
Muhammed Baba Semmâsî (ks)
14
Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.
Muhammed Baba Semmâsî (ks)
Râmiten’e bir, Buhara’ya üç fersah mesafede bulunan Semmâs köyünde doğan Semmâsî,[1] aynı zamanda burada yaşayıp burada vefat etti. Babası Seyyid Abdullah’tır.
Semmâsî bir süre memleketinde dinî ilimler tahsili ile meşgul oldu. Zâhir ilimlerinde belli bir derinlik kazandıktan sonra, mânevî ilimlere yöneldi. Babasının tavsiyesi ile Mahmûd Encîrfağnevî’ye intisap etti. Fakat Encîrfağnevî de onu halifesi Ali Râmîtenî’ye havale etti.
Ali Râmîtenî’nin yanında tasavvufî eğitime devam eden Semmâsî onunla birlikte Harizm’e gitti. Riyazet ve mücahedede, edep ve ifadede akranları karşısında bariz üstünlükler elde etti. Seyr ü sülûkünü tamamlayıp şeyhinin halifelerinden biri olarak irşad makamına geçti.
Şeyhi Râmîtenî vefatı sırsında müridlerine; “Buna bağlanın, emrini tutun, sağ olduğu sürece onun yanından ve yolundan ayrılmayın.”[2] diye vasiyette bulundu.[3]
Semmâsî, halkın arasında dolaşır, müridlik ve dervişliğe kabiliyetli insanları nerede bulursa hemen yanına cezbederdi. Nitekim daha sonra kendi yerine halife olarak bırakacağı Emir Külâl ve ondan sonraki halkada yer alan Bahâeddîn Nakşbend’i o bulup keşfetmişti.
Emir Külâl’i er meydanında güreşirken buldu. Onun gürbüz vücudunda, en az bedeni kadar güçlü olan mâneviyat istidadını keşfederek onu tutup er meydanından gönül erleri meydanına çekti. Sırtındaki kispeti çıkartıp dervişlik kisvesi giydirdi ve gönül sultanları makamına erdirdi.
“Bu er, zâhirin değil, bâtının pehlivanıdır. Nice insan onun elinden kemâle erecektir.” dedi.[4]
Rivayete göre, Bahâeddîn Nakşbend’in doğmasına yakın bir tarihte Muhammed Baba Semmâsî müridleriyle birlikle Kasr-ı Hinduvân köyünden geçmiş ve yanındakilere:
“Bu topraktan bir yiğit kokusu geliyor, yakında Kasr-ı Hinduvân, Kasr-ı Ârifân olacak.” demişti.
Semmâsî’nin bu menkıbede geçen sözüne istinaden o köyün adı Kasr-ı Ârifân olarak değişmiştir.[5] Semmâsî’nin Kasr-ı Hinduvân’a bir sonraki gelişinde Bahâeddîn Nakşbend henüz üç günlük bir bebek idi.
Emir Külâl’in evinde misafir olan Muhammed Semmâsî’ye, dedesi, Şâh-ı Nakşbend’i kucağına alıp getirir ve takdim eder. Bebeği gören Semâsî, “Bu bizim oğlumuzdur, biz onu evlatlığa kabul ettik.” der. Sonra müridlerine dönerek; “Dünyaya gelmeden kokusunu aldığımız yiğit işte budur. Zamanının en büyük imamı ve mürşidi olacaktır.” deyip halifesi Emir Külâl’e döndü ve “Bu benim oğlumdur. Onu sana emanet ediyorum. Onun eğitimi konusunda ihmal ve kusur göstermeyesin. Eğer bu konuda kusur ve fütur gösterecek olursan sana hakkımı helâl etmem.” dedi.
Bu sözler üzerine Emir Külâl de gayrete gelip dedi ki: “Bu konudaki emirleriniz başım üzerine. Emirlerinizi yerine getirme konusunda ihmal gösterir, gevşek davranırsam mert değilim.” Bu şahitli ispatlı mukavele ile Bahâeddîn’in irşad hizmeti Emir Külâl’in uhdesine tevdi edilmiş oldu.[6]
Muhammed Baba Semmâsî’nin Vefâtı ve Halifeleri
Bahâeddîn Nakşbend takriben on sekiz yaşına gelince dedesi onu evlendirmek istedi ve Semmâs köyüne gönderip Muhammed Baba Semmâsî’yi Kasr-ı Ârifân’a davet ettirdi.
Şeyhin mescidine gidip iki rekât namaz kılan Şâh-ı Nakşbend, “İlâhî! Bana belâ yükünü çekmeye ve muhabbet sıkıntısına dayanmaya kuvvet ihsan eyle!” diye dua etti.
Sabah olunca Semmâsî’nin huzuruna vardı. Şeyh kendisini uyarıp şu tembihte bulundu: “Oğlum, bundan sonra şöyle dua et:
‘İlâhî! Rızan hangi noktada ise bu kulunu orada bulundur. Eğer Allah(cc) dostuna belâ verecek olursa, inayetiyle o belâya sabır ve tahammül gücü de ihsan eder. Fakat Allah(cc)’tan ne geleceğini bilmeden belâ ister gibi dua etmek, küstahlıktır.”
Bu görüşmeden sonra hazırlanan sofradan yemeklerini yediler. Sofradan kalkınca kendisine bir ekmek parçası uzattı ve onu yanında saklamasını emretti. O esnada içinden; “Karnımızı daha yeni doyurduk. Ben bu ekmeği ne yapacağım acaba?” diye geçirir. Kendinin şaşkınlığını anlayan Semmâsî hemen kendisini uyarır: “Kalbi faydasız ve lüzumsuz duygu ve havâtırdan korumak lazımdır.” Şâh-ı Nakşbend, mahcubiyetle boynunu eğip teslimiyet gösterir.
Köye gitmek üzere birlikte yola çıkarlar. Yolda bir tanıdığın evinde abdest tazelemek üzere konaklarlar. Ancak hane sahibinin yüzü sıkıntılı görünür. Sebebini sorduklarında; “Biraz kaymağım var, fakat ekmeğim yok. Ona üzülüyorum.” cevabını verir. Semmâsî kendisine dönüp; “Acaba hangi işe yarayacak diye düşündüğün ekmek işte burası içindi. Hadi ver bakalım da yesin” der. Meydana gelen bu güzel haller, kendisinin ona karşı olan hayranlık ve bağlılığını artırır.[7]
Baba Semmâsî’nin Kasr-ı Ârifân’a yaptığı bu ziyaretten sonra çok yaşamayıp vefat ettiği anlaşılmakladır. Bahâeddîn Nakşbend’in 718/1318 senesinde doğduğu ve Baba Semmâsî’nin vefatında takriben on sekiz yaşlarında olduğu dikkate alınırsa, Semmâsî’nin 736/1335-36 senesi civarında vefat etmiş olduğu ortaya çıkar.
Eski kaynaklarda Baba Semmâsî’nin vefat tarihiyle ilgili bilgi yoktur. On dokuzuncu asırda yazılan Hazînetü’l-asfiyâ’da 755/1354 tarihi kaydedilmiş ise de, ondan iki asır önce kaleme alınan Matlabü’t-tâlibîn’deki 734/1333-34 tarihi doğruya daha yakındır. Kabri, Râmîten’in Semmâs köyündedir.[8] “Muhammed-i müttekî cân-ı cihân” ibaresi ile vefatına tarih düşülmüştür.[9]
Yazılı bir eser bırakmadığı anlaşılan Muhammed Baba Semmâsî’nin vefatından sonra geride dört halifesi kalmıştır:
1. Hâce Sûfî Sûhârî,
2. Hâce Mahmûd Semâsî,
3. Mevlânâ Dânişmend Ali,
4. Seyyid Emîr Külâl.
Hâcegân tarikatını Nakşbendîyye’ye bağlayan silsile, Bahâeddîn Nakşbend’in de şeyhi olan Seyyid Emir Külâl ile devam etmiştir.[10]
Semmâsî, orta boylu, gökçek yüzlü ve esmer tenliydi. Mazhar olduğu nurları, yüzünde parlayan ziyadan belliydi. Nüfuz eden bir nazara, keskin bir görüşe ve derin bir hissiyata sahipti.[11] Muhammed Baba Semmâsî gaybet ve istiğrak hâli galip olan bir zâttı. Aşklı, cezbeli ve coşkulu bir şeyhti.
Semmâs köyünde küçük bir üzüm bağı vardı. Çoğu zaman üzümleri kendi elleriyle budardı. Ancak budama sırasında bazen kendinden geçer, aklı başından gider, bıçak elinden düşer, kendisi de yere yığılırdı. Birkaç saat sonra ancak kendine gelebilirdi.[12] Bu hâl belki, nebatatın tesbihini duyması ve kesilen dalların tesbihten fariğ olduğunu hissetmesi sonucu meydana gelen üzüntünün eseriydi.[13]
Kaynaklar:
[1] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 62.
[2] Aynı yer.
[3] Yılmaz, Altın Silsile, s. 103.
[4] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 64; Yılmaz, Altın Silsile, s. 103.
[5] Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 63.
[6] Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 526; Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 62-63; Yılmaz, Altın Silsile, s. 104.
[7] Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 526-527; Yılmaz, Altın Silsile, s. 105.
[8] Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 63.
[9] Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. II, s. 25.
[10] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 63; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 64.
[11] Yılmaz, Altın Silsile, s. 102.
[12] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 63; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 63.
[13] Yılmaz, Altın Silsile, s. 104.

Önceki Halka
Ali Râmitenî (ks)
