuşlardı. Ancak, idareci kesimden Ahrâr’a sıcak bakmayanlar da bulunmaktaydı. Babür’ün, ahlâkı zayıf bir insan olarak nitelendirdiği Mahmut Mirza (Ebu Said’in üçüncü oğlu, öl. 900/1495), Hâce Ahrâr’a değer vermezdi.[35]

Ahrâr, hükümdarın ricası üzerine Taşkent’ten Semerkant’a taşınmış, Ebu Said’in oğlu Sultan Ahmet (874-899/1469–1494) döneminde, yönetimde daha çok söz sahibi olmuştur.

İşlerin çoğunun Hâce Ahrâr tarafından, hakkaniyetle ve dinî kurallara uygun olarak halledildiği ve Semerkant halkının, Sultan Ahmet Mirza’nın yirmi beş yıl süren saltanatı zamanında rahat yaşadıkları, döneme ait kaynaklarda yer almaktadır.

İstanbul'un Fethi

Menkıbevî bir rivayete göre, Osmanlı padişâhı Fatih Sultan Mehmed (855-886/1451-1481) İstanbul’un fethi esnasında, düşman orduları ile savaşırken manen beyaz atıyla Ubeydullah Ahrâr savaş meydanına gelmiş ve Osmanlı ordusuna yardım ederek zafere katkıda bulunmuştur.

Zaferden sonra Fatih, Ubeydullah Ahrâr’a hediye olarak para göndermiş, Ahrâr da bu parayı Karşı Köprüsü’nün inşaası gibi hayır işlerinde kullanmıştır. Bu rivayet, hem Osmanlı’da, hem de Orta Asya’da yazılmış kaynaklarda yer almakla birlikte hangi savaştan bahsettiği açık değildir.[36]

Vefâtı ve Eserleri

Hâce Ahrâr, 895 senesi Muharrem ayı başlarında hastalandı ve 89 gün süren rahatsızlıktan sonra aynı senenin 29 Rabi’u’l-evvel’inde Cumartesi gecesi (20 Şubat 1490) Semerkand’ın Kemangeran köyünde (bugünkü Urgut nahiyesinde) vefat etti.

Hicrî yıl (ay yılı) hesabıyla 89, miladi yıl (güneş yılı) hesabıyla 86 sene yaşamıştı. Naaşı, Semerkand’ın Hâce Kefşîr (veya Hâce Kefşi) mahallesine getirilerek defnedildi. Zamanla kabrinin etrafına bazı mürid ve yakınlarının da defnedilmesiyle bir hazire meydana geldi. Bu hazireden en büyük mezar taşı Ubeydullah Ahrâr’ın kabrinin başında bulunmaktadır.

Kitabesi, bir asır kadar önce bir Rus araştırmacı tarafından okunup kayda geçirilmiştir. Hâce Ahrâr’ın kabri için özel bir türbe yapılmamıştır. Mezarı yanındaki diğer kabirlerle birlikte yüksekçe dikdörtgen bir platform üzerinde bulunmaktadır.

Bu hazîrenin yanında bir mescid vardır. Nâdir (Nezr) Muhammed Dîvân Begi, 1040 veya 1041/1631-32 senesinde bu külliyeye bir de medrese eklemiştir.

Ubeydullah Ahrâr vefat ederken geriye birçok vakıf eseri, çok sayı­da mürid, Muhammed Abdullah ve Muhammed Yahya isimlerinde iki oğul, iki kız ve birkaç telif kitap bırakmıştır.[37] Eserleri şunlardır:

  1. Fikarât
  2. Risâle-i Havrâiyye (ya da Şerh-i Havrâiyye)
  3. Risale-i Vâlidiyye
  4. Ruka’at (Mürâselât)

Ubeydullah Ahrâr’a izafe edilen diğer eserler ise şunlardır:

  1. Enîsu’s-sâlihîn
  2. el-Urvetü’l-vûskâ li-erbâbi’l-irtikâ
  3. Şerh-i Berhi ez Ebyât-ı Fusûsu’l-hikem
  4. Risâle-i Enfâs-ı Nefise (Pâs-ı Enfâs)
  5. Tuhfetü’l-Ahrâr
  6. Şerhu esmâillâhi’l-hüsnâ
  7. Mektûbât.[38]

Tarikat, pek çok müntesibi vasıtasıyla değişik alanlarda varlığını devam ettirmiş olup Ahrâr’dan sonra ona izafeten Ahrâriyye diye anılmıştır. Ahrâr’ın tarih sayfalarında bıraktığı esas iz, tarikatı çok geniş bir coğrafyaya yayması olup şüphesiz bunda halifelerinin de tesiri vardır.

Gerek kendi memleketlerine gerekse başka bölgelere gönderilen halifeler vasıtasıyla[39] Nakşbendîlik tüm iç Asya’ya hâkim bir tarikat hâline gelmekle kalmamış Hicaz, Hindistan, İran, Irak, Suriye, Arabistan, Anadolu ve Rumeli’de de yayılmıştır.

Bu genişleme Nakşbendîliği Osmanlı Devleti, Türkistan ve Hindistan olmak üzere üç önemli Sünnî bölgenin kültürel yapısının ortak unsuru hâline getirmiştir. Söz konusu durum, farklı kültür ve coğrafyalara mensup olsalar da insanlardaki ortak bir özelliğin, tasavvufun doğrudan hitap ettiği rûhî yönün bir tezahürü olsa gerektir.

Halifeleri

Ubeydullah Ahrâr’ın halifelerinden kanaatimizce en önemlileri, kendisinden sonra dergâh şeyhi sıfatı ile yerine geçen oğlu Hâce Muhammed Yahya; Nakşbendîliğin Osmanlı topraklarında yayılmasında önemli rolü olan Abdullah-ı İlâhî (öl. 896/1490-1491) ve Ahmed-i Buharî’dir. Bu iki zât vasıtasıyla İstanbul, Bursa, Rumeli ve Doğu Anadolu’da birçok tekkeler kurulmuştur.

Nakşbendîliğin, İran’ın kuzey-batısındaki Kazvin bölgesine girişi, Ahrâr’ın halifelerinden Şeyh ‘Iyan-ı Kazerûnî ile olmuştur. Kendisi uzun yıllar Ahrâr’ın çocuklarına hocalık da yapmış ve Safevilerce öldürülmüştür (925/1519).

Şam ve civarında Mollazade Otrârî ile Molla Muhammed-i Bedahşi (öl. 922/1516); Hindistan ve Kâbil’de de Ahrâr’ın üçüncü oğlu Muhammed Emin etkilidir.

Ahrâr’ın on iki yıl hizmetinde bulunan ve Silsiletü’l-ârifîn müellifi Muhammed-i Kadî, yöneticilerle ilişkiler noktasında Ahrâr’ı takip ederek, Fergana’nın Moğol yöneticileriyle görüşmüş, tarikatın Doğu Türkistan’da yayılmasını sağlamıştır.

Hâce Ahrâr’ın diğer halifelerinden isimlerini tespit ettiklerimiz şunlardır:

Muhammed Abdullah (Hâcekâ) (ö.911/1505),
Muhammed Kâdî (ö.921/1515),
Mevlânâ Kâsım (ö.891/1486 ),
Mevlânâ Ca’fer (ö.893/1488),
Burhâneddîn Hatlânî (ö.893/1488),
Mevlânâ Lütfüllah Hatlânî,
Mevlânâ Sultân (Ali),
Ebû Sa’îd Evbehî (ö.914/1508 ),
Hâce Ali Tâşkendî,
Şeyh Habîb Tâşkendî,
Nûreddîn Tâşkendî (ö.840/1436 ),
Nâsruddîn Otrârî,
Hindû Hâce Türkistânî,
İsmâil Ferketî,
Hâfız Celâleddîn,
Tâceddîn Muhammed Kâşgarî,
Emîr Abdullah Yemenî (Mîr Arab),
Şeyh Ayân Kâzerûnî,
Seyyid Muhammed Hâce,
Seyyid Baba Hâce,
Mevlânâ Horasânî,
Muhammed Emîn Bulgârî,
Sirâceddîn Abdülvehhâb Semerkandî,
Hâce Mustafa (er-Rûmî),
Mevlânâ Necmeddîn,
Mevlânâ Mûsâ,
Mîr Kubâd (Kannâd?) Herevî,
Mevlânâ Dervîş (Abdullah) Seripelî,
Hâce Mevlânâ Kâdî diye bilinen Abdullah b. Sultan Ahmed Kâdî (ö.903/1498),
Abdullah-i A’mâ Semerkandî,
Muhammed Emîn (Abdurrahmân Câmî’nin kızkardeşinin oğlu ),[40]
Mevlânâ Seyyid Hüseyin,
Mir Abdülevvel,
Mevlânâ Burhaneddin,
Şeyh Rahmetullah,
Mevlânâ Ebu Said-i Evbehî,
Hindû Hâce Türkistânî,
İsmail-i Kamerî,
İsmail-i Şemsî,
İsmail-i Şirvânî,
Fahreddin Ali Vaiz,
Şeyh Rukneddin Alauddevle,
Mevlânâ Seyyid Hasan,
Mevlânâ Siracüddin Kâsım.[41]

Tasavvufî Görüşleri

Ubeydullah Ahrâr’ın boyu uzun, rengi esmer, yüzü gökçek, sakalı büyük ve beyazdı. Bazı yerlerinde siyah teller vardı. Öğrencilerini ve dervişlerini saadete gark ederdi. Sohbetine doyulmazdı. Zâhir ve bâtın ilimleri ile mücehhez idi. Nurlu yüzünü görenler dua ve sena ederlerdi. Sözleri ve şiirleri tarikatta hucetti. Hz. Ömer(ra) neslindendi.[42]

Ahrâr, olağanüstü zenginliğine rağmen mütevazı bir hayat sürmüştür. Arazilerini vakıf hâline getirmiş ve kazandıklarını insanlar için harcamıştır. Gurur ve kibrin, insanın ahlâkî derecesini düşürdüğünü belirtmektedir.

İnsanlığa Hizmet

Ona göre insanlara hizmet etmek, en yüksek mânevî derecedir. İncelik ve nezaketiyle tanınmış olup misafirperverdir. Azimetle ameli, ruhsata tercih etmiştir. Ona göre mâneviyatı gelişmemiş olanlar en azından ruhsata sarılır. Azimet ise mâneviyatı güçlü olanların yoludur. [43]

Kendini din ve tarikat sevdasına adayan Ubeydullah Ahrâr, bir an irşaddan geri kalmazdı. İlmi, fazlı, beyan tarzı dinleyenleri mest ve hayran bırakırdı. Sözleri ve şiirleri ehli tarafından huccet ve delil kabul edilirdi.[44]

Ubeydullah Ahrâr, İslâmiyet’in emir ve yasaklarına son derece bağ­lı bir sûfî idi. Tasavvuf yolunda ilerlemenin ancak Kur’ân’a ve Hz. Peygamber(sav)in sünnetine tâbi olarak elde edilebileceğine inanırdı. Peygam­bere tâbî olmanın da ehl-i sünnet ve’l-cemâat çizgisinde olması gerekti­ğini söylerdi.

Hâcegân yolunun ruhsat değil, azimet ve takva yolu olduğunu ifade ederdi. Bazı sofilerin “İlâhi sevgi safâya ulaşınca teklif­ler (emir ve yasaklar) sakıt olur.” şeklindeki sözünü “Tekliflerin külfeti kalkar ve zevkle yapılır.” diye yorumlayan Ahrâr, bunu başka türlü yo­rumlamak isteyenleri mülhidler (sapıklar) diye adlandırmaktaydı.

Şeyh Kâsım-ı Envâr’a çok hürmet etmekle birlikte, bazı müridlerinin dî­nî konularda lâkayd olduklarını görünce bu şeyhe intisaptan vazgeç­mişti. Tamga vergisinin kaldırılmasını da dînen meşru olmadığı gerek­çesiyle istemişti.[45]

Ubeydullah Ahrâr insanlara yardımı seven, cömert, diğergam, fütüvvet ehli bir insandı. Gençliğinde Semerkand’da bazı hastalara bakıcılık yapmış, onlardaki bulaşıcı hastalık kendisine geçmesine rağmen hizmetten geri durmamıştı.

Herat’a geldiği zaman halka hizmet etme düşüncesiyle bazı günler hamamda ücretsiz olarak insanları kese­leyen Ahrâr, insanların sevgisini kazanıp gönüllerini hoş etmenin, nafile ibadetlerden, zikir ve murakabeden daha üstün olduğunu düşünmek­teydi.

Hiç parasının olmadığı günlerde kendisinden yiyecek isteyen bir dilenciyi boş çevirmemek için sarığını lokantacıya uzatıp: “Al bunu, bulaşık bezi yaparsın, şu fakire yiyecek ver.” diyebilmişti.

Hayatının sonraki safhalarında ekonomik yönden rahatlayan Ahrâr, halk yararına birçok vakıf eseri yapmış, ayrıca halkın vergi yükünü hafifletmek için kendisi gerekenden fazla vergi vererek cömert ve yardımsever bir insan olduğunu göstermişti. Nitekim Taşkent idarecisi Mîrzâ Ömer Şeyh hal­ka ağır vergiler yükleyince Ahrâr, halkın bir yıllık vergi yükünü hafif­letmek için bu idareciye önce 250.000 dinar, ardından 70.000 dinar da­ha göndermişti.[46]

Bir defasında bazı mürid ve hizmetçileriyle Keş tarafına giderken hava kararınca yolda çadır kurup konaklamışlardı. Dışarıda yağmur yağmaya başlayınca yol arkadaşlarının ıslanmasına gönlü razı olmayan Ahrâr, çadırın yeterince temiz olmadığını öne sürüp dışarı çıkmış, ama müridlerini çadırda kalmaya ikna etmiş ve bütün geceyi yağan yağmur altında geçirmişti.

Benzer bir hâdise de çok sıcak bir günde vuku bul­muştu. Tek gölgeliğin olduğu bir tarlada müridlerin daha rahat istirahat edebilmesi için bir bahaneyle oradan uzaklaşıp akşama kadar gelme­mişti.[47]

Padişahlarla temasa geçmesinin sebebini, “halkı onların zulmünden korumak”‘ diye açıklayan Ahrâr, birçok defa savaşın eşiğine gelen mîrzâları barıştırarak halkı önemli facialardan korumuştu. Bu konuda şu sözü meşhurdur:

“Bu devirde murakabe ve teveccühten daha üstün olan şey, mümkün olursa bir padişâhın yanında bulunmak, dine uygun olmayan bir davranış ya da halka zulüm yaptığını görünce ona mâni ol­mak ve bu sayede bir mazlumun gönlünü hoş etmektir”.[48]

Hâce Ahrâr fütüvvet ehlinin bir diğer özelliği olan el emeğiyle çalışıp kazanmaya da önem verir, kimseden hediye kabul etmezdi. Gayr-ı ihtiyarî kendisine hediye olarak para gönderilmişse onu hayır işlerinde kullanırdı.

Herat’ta Kübrevî şeyhi Bahâeddîn Ömer’in etrafındaki bazı insanların fakirler için tahsis edilen vakıf malından yediklerini görünce bu durumu beğenmemiş, kendi el emeğiyle kazanıp harcamak için Taş­kent’e gidip ziraatla meşgul olmaya başlamıştı.[49]

Ahrâr, bir hakikat arayıcısı idi ve irfan kokusu aldığı herkesten istifâde etmek isterdi. Gençliğinde Mâverâünnehir ve Herat’ta farklı tarikat­lara mensup birçok şeyhi ziyaret etmiş, onlardan istifâde etmişti. Onun şu sözü, hakîkata ve irfanı bilgiye olan özlemini ifâde etmesi açısından dikkat çekicidir:

“Hıtây’da bu taifenin (sûfîlerin veya Hâcegân’ın) söz­lerini güzelce anlatan bir kâfirin bulunduğunu duysam, gider sohbetini dinlerim”.[50]

Vahdet-i Vücûd Düşüncesi

Ahrâr, vahdet-i vücûd düşüncesini benimsemiş bir sûfî idi. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’yi büyük üstad, büyük ârif gibi sıfatlarla anar, sohbetlerinde onun eserlerinden nakiller yapardı. Fıkarât adlı eserini de bu neş’e ile kaleme almıştı. Bu eserin bir yerinde şöyle diyordu:

“Sâlik, kelime-i tevhîd zikrine devam edip tasavvuf yolunda ilerledikçe, önce La ma’bûde ıllallâh: Allah(cc)’tan başka ibâdet edilecek (ilâh) yoktur, sonra La maksûde illallah: Allah(cc)’tan başka yönelinecek ve arzu edilecek bir şey yoktur, daha sonra da La mevcûde illallah: Allah(cc)’tan başka varlık yoktur, duygu ve düşüncesine ulaşır”.

Ahrâr, Herat’ta iken Zeyneddîn Hâfî ve müridlerinin “Heme ez Ost: Her şey O’ndandır”, Kâsım-ı Envâr ve müridlerinin ise “Heme Ost: Her şey O’dur” dediklerini, bu konuda Kâsım-ı Envâr ve müridlerinin haklı olduğunu ifâde eden bir olay nakletmek­te, böylece vahdet-i vücûdu benimsediğini îmâ etmektedir.[51]

Cezbe ânında söylenmiş olan şathiyyeleri mâkul şekilde izah etme­ye çalışırdı. Bâyezîd Bistâmî’nin: “Bayrağım, Muhammed’in bayrağın­dan daha yüksektir.” şeklindeki şathiyyesi hakkında şöyle derdi:

“Bâye­zîd, kalbi teveccüh ve düşüncesini bayrak kelimesiyle ifade etmiştir. Hz. Peygamber(sav)’in düşünce ve kaygısı ümmetinedir, ümmetinin düşüncesi ise peygamberedir. Peygamber, ümmetinden üstün olduğuna göre, bu söz benim ilgi, düşünce ve kaygım olan Hz. Muhammed(sav), onun düşün­cesi olan ümmetinden üstündür, anlamındadır.[52]

Müridin bazen mânevî hâlini yitirebileceğini söyleyen Ubeydullah Ahrâr:

“Sâlik bazen mânevî hâlini yitirebilir. Bu­nun sebebi, İslâmî kurallara aykırı söz ya da fiil olabileceği gibi, bir in­sanın gıybetini yapmak veya sebepsiz yere bir köpeği rahatsız etmek de olabilir”

O, tasavvuf yolunda ilerlemenin öldükten sonra da devam ettiğine inanırdı.[53]

Ayet ve Hadis Şerhleri

Hâce Ahrâr, sohbetlerinde bazı âyet ve hadisleri tasavvufî (işarı) yolla açıklayıp yorumlardı. “Unuttuğun zaman Rabbini zikret (hatırla).” âyetini, Ondan başkasını, kendinî ve zikrini unuttuğun zaman Rabbini zikret, diye tercüme eder ve Allah(cc)’tan gayrisini unutmadıkça zikrin hakîkatına ulaşılamaz, diye yorumlardı.

“Gücünüz yettiği kadar takva sahibi olun.” âyetini, tüm gücünüzle takva sahibi olun, diye tercüme eder­di. “Allah de, onları bırak.” âyetini, Allah(cc)’ın zâtına yönel, sıfatlarını bırak, diye yorumlardı.

“Kanaat, tükenmez bir hazinedir.” hadisini şöyle izah ederdi: Bize göre kanaat, pişmemiş arpa ekmeği bulunca, piş­mişini aramamaktır.

“Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yap­tı.” hadisini ise şöyle açıklardı: Bu söz, “Bana, içinde bütün güzel sıfatla­rı toplayan muhabbeti (aşkı) vererek beni terbiye etti.” demektir.[54]

Ubeydullah Ahrâr’dan nakledildiğine göre, Yesevî şeyhlerinden İsmail Ata müridlerine zikir telkin ettikten sonra şu tavsiyede bulunurdu:

“Bu dünyayı gökyüzü gibi (boş) düşün. Sen varsın ve Hak Teâlâ var. Öyle zikret ki tevhid nurlaranın galebesiyle sadece Hak Teâlâ kalsın, sen ortadan çık”.

Hâce Ahrâr bu sözleri nakleder ve ondan irfan kokusu geldiğini söylerdi.[55]

Zikir ve Râbıtâ

Ubeydullah Ahrâr’a göre zikirden maksad, kalpte gizli olan Allah(cc) sevgisini ortaya çıkarmak, kalbin muhabbet ve tazimle sürekli Allah(cc) ile birlikte olmasını sağlamaktır. Zikir, keser gibidir. Onunla dünyevî düşünceler (havatır) dikenini kalp yolundan keserler.

Zikirden maksad, Hak’tan gayrı her şeyi kalpten temizlemektir. Zikrin hakikatı, kalpten gafleti uzaklaştırmaktır. Hâce Ahrâr: “Unuttuğun zaman Rabb’ini zikret.” ayetini: Allah(cc)’tan gayrısını, nefsini, zikrin içinde zikrini ve kendini unuttuğun zaman Rabb’ini zikret, diye yorumlamıştır.[56]

Ubeydullah Ahrâr’a göre teveccüh ve murakabeden maksad, sâliki ilâhî ahlâk ile donanmaya hazır hâle getirmektir. Binaenaleyh yaratılış itibariyle güzel ahlâklı olan kişiler kendiliğinden derviştirler.[57]

Ubeydullah Ahrâr, “Ey iman edenler! Allah(cc)’tan korkun. Bir de Sâdıklarla beraber olun. (İmanında, ahdinde, sözü ve özünde doğru olanları, hakikatten ayrılmayanları tercih edin.)”[58] âyetinde geçen “sâdıklarla beraber olun” ifadesini râbıtaya delil olarak kabul etmektedir.

Mezkûr âyetin tefsirinde, o; “Buradaki ‘kûnû’ emri, sâdıklarla mutlak mânâda ve devamlı bir beraberliği ifade eder. Hakiki beraberlik, sâdıklarla aynı mecliste, büyük bir kalb huzuru ile fizik olarak bulunmaktan ibaret olduğu gibi, hükmî beraberlik de onlarla aynı mekânda beraber olmanın imkânsız olduğu zamanlarda, sûret ve siretlerini gıyaben tahayyül ederek, onlarla hayâli, fikri ve zihnî bir beraberliği temin etmektir.”[59] diyerek sâlih ve sâlihlerle kurulabilecek rûhî ve mânevî beraberliğin delili olarak göstermektedir.

Rabıtanın önemine dikkat çekmek babında onun şu beyti oldukça yerindedir:

“Sa’y edip erbâb-ı dil gönlünde ey dil eyle yer,

Akl-ı gayr endîşi ko! Gel bezm-i vasl-ı yâre gir![60]

Ubeydullah Ahrâr’a göre zâhirî uzaklık, mânevî yakınlığa engel değildir. Mürid ve mürşid arasındaki daimi birlikteliğin rabıta ile gerçekleşebileceğini beytinde şu şekilde dile getirmektedir:

“Yanından ben gidersem, mihrin ey cân sîneden gitmez,

Ayağın toprağı hakkı, gönül sevdânı terk etmez.[61]

Rabıta ile alâkalı ilk rivayetlerde şeyhin suretini düşünüleceği ifade edilmiş, ancak detaylı bilgi verilmemiştir. Bu konuda ilk detaylı bilgiye Ubeydullah Ahrâr’da rastlanmaktadır.

Ona göre rabıtada şeyhin iki kaşı arasını düşünmek gerekir. Çünkü burası feyz mahâlli olarak telakki edilmektedir.

Rivayete göre Hâce Ahrâr ikinci oğlu Muhammed Yahya’ya rabıtayı tavsiye etmişti. O günlerde babasının bir sohbet meclisinde oturan Muhammed Yahya rabıtada acaba yüzüne mi yoksa gözüne mi teveccüh etmeliyim diye düşünürken Hâce Ahrâr ona bakıp işaret parmağı ile iki kaşı arasını göstermiş, meclisin dağılıp yalnız kaldıklarında da rabıtada şeyhin iki kaşı arasını düşünmek gerektiğini açıkça ifade etmiştir.[62]

Ubeydullah Ahrâr’ın müridleri olan Nureddin Taşkendî ile Mevlânâ-zâde Ferketî arasında rabıtanın namazda da devam edip etmeyeceği konusunda bir tartışma yaşanmış, Ferketî namazda rabıtanın insanı küfre götürebileceğini öne sürünce, Hâce Ahrâr:

“Namazda kalbi mal mülk gibi dünyevî şeylere bağlı olan ve bunları düşünen kişi kâfir olmuyor da kalbi bir mü’mine bağlamak niçin küfre sebep olsun, diyerek ona karşı çıkmıştır.

İnsanoğlunun idraki Allah(cc)’ın zâtını düşünmekten âcizdir. Bu sebeple namaz kılan kişi Allah(cc)’ın sıfatlarını düşünürken, faraza kendisinin Kâbe’de bulunduğunu, Peygamberinin önde imam olduğunu, şeyhinin ve saygı duyduğu diğer insanların yanında saf tuttuğunu düşünmesi daha bilinçli bir ibadete sebep olabilir. Ancak bu konuda yanlış anlamalardan kaçınmak gerekir[63].

Karşılıksız Hizmet

Ubeydullah Ahrâr Semerkand’daki Mevlânâ Kutbeddin Sadr Medresesi’nde bulunduğu sırada tifo hastalığına yakalanıp baygın yatan ve altını kirleten birkaç hastanın bakımını üstlenmiş, kendisi de hastalanmasına rağmen onların elbiselerini yıkamaya devam etmiştir.[64]

Herat’ta bulunduğu sırada Şeyh Abdullah el-Ensârî’nin hamamına gider, burada hür demeden köle demeden, zengin fakir herkese hizmet ederdi. Öyle ki kendi ifadesiyle, bir günde on altı kişiyi keselerdi. Asla onlardan yaptığına karşılık bir şey almazdı.

Hâcegân büyüklerinin vakti gözetip vaktin gereği ne ise onunla amel ettiklerini düşünürdü. İnsanların hoşnutluğunu zikirden önce görürdü. Bazı insanların aksine nafile ibadetlerin hizmete koşmaktan daha üstün oluğunu düşünmezdi.

Hizmetin sonunda sevgi ve kalplerin meyli gerçekleşir, derdi. Çünkü kalplerin kendisine en iyi şekilde hizmet edeni sevmek üzere yaratıldığını düşünürdü.

Şâh-ı Nakşbend gibi o da kolay kolay kimsenin kendilerine hizmet etmesini istemezdi Başkalarının hizmetine koşarken, başkalarından hizmet beklentisi olmazdı. Zaten Şâh-ı Nakşbend de şöyle buyurmuşlardı: “Bu yolda ne kazandıysam hizmet etmekten kazandım, kitaplardan değil. Şimdi ki halim de hizmetim sayesindedir.”[65]

Türkistan bölgesinde kıtlık baş gösterip halk Taşkent’e geldiği zaman Ubeydullah Ahrâr, müridlerinden Muhammed Kâdî’yi insanları doyurmakla görevlendirmişti. Muhammed Kâdî her gün yedi koyun kesip 700 ekmek pişirir ve köylerden gelen birçok kavun ile birlikte bu yiyecekleri fakirlere dağıtırdı. Hâce Ahrâr ona şöy­le demişti: “Şeyhlerimiz, istikbâlinden ümitvâr oldukları kişileri hizmet ile meşgul ederlerdi.”[66]

Samimiyetle yapılan hizmetin insana uzun süre ibadet ile elde etti­ğinden daha fazla mânevî mertebeler kazandıracağı kabul edilmektedir. Ubeydullah Ahrâr bu konuda şöyle der:

“Zamanın gereği ne ise onunla meşgul olmak gerekir. Zikir ve murakabe, bir Müslümanı rahatlatacak olan hizmet bulunmadığı zaman yapılır. Bir insanın gönlünü kazanma­ya vesîle olacak olan hizmet, zikir ve murakabeden daha önde gelir.

Ba­zıları nafile ibâdetle meşgul olmak hizmetten daha önemlidir zanneder­ler. Hizmetin semeresi gönüllerde muhabbet ve huzurdur. “Kalpler, kendisine iyilik eden kişiye sevgi duyan bir yapıda yaratılmıştır” sözü bunu açıklamaktadır.

Nafilelerin neticeleri, mü’minlerin sevgisinin ne­ticeleriyle asla bir olamaz… Ben bu yolu sûfîlerin kitaplarından öğren­medim, hâlka hizmetle elde ettim.”[67]

Semâ ve Musikî Hakkında Görüşleri

Ubeydullah Ahrâr semâ meclisi kurmamış, ancak semâın fayda, zarar, âdabı ve şartları konusunda or­ta yolu tutarak fikir yürütmüştür. Ubeydullah Ahrâr’a göre semâın faydaları şunlardır:

  1. Riyâzat ve mücâhede ehli sûfîlerin bazen az ye­mek ve az uyumak gibi zahmetlerden dolayı gönüllerinde bir usanma ve yorgunluk hâsıl olur. Bazı şeyhler müridlerindeki bu bezginliği orta­dan kaldırmak ve onlara şevk vermek için güzel seslerin dinlenmesini (semâ) uygun bulmuşlardır.

  2. Tasavvufî eğitim içinde bazen müridi nefsin sıfatları ve perdeler istilâ eder ve sâlik bir sonraki makama çıka­maz. Bu durumda güzel ses dinlemek müridin muhabbet duygularını harekete geçirir, yeni bir hâl zuhur eder ve sâlikin mânevî yolda önü açılmış olur.[68]


Semâın zararları ise şunlardır:

  1. Bu günlerde (Ahrâr’ın dö­neminde) semâ meclisine gelenler daha ziyâde nefsin hazlarına ulaş­mak, lezzetli yemekler yemek, raks ve eğlence için geliyorlar. Böyle bir mecliste mânevî ilerleme mümkün olmadığı için oradan uzak durmak daha iyidir.

  2. Bugünkü semâ meclislerinde zâlimlerin yemeği ile kadın, çocuk ve gafil insanlar da bulunur. Dünyevî duygulardan henüz kurtu­lamamış bir müridin böyle meclislerden sakınması vaciptir.[69]

Ubeydullah Ahrâr mûsikî âletleri konusunda da şöyle demektedir:

“Bazı tarikat büyükleri, ney ve rebâb gibi âşıkların meclisinde kullanıl­mayan çalgı âletlerini dinlemeyi caiz ve güzel görmüşlerdir. Çünkü Allah(cc) sevgisi ruhlara yerleşmiş ve üstü örtülmüştür, insan güzel bir ses duyunca ruhunun üzerindeki perde kalkar ve örtülmüş olan sevgi or­taya çıkar, ibâdet ve riyâzatların gayesi de bu sevgiyi ortaya çıkarmak­tır.

Meşâyıh bu gaye ile semâ etmişlerdir. Ancak semâın bazı şartları vardır. Semâ, nefsine uyan, günah işleyen insanların, güzel yüzlü gençlerin bulunduğu mecliste olmamalıdır.

Ayrıca güzel ses dinleme­nin gayesi nefsin hevâsı ve isteği olmamalıdır. Bazı sûfîlerin ney se­sini tercih etmelerinin sebebi asıl gayeye bakmalarındandır.

Asıl gaye, insanın beşerî kayıtlardan ve bağlardan kurtulmasıdır. Ney sesini din­lerken bu durum meydana gelir. Bu sebeple neyi tercih etmişlerdir.

Ba­zı imamlar ise neyi hevâ ve bid’at ehli insanların da kullanmakta oldu­ğunu düşünerek onlara benzememek için ney dinlemeyi terk etmişler ve gönlü dağınıklıktan kurtarmak için başka metotlar kullanmışlar­dır.

Bid’at ehlinin alâmeti olan şeylere muhalefet etmek önemlidir. Meselâ bir sünneti bid’atçılar kendi alâmetleri hâline getirirlerse ona muhâlefet etmek sünnet olur.”[70]

Halvet ve Riyâzât

Bahâeddîn Nakşbend’den Ubeydullah Ahrâr’a kadar halvet uygulamasına rastlanmamaktadır. Ubeydullah Ahrâr da halveti uygulamamış, ancak uygulayan bazı müridlerine göz yummuştur.[71]

Ubeydullah Ahrâr’ın halifelerinden Muhammed Kâdî Semerkandî Taşkent’te halvete girince Nakşî geleneğini bozduğu gerekçesiyle bazıları tarafından Semerkand’daki şeyhine şikâyet edil­miş, ancak Hâce Ahrâr maksad bir olduktan sonra usûllerin zaman ve zemine göre değişebileceğini söyleyerek Muhammed Kâdî’nın halvet uygulamasına karşı çıkmamıştır.

Ayrıca Muhammed Kâdî’nın şöyle dediği bilinmektedir: “Bu devirde, Şeyh Zeyneddîn Hâfî’nin metoduyla müridleri terbiye etmek gerekir. O, 120 kişiyi büyük bir odada itikâf halkasına oturtur, öğretmenler gibi eline uzun bir sopa alıp onların arasına otururdu. Yerinden bir karış uzaklaşan olursa onun başına sopayla vururdu”.

Ubeydullah Ahrâr’ın bir diğer halifesi Abdullah İlâhî’nin de Buhara’ya gidip Bahâeddîn Nakşbend’in türbesi yanında bir sene bo­yunca dokuz erbaîn çıkardığı bilinmektedir.

Yine Ahrâr’ın müridlerinden Hâfız Kûçek’in Bahâeddîn Nakşbend’in mezarı başında bir erbaîn çıkardığı rivayet edilmektedir. Bu rivayetler, Bahâeddîn Nakşbend tarafından reddedilen halvet uygulamasının Ubeydullah Ahrâr’ın bazı hâlifeleri tarafından tekrar tarikata sokulduğunu gösterir.

Ancak Ah­râr’ın bütün hâlifelerinin halveti benimsediğini söylemek de mümkün değildir. Muhammed Kâdî’nın hâlifesi Ahmed Kâsânî ile başlayan Kâsâniyye kolunda halvete sempatiyle bakıldığı ve zaman zaman uygulandı­ğı anlaşılmaktadır.[72]

Ubeydullah Ahrâr; “Fazla açlık ve uykusuzluk akla zarar verir, böy­le bir akıl da hakikati idrakten âciz kalır. Bu yüzden bazı riyazet ehlinin keşiflerinde hatalar vaki olmuştur. Ferah ve sürur bünyeye kuvvet verir. Ölçülü uyku dimağı hatadan muhafaza eder.”[73]

“Açlık sûrî keşiflere sebep olur. Bazen bu keşiflere ulaşan kişiler gördükleri şeye meylederler. Bu sebep­le bazıları ona tarikat yolunun hayâleti derler. Hâcegân tarikatının bü­yükleri müridlerin gönlü böyle şeylere takılmasın diye az yemeyi doğ­ru bulmamışlar ve hakîkî maksaddan başkasına iltifat etmemişlerdir.” diyerek riyâzatı benimsememiş ve Bahâeddîn Nakşbend’in çizgisini ta­kip etmiştir.[74]

“Zikir ve murakabe, bir Müslümanı rahatlatacak olan hizmet bulunmadığı zaman yapılır. Bir insanın gönlünü kazanma­ya vesîle olacak olan hizmet, zikir ve murakabeden daha önde gelir.”
altin-silsile-favicon-150x150

Ubeydullah Ahrâr (ks)

Ehl-i Sünnet Düşüncesi

Ubeydullah Ahrâr Fıkarat adlı eserinde fenâ ve bekâ gibi mertebeleri anlattıktan sonra bu mânevî mertebelere ancak Hz. Peygamber(sav)’e, dinî kurallara ve Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yoluna uymakla ulaşılabileceğini ilave etmiştir.[75]

O şu sözleri ile riya ve gösterişten uzak samimi bir dindarlığın gerçekleşmesini önermektedir:

“İbadet; ilâhî emirleri tutmak, gereğince amel etmek, Allah(cc)’ın yasakladıklarından kaçınmaktır. Kulluk, Hak Teâlâ Hazretlerine devamlı yöneliştir. İnsanın yaratılışından maksat, Allah(cc)’a kulluktur. Bunun özü her hâl ve şartta Cenâb-ı Hakk’a karşı tevazu ve hudu’ sıfatı ile olmaktır.”[76]

Hâce Ahrâr fakirlerin hakkı olduğunu düşünerek vakıf malı yemekten kaçınırdı. Helâl gıdanın, tasavvuf yolunda ilerlemek için çok önemli olduğunu söylerdi.

Hz. Peygamber(sav)’e tâbî olmanın ve âlimlere hürmet etmenin gerekli olduğunu söyler, ancak ilmi dünyevî geçim vesilesi ve makam elde etmenin aracı olarak gören âlimlerden uzak durmak gerektiğini ifade ederdi. Seyyid Kâsım Tebrîzî’nin bazı müridlerinin dinî kurallara uymadığını görünce bu şeyhe intisap etme düşüncesinden vazgeçmişti.[77]

Ubeydullah Ahrâr şöyle derdi:

“Eğer Hâcegân tarikatı dervişlerinin itikadının ne olduğunu sorarlarsa de ki Ehl-i sünnet vel cemaat itikadıdır.”[78]

Ubeydullah Ahrâr da Hz. Peygamber(sav)’in neslinden gelen seyyidlere saygı ve hürmette kusur edilmemesi gerektiğini düşünür, İmâm-ı A’zam Ebu Hanife’nin bir seyyid çocuğunu görünce ayağa kalktığını anlatırdı.[79]

Ubeydullah Ahrâr, sevenlerine daima şu tavsiyelerde bulunurdu:

“Mensup olduğumuz Nakşbendîyye Tarikatı, hakikat yoludur. Hakk’ı hakkıyla idrak, ona itminan derecesinde iman, emirlerine uymak ve yasaklarından sakınma yoludur.

Tenhada ve kalabalıkta yola gereğince riayet etmek gerekir. Özellikle büyük günah işlemekte ısrar edenler, gerçek Müslümanlıktan uzak kalıyorlar demektir. Bu yolun sâlikleri bu noktalara çok dikkat etmişler, ruhsatlarla değil ihtiyatlarla amel etmişlerdir, korku ve ümit arasında titremişlerdir.

Bu yolun şaka ve küçük de olsa ihmale gelir tarafı yoktur. Gizliden işlenen günahı halk görmüyorsa Hâlık görüyor. Hâlık’ın gördüğünü bilen mümin bunu yapmaz. Hâlık’ın görmediğini düşünüyorsa mümin değildir.

Irz, namus ve haram meselelerinde müminlerin her an dikkatli olması gerekir. Kişi kendini, eşini ve dostunu gözetlemeli. Noksan görürse nasihat etmeli ve nasihate her an devam etmelidir. Tutmazsa ondan ilgisini kesmeli ve yola söz getirmemelidir.

İslâmî esaslara ve bu tarikat-ı aliyye âdâbına halisane riayet etmeden Hakk’ın sırrına, zevkine ve tevfikine eremeyenlerin, ebedî saadetten nasipleri yoktur. Bu yol; ihlâs, ihsan, istikamet ve edep yoludur.”[80]

“Tenhada ve kalabalıkta yola gereğince riayet etmek gerekir. Özellikle büyük günah işlemekte ısrar edenler, gerçek Müslümanlıktan uzak kalıyorlar demektir.”
altin-silsile-favicon-150x150

Ubeydullah Ahrâr (ks)

Vahdet-i Vücûd Düşüncesi

Çerhî’nin hâlifesi Ubeydullah Ahrâr da vahdet-i vücûdu benimsemiş, Fıkarât adlı eserinde bu konuda bazı bilgiler vermiştir. Herat’taki vaazlarında vahdet-i vücûd konusunu işleyen Derviş Ahmed Semerkandî’yi şeyhi Zeyneddîn Hâfî reddedince kendisine en büyük des­teği Ubeydullah Ahrâr vermiştir.[81]

Gençliğinde Kübrevî şeyhi Bahâeddîn Ömer’i ziyarete giden Hâce Ahrâr, Herat’ta Zeyneddîn Hâfî ve müridlerinin “Hemeî ez Ost” (Her şey O’ndandır), Safevî şeyhi Seyyid Kâsım Tebrîzi ve müridlerinin ise “He­me Ost” (Her şey O’dur) dediklerini söyledikten sonra, Bahâeddîn Ömer’e bu sözlerden hangisinin doğru olduğunu sormuştu.

Bahâeddîn Ömer de Şeyh Zeyneddîn ve müridlerinin doğru söylediğini ifâde ettik­ten sonra delilleri sıralamaya başladı. Ancak saydığı bütün delillerin Şeyh Zeyneddîn’i değil, Seyyid Kâsım’ı desteklediğini farkeden Hâce Ahrâr bunu Bahâeddîn Ömer’e hatırlattı.

Ancak o aynı şekilde deliller saymaya devam etti. Onun bu tavrından Hâce Ahrâr, bâtınen Seyyid Kâsım’ın sözüne inanmak, ancak zâhiren Zeyneddîn Hâfi’nin inancında görünmek gerektiği yorumunu çıkarmıştır.[82]

Abdurrahman Câmî el-Futûhatu’l-Mekkiyye’deki bazı yerleri anlaya­madığını söyleyince Hâce Ahrâr kitabı getirtip onun anlayamadığı yer­leri güzelce izah etmiştir. Şeyh Sa’idüddin Fergânî’nin Şerhu Kasideti’t-taiyyeti’l-Fârıziye adlı eserinin Muhammed Parsa tarafından istinsah edilmiş bir nüshasını gören Ubeydullah Ahrâr bu eseri güzel bir hatla tekrar yazdırıp yolculuklarında yanında taşımıştır.

Şöyle dediği riva­yet edilir: Bazıları “Biz sana Kevser’i verdik” âyetini, sana kesrette vah­deti yani çokluk içinde tekliği görmeyi verdik, diye yorumlamışlardır. “Allah(cc) vardı, yanında başka bir şey yoktu, şimdi de öyledir”. “Hamdeden de O’dur, hamdedilen de.”[83]

Ahrâr en azından İbnü’l-Arabî ile bir noktada müşterektir: Tıpkı onun gibi, yetişmesinin bir bölümünde Hz. İsa’nın mânevî varlığından (ruhaniyet) yararlanmış, böylece onun gibi İseviyyü’l-meşreb olmuştur. Elbette bu benzerlik, bir rastlantı olduğu gerekçesiyle göz ardı edilebilir; ancak Ahrâr’ın İbnü’l-Arabî’nin yazdıklarına yakından aşina oluşu inkâr edilemez bir gerçektir.

Onun basılmamış eserleri arasında, Fusus’da yer alan anlaşılması güç bazı mısraları açıklayan Farsça bir şerh bulunduğu yolundaki görüş hatalıdır. El-Fütuhatü’l-Mekkiyye’ye o kadar vakıftı ki, İbnü’l-Arabî’nin ilk dönem Nakşbendî bağlılarının hiç şüphesiz en önde geleni olan Abdurrahman Camî bile bu eserde yer alan problemli pasajlar için kendisine danışmıştı.

Ahrâr’ın eserleri arasında en hacimli olanı, öncelikle Nakşbendîye’nin mânevî önderlerini ve mistik metodu açıklama hedefini güden ve Fikarat diye bilinen eserdir.

Bununla beraber eserin Hakikat-i Muhammediyye meselesini izah ettiği bölümler, Fusus’un son bölümünü oldukça anımsatır; yine sıddık makamını inceldiği satırlar aynı şekilde el- Fütühatü’l- Mekkiyye’nin ilgili bölümünü akla getirir. Üstelik bütün Fikarat boyunca İbnü’l-Arabî’nin terminolojisinin akisleri yer alır.[84]

“Kişi kendini, eşini ve dostunu gözetlemeli. Noksan görürse nasihat etmeli ve nasihate her an devam etmelidir. Tutmazsa ondan ilgisini kesmeli ve yola söz getirmemelidir.”
altin-silsile-favicon-150x150

Ubeydullah Ahrâr (ks)

Hased Edenler

Ubeydullah Ahrâr ömrünü halkı irşâdla ve hayır hizmetleriyle ge­çirmiş bir insan olmasına rağmen, onun halk ve idareciler nazarındaki konumunu kıskanan ve bu yüzden ona muhalif olan kişiler de vardı. Bu muhaliflerin önde gelenlerinden biri Semerkand müftüsü Hâce Mevlânâ b. Isâmeddîn idi.

Sultan Ebû Sa’îd vefat edince bu müftü bazı devlet erkânını toplayarak Hâce Ahrâr ve ailesi ile görüşmemelerini tel­kin etmekle kalmadı, Ahrâr’ın mallarına el koyabileceklerine dâir fetva verdi. Ancak idareciler arasında tam bir ittifak kurulamaması ve Ebû Sa’id’in yerine geçen oğlu Sultan Ahmed’in Hâce Ahrâr’a derin bir bağ­lılık göstermesi neticesinde hedefine ulaşamadı.

Adı geçen müftü­nün, Hâce Ahrâr’ı öldürmesi için Abdurrezzâk isminde bir eşkiyâya bü­yük miktarda para teklif ettiği, ancak eşkiyânın bu işi yapamadığı da nakledilmektedir.

Bazı kimseler menfaatlerine zarar geldiği için Hâce Ahrâr’a mu­halif oluyorlardı. Tamga vergisinin kaldırılmasından önce bu vergiyi toplayan ve bu yolla büyük menfaatler elde eden tamgacılar, bunun kal­dırılmasına sebep olan Ahrâr’a kızıyor ve tekrar aynı verginin konması için kulis yapıyorlardı. Hulâsa, Hâce Ahrâr’a yönelik muhalefetin ya kıskançlık, ya tarikat gayreti, ya da menfaat çatışmasından zuhur ettiği anlaşılmaktadır.[85]

Kaynaklar:

[1]        Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 159.

[2]        Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 210; Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 573.

[3]        Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 211.

[4]        Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 573.

[5]        el-Hânî, Âdâb, s. 82.

[6]        Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 211-212.

[7]        Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 212; Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 576.

[8]        Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 159.

[9]        Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 575.

[10]      Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 212; el-Hânî, Âdâb, s. 83.

[11]      Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 577; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 159.

[12]      Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 214.

[13]      el-Hânî, Âdâb, s. 83; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 159.

[14]      Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 213-214; Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 577-578.

[15]      Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 214-215; Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 578-579.

[16]      el-Hânî, Âdâb, s. 83; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 159-160.

[17]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 160.

[18]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 160.

[19]      Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 216-217; Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 580-581.

[20]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 160.

[21]      Aynı eser, s. 161.

[22]      Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 583.

[23]      Algar, “Nakşibendî Tarikatının Kısa Tarihçesi”, s. 23-24.

[24]      Haksever, Yâ’kub-ı Çerhî, s. 80.

[25]      Algar, “A Brief History”, Naqshbandis, ss.13-15; Deweese, “The Mashâ’ikh-i Turk”, Journal of Islamic Studies, c. VII, s. 196; Buehler, “The Naqshbandiyya in Timurid India”, Journal of Islamic Studies, ss. 210-211.

[26]      Jo Ann Gross, “Multiple Roles and Perceptions of a Sûfî Shaikh: Symbolic Statements of Political and Religious Authority”, Naqshbandis, edit. M. Gaborieau, A. Popovic, T. Zarcone, İstanbul-Paris 1990,  s. 108.

[27]      Arthur Buehler, “The Naqshbandiyya-Mujaddidiyya in India”, The Bulletin: The Henry Martin Institute of Islamic Studies, July-December 1994, c. XIII/3-4, s. 45.

[28]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 161.

[29]      Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 218-221; Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 600-602.

[30]      Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 221-223; Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 602.

[31]      Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 223-224; Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 603.

[32]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 161-163.

[33]      Kufralı, Nakşbendîlik, s. 71.

[34]      Kufralı, Nakşbendilik, s. 73.

[35]      Haksever, Yâ’kub-ı Çerhî, s. 78-83.

[36]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 161.

[37]      Aynı eser, s. 163.

[38]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 165-167.

[39]      Kufralı, Nakşbendîlik, s. 79.

[40]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 188.

[41]      Haksever, Yâ’kub-ı Çerhî, s. 82.

[42]      el-Hânî, Âdâb, s. 82.

[43]      Haksever, Yâ’kub-ı Çerhî, s. 83.

[44]      el-Hânî, Âdâb, s. 83.

[45]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 167-168.

[46]      Aynı eser, s. 168.

[47]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 168.

[48]      Aynı eser, s. 168169.

[49]      Aynı eser, s. 169.

[50]      Aynı eser, s. 169.

[51]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 169.

[52]      Aynı eser, s. 169.

[53]      Aynı eser, s. 170.

[54]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 170.

[55]      Aynı eser, s. 307.

[56]      Aynı eser, s. 307.

[57]      Aynı eser, s. 312.

[58]      Tevbe, 9/119; Bursevi, Ruhu’l-Beyan, İstanbul 1306, c. I, ss.966-967.

[59]      Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 225.

[60]      el-Hânî, Âdâb, s. 83.

[61]      Aynı eser, s. 83.

[62]      Tosun, Bahâedîn Nakşbend, s. 316.

[63]      Aynı eser, s. 316.

[64]      Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 584.

[65]      Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 584.

[66]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 323.

[67]      Aynı eser, s. 325.

[68]      Aynı eser, s. 328.

[69]      Aynı eser, s. 328.

[70]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 329.

[71]      Aynı eser, s. 330.

[72]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 331-332.

[73]      el-Hânî, Âdâb, s. 84.

[74]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 334.

[75]      Aynı eser, s. 340.

[76]      el-Hânî, Âdâb, s. 84.

[77]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 340.

[78]      Aynı eser, s. 342.

[79]      Aynı eser, s. 345.

[80]      el-Hânî, Âdâb, s. 84.

[81]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 355.

[82]      Aynı eser, s. 355.

[83]      Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 355.

[84]      Hamid Algar, “Erken Dönem Nakşibendî Geleneğinde İbnü’l-Arabî’nin Yansımaları”, Nakşibendîlik, hazırlayan ve çev.: A. Cüneyt Köksal, İnsan Yay., İstanbul 2007, s. 121.

[85]      Aynı eser, s. 164.

Önceki Halka

Yâkub-i Çerhî (ks)

Detaylı Oku

Sonraki Halka

Muhammed Zâhid (ks)

Detaylı Oku