
Ali Râmitenî (ks)
13
Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.
Ali Râmîtenî (ks)
Buhara’nın yaklaşık 14 km. kuzeyindeki Râmîten kasabasında doğdu.[1] Mahmûd Encîrfağnevî’ye intisap edip tasavvufî eğitimini tamamladı ve onun halifesi oldu. Bir süre Râmîten civarında halkı irşad ettikten sonra Bâverd/Ebîverd’e göç etti. Orada da bazı müridleri oldu. Daha sonra Bâverd’den Harizm’e gitti ve oraya yerleşti. Bu yüzden Buharalılar kendisine Ali Râmîtenî derken Harizmliler Ali Bâverdî demekteydiler.
Tasavvuf ehli arasında “Azîzân” lakabıyla meşhur idi. Rivayete göre kendisine ait bir söz söyleyeceği zaman “Azîzân/Azizler şöyle diyor” diyerek cümleye başlardı. Bu yüzden Azîzân lakabıyla meşhur oldu. Bu lakaba nispetle Râmîtenî’den sonra bu tarikata “Azîzân Tarikatı” denmeye başlanmış ise de “Hâcegân” ismi kadar meşhur olmamıştır.[2] Zikir telkini konusunda cehrî ve hafî iki ayrı usûl uygulamıştır.[3]
Râmîtenî’nin Harezm şahı ile iyi münasebetler içinde olduğu bilinmektedir. Aldığı mânevî bir işaret üzerine Râmîtenî, Harezm diyarına hicrete karar verir. Harizm’e gittiğinde, kendisini sadece dokumacı olarak tanıtan Ali Râmîtenî, şehre girip ikâmet etmek üzere şahtan izin almak için iki müridini gönderir.
Onlara; “Varın gidin şaha. Kapınıza fakir bir dokumacı geldi ve şehrinize girip ikâmet etmek üzere sizden izin istiyor. İzniniz olursa girecek, değilse geri dönecek. İzin verirseniz, buna dair bir ferman veya vesika talep ediyor.” deyin diye emir verir.
Dervişler Râmîtenî’nin emrini aynen yerine getirirler. Böyle bir teklife alışık olmayan şah, önce şaşırır. Sonra da istenilen imzalı vesikayı verir. Dervişler şahın fermanını şeyhe getirince, o da Harezm’e girer ve şehrin kenar mahallesinde bir eve yerleşir.[4]
Şeyh Harezm’e yerleştikten sonra her sabah ırgat pazarına gidip birkaç amele tutarak onlara; “Sizin işiniz hemen abdest alıp ikindi vaktine kadar burada bizim sohbetimizde bulunmak. Giderken de ücretlerinizi almak.” derdi. Dolayısıyla o, ikindi namazına kadar onlarla dinî ve tasavvufî konularda sohbet eder, sonra da ücretlerini verip gönderirdi. Ancak bir kez sohbetinde bulunanlar bir daha ayrılmak istemez, sonraki günlerde tekrar gelirlerdi. Böylece kısa sürede birçok müridi oldu.
Bu durumu tedirginlikle karşılayan bazı kişiler, durumu padişaha bildirdiler. “Böyle giderse bu şeyh, yakında şah olacak ve saltanatınız elden gidecek.” diye onun ardına çok sayıda insanı topladığını, padişah için potansiyel bir tehlike ve rakip olabileceğini ileri sürdüler.
Harezmşah da Râmîtenî’ye haber göndererek, derhal Harezm’i terk etmesini ferman buyurdu. Ancak Râmîtenî, “Bizim elimizde bizzat kendilerinin imza ve mührü bulunan ve şehirde ikametimize izin veren bir belge var. Eğer Şah imza ve mührünü inkâr ediyorsa, o zaman şehri terk edelim.” deyince Şah, imzasını reddetme küçüklüğüne düşmeden, şeyhin yanına geldi. Şeyhte gördüğü mehabet karşısında ona hayran kalıp onun bağlıları safına katıldı.[5]
Harezm’de halkı irşada devam eden Ali Râmîtenî’nin 130 sene kadar yaşadığı nakledilir.[6] Vefat tarihi olarak 28 Zilkade 715/23 Şubat 1316[7] ile 721/1321[8] tarihleri verilmektedir. Bazı kaynaklarda Bahâeddîn Nakşbend’in, Ali Râmîtenî hayatta iken dünyaya geldiği nakledilmektedir. Nakşbend’in 718/1318’de doğduğu bilindiğine göre, Râmitenî’nin vefatı için 721/1321 tarihi kabul edilebilir.
Ali Râmîtenî’nin kabri, eski kaynakların ifadesiyle Harezm’dedir. Halkın ziyaretgâhı olan kabir bugün Türkmenistan’ın kuzeyinde Taşoğuz vilayetinin Köhne Ürgenç kasabasındadır. Seydi Ali Reis (ö.970/1562), Orta Asya’dan geçerken Harizm’de Râmîtenî’nin kabrini de ziyaret etmiştir.
Son zamanlarda Buhara’nın Râmîten kasabasının Kurgan köyünde Ali Râmîtenî’ye bir kabir daha nispet edilmiş ise de gerçek kabir Köhne Ürgenç’tedir.[9]

Ali Râmîtenî (ks)
Ali Râmîtenî’nin Halifeleri ve Eserleri
Ali Râmîtenî Harizm’de vefat ederken geride beş halife bıraktı. Bunlardan kendi oğlu Hâce İbrahim (ö.793/139l), Harizm’de Râmîtenî’nin tekkesinde postnişin oldu. Diğer dört halife de kendi bölgelerinde halkı irşada devam edip Hâcegân tarikatının Harizm, Buhara ve Belh’te yayılmasını temin ettiler. Hâce İbrahim’in dışındaki dört halife şunlardır:
- Hâce Muhammed Külâhdûz (kabri Harizm’dedir).
- Hâce Muhammed Hallâc Belhî (kabri Belh’tedir).
- Hâce Muhammed Bâverdî (kabri Harizm’dedir).
- Hâce Muhammed Baba Semâsî (kabri Buhara’nın Râmîten kasabasının Semâs köyündedir).[10]
Bu halifelerden Semâsî hariç, diğerlerinin hayatı ve faaliyetleri hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Hâcegân tarikatını Nakşbendîyye’ye bağlayan ana silsile Semâsî ile devam etmiştir.
Ali Râmîtenî’nin okuma yazma bilmediği nakledilmesine rağmen kendisine Mahbûbü’l-ârifin isminde bir eser isnat edilmiştir. Râmîtenî’nin şifahî olarak anlattığı bazı konular müridleri tarafından yazıya aktarılmış ve bu eser meydana getirilmiş olabilir.
Tasavvuf yolunda müridin uyması gereken on şartı konu alan bu küçük Farsça risalenin yazma ve matbu nüshaları vardır. Öte yandan Râmîtenî’nin bazı sözlerini, oğlu Hâce İbrahim birkaç varaklık küçük bir risalede toplamış, bu risalede yer alan ve almayan Râmîtenî’ye ait hikmetli sözlere, Muhammed b. Nizâm el-Harizmî el-Erzengî bazı açıklamalar eklemiş ve Şerh-i Risâle-i Azîzân ya da Menâkıb-ı Hâce Ali Azîzân-ı Râmîtenî adıyla bilinen eser meydana gelmiştir.
Hicrî IX/XV. asırda yazıldığı tahmin edilen ve henüz neşredilmemiş olan bu eserin birkaç yazma nüshası bilinmektedir. Ayrıca kaynaklarda Ali Râmîteni’ye ait birkaç şiir de bulunmaktadır.[11]
Râmîtenî’nin boyu uzun, yüzü güzeldi. Azaları arasında tam bir uyum vardı. Fakrı iltizam etmiş bir dokumacıydı. Avamdan insanlarla ülfeti severdi. Keramet ve makam sahibi kâmil bir velîydi.[12] Kübreviyye şeyhi Alâüddevle Simnânî ile mektuplaşmış ve Yesevî şeyhi Seyyid Ata ile bizzat görüşmüştü.[13]
Râmîtenî’nin Mevlânâ Celâleddîn Rûmî ile görüştüğü, ya da Mesnevî’deki
“Olmasaydı üstün hâl ilmî kâl ilminden eğer
Buharâ a’yanı kul olur muydu Nessâc’a.”
beytinde yer alan “Hâce-i Nessâc” ifadesiyle Râmîtenî’ye işaret ettiği[14] yolundaki rivayetler mesnetsizdir. Çünkü Mevlânâ, Râmîtenî’den yaklaşık kırk yıl öce vefat etmiştir.
Ali Râmîtenî’nin Tasavvuf Anlayışı
İmanı bir heyecan ve duygu olayı olarak gören Ali Râmîtenî’ye “İman nedir?” (bazı kaynaklarda tasavvuf nedir?) diye sordular: “Ayırmak ve birleştirmek.” diye cevap verdi. Yani gönlü mâsivâdan ayırmak ve Hak ile beraber olmak.[15]
Müntesiplerinin sağlam imana ve kullukta tam bir teslimiyete bürünmesini isteyen Râmîtenî, hakimâne konuşmaları, irfan sohbetleri ve üst düzey yaklaşımları ile dikkat çekmektedir.
Örneğin bir gün Şeyh Rükneddin, “Elest bezminde ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’[16] İlâhî hitabı varit olunca ruhlar: ‘Evet’ diye cevap verip tasdik ettiler. Ebet günü olan kıyamette ise ‘Bugün saltanat kimin?’[17] diye sorulduğunda kimse neden cevap veremeyecek?”, diye sual yönelttiğinde, Râmîtenî şu karşılığı verir:
“Elest bezmi, şeriat teklifinin konulduğu gündür. Şeraitte konuşmak, şer’î emrin gereğidir. Ama kıyamet günü teklif kalkmıştır. Bu yüzden orada konuşma yoktur. Bu sualin cevabını Allah(cc) verecektir.”[18]
Tüm gayreti ile kitlelerin hayra kanalize edilmesini, bağlılarının ebedî kurtuluşu elde etmelerini hedefleyen Râmîtenî İslâm’ın esaslarını sağlam bir tevbe ile yerine getirmekten bahseder. “Allah(cc)’a nasuh tevbesiyle tevbe ediniz”[19] meâlindeki âyette hem işaret hem de beşaretin bulunduğunu söylemektedir. İşaret tevbeye, beşaret de olunacağınadır. Çünkü kabul olunmayacak olsa emredilmezdi,[20] diyerek Allah(cc)’tan ümit kesmemeyi yeğlemektedir.
Ona göre tasavvufun hedefi ilâhî muhabbettir. Hakk’ın rızasını kazanmak ve Allah(cc)’ı candan sevmek tüm hâl ve hareketlerin aslıdır. Ona göre muhabbetin şartı ise muvafakattir:
“Hz. Peygamber(sav)i sevdiğini iddia eden kişinin ona uyması gerekir. Hak Teâlâ ile sohbet edin. Eğer O’nunla sohbet edemiyorsanız, O’nunla sohbet eden kişilerle sohbet edin. Dünya ve âhiret iki kız kardeş gibidir. Bir kişinin iki kız kardeşi birden nikâhlaması mümkün değildir. Dünya ve âhiret sevgisi bir arada bulunmaz. Oysa ikisi de mahlûktur. O halde Yaratıcı ile yaratılmışın sevgisi bir arada nasıl bulunsun?[21]
İlâhî muhabbeti kazanmak kadar korumak da önemlidir. Bu gerekten hareketle o, mutasavvıfların “Ağza giren ve çıkanın Allah ve Resûlünün rızasına uygun olmasına dikkat etmek” diye tarif ettikleri verâda titizlik gösterir; “İki yerde dikkatli olun; yemek yerken girene, konuşurken ağzınızdan çıkana.” derdi.[22]
İmanı kemâle erdirmeyi, tevbede samimiyeti, ilâhî muhabbeti gerçekleştirmeyi, Allah Resûlü(sav)ne tam bir ittibayı öngören Râmîtenî, amele güvenmeyi ise asla makbul saymazdı. Amele bağlanmayı ve onun güzelce yerine getirilmesini öngörürdü. Ancak kişinin kendini de amelini de noksan bilmesini ve yine amele sarılmasını tavsiye ederdi.[23]
Hayatından Menkîbeler ve Nasihatler
Bir gün müridlerinden biri huzuruna varıp kalbinin dağınıklığından ve kendini ibadetlere tam veremediğinden bahseder. Râmîtenî ona şu rubâîsini okur:
“Birisiyle oturup kalbin toparlanmazsa,
Kalbindeki dünya derdini senden almazsa,
Onunla sohbetten etmez isen teberri,
Sana yardıma gelmez azîzândan hiçbiri.[24]
İbadetlerden haz almanın, gönülden kulluk eder hâle gelmenin yolunu Râmîtenî İlâhî tecellinin yansımasına bağlar ve der ki:
“Büyükler, ‘Allah(cc), mümin bir kulunun gönlüne bir gecede üç yüz altmış defa nazar eder.’ demişlerdir. Bu sözle onlar, kalbin vücuda açılan üç yüz altmış penceresini kastetmişlerdir.
Gönül, Allah(cc)’ın zikri ile kaynayıp coşunca, Allah(cc) Teâlâ o kalbe nazar eder. Bu nazar ile kalbe doğan feyizler ve nurlar, bu üç yüz altmış koldan bütün vücuda yayılır. Böylesi nurların ve feyizlerin yayıldığı bir uzuv, kendi hâline göre zevkle ibadet eder, yapılan taat ve ibadetlerden lezzet alır.”[25]
Diğer yandan Râmîtenî, Hâcegân yolunun tasavvufta “mezlaka-i akdâm” denilen ayakların kaydığı merhaleyi kolaylıkla atlatan ve vahdet-i vücûd yerine vahdet-i şühûd sahvını tattıran bir tarik olduğunu şöyle anlatmaktadır:
“Kul, Allah olmaz, fakat Allah(cc)’ın sıfatlarıyla bezenebilir. Eğer o devirde, Hâce Abdulhâlik Gucdüvânî’nin evlâdından/müridlerinden biri bulunsaydı, Hallâc-ı Mansûr darağacına gitmezdi. Yani o mürid, Hallâc’ı bir üst makama geçirirdi Hallac da Ene’l-Hak demez ve idamdan kurtulurdu.”[26]
Râmîtenî varlık iddiasından kaçınıp mahviyet bilincine ermeyi, benliği çağrıştıran her türlü ifade ve tavırdan kaçınmayı istemektedir. Konu ile ilgili bir örnek verilecek olursa, oğlu Hâce İbrahim Ali Râmîtenî’ye sorar: “Hallâc-ı Mansûr ‘Ene’l-Hak/Ben Hakk’ım’ dedi, onu parça parça edip külünü savurdular, Bâyezîd-i Bistâmî de ‘Leyse fi cubbetî sivallâh/cübbemde Allah(cc)’tan başkası yok’ dedi, ona bir şey demediler. Bunun hikmeti nedir?” Râmîtenî bu soruya şöyle cevap verdi:
“Mansûr, benliği öne çıkardı ve Ene/ben diyerek cümleye başladı, bu sebeple ona bu musibet erişti. Bâyezîd ise yokluğu ve hiçliği öne çıkardı, Leyse/değil ve yok ile cümleye başladı, selâmette kaldı.”[27]
Râmîtenî’nin irşad metodunu, düşünce esaslarını ve tarikat faaliyetlerini yakından takip edip hayranlıklarını bildiren Kübreviyye şeyhi Alâüddevle Simnânî kendisi ile görüşüp mektuplaşırdı. Bu mektuplaşmaları çerçevesinde Simnânî, Râmîtenî’ye gönderdiği elçi vasıtasıyla sorduğu üç soruya verilen cevaplar şu şekildedir:
“Birinci soru: Siz de biz de gelen geçen herkese hizmet eden kimseleriz. Siz halka ikramda tekellüfe kaçmadan elinizde olanla iktifa ediyorsunuz. Biz ise özen gösterip tekellüfe kaçarız. Buna rağmen halk sizi bizden daha çok sevmektedir. Bunun sebebi nedir?
Cevap: Minnetle hizmet eden pek çoktur. Hizmeti minnet bilenlerse azdır. Siz hizmette bulunma fırsatını ele geçirmiş olmayı minnet bilir ve hizmet ettiklerinize minnettar kalırsanız herkes sizden memnun kalır, şikâyetleriniz azalır.
İkinci soru: Duyduğuma göre sizin terbiyeniz Hızır(as)’dan imiş. Bu nasıl oluyor anlatır mısınız?
Cevap: Allah(cc)’ın öyle âşık kulları var ki, Hızır onlara âşıktır.
Üçüncü soru: Duyduk ki siz hafî zikri bırakıp cehrî zikirle meşgul oluyormuşsunuz. Bunun sebebi nedir?
Cevap: Biz de duyduk ki, siz de hafî zikirle uğraşıyormuşsunuz. Mademki duyduk, öyleyse sizinki de hafî değil. Çünkü hafî zikirden maksat, kimsenin duymamasıdır. İkisi de duyulduğuna ve bilindiğine göre cehrî ile hafî müsavî hâle gelmiş sayılır. Belki bu safhada hafî zikir, cehrîden daha riyaya yakındır.[28]
Sohbete ve Zikre Verdiği Önem
Hâcegân Tarikatının sohbet ve zikir üzerine kurulu olduğunu ifade eden Râmîtenî, Simnânî’nin mektubunda verdiği cevapta da görüleceği üzere zikre ayrı bir önem verir. Cehrî yapılsın hafî yapılsın zikirden maksadın Hak ile ünsiyet peyda etmek olduğunu, zikir esnasında riyadan kaçınıp ihlâsı şiar edinmek gerektiğini, huzur maallah bilincinde olmayı teşvik etmektedir. Kendisine cehrî zikirle meşgul oluşunun sebebi sorulduğunda, Râmîtenî bunu şöyle açıklamıştır:
“Hz. Peygamber(sav) insana hâlet-i nez’ denilen son nefesinde, yüksek sesle tevhid kelimesini telkin etmeyi emretmektedir. Tasavvuf, her nefesi son nefes bilmektir. Bu yüzden cehrî zikirle meşguliyette bir mahzur yoktur. Hatta belki böylesi daha efdaldir.”[29]
Sohbet meclislerinde âyet-i kerimelerin zâhirî, derunî, irfanî ve hikemî boyutlarına dikkat çeken Râmîtenî’nin özellikle zikir âyetlerini gündemde tuttuğu görülmektedir. Bu çerçevede, Bedredin Meydânî bir gün kendisine, “‘Allah(cc)’ı çok çok anın’[30] âyetiyle emredilen zikir, cehrî midir, yoksa hafî midir?” diye sorunca, Râmîtenî şu cevabı verir:
“Mübtediler için cehrî, müntehiler için hafîdir. Başlangıçta dille, nihayette gönülle yapılır.”[31]
Aynı şekilde kendisine; “Cehrî zikri hangi niyetle yapıyorsunuz?” diye sorulunca şöyle cevap vermiştir;
“Bütün âlimler, ölüm döşeğindeki insana kelime-i tevhidi telkin etmenin ve o kişinin yüksek sesle zikretmesinin caiz olduğunda müttefiktirler. Dervişlere göre, zaten her nefes son nefestir.”
Zikirde ihlâs ve samimiyetin gereğini dile getiren sözlerinden biri de şu şekildedir: “‘Güzel sözler O’na yükselir’[32] âyetinin hükmünce, zikir kuşunun kanat açıp uçabilmesi için iki kanadı olması gerekir. Biri huzur, diğeri ihlâstır.”[33]
Zikir ve sohbetin erdiriciliği bir gerçektir. Ancak hem zikir hem de sohbetin ehli tarafından öngörülmesi esastır. Zikir ve sohbet mânevî hastalıklar için öngörülen bir reçete olduğuna göre, bu tür hastalıklardan kurtulmak isteyen kişiler de güvenilir bir tabipten ve en uygun olan reçeteyi alıp uygulamalıdır. Mânevî hastalıkların doktorları ise mürşid-i kâmillerdir.
Râmîtenî, konuyla ilgili olarak, halkın terbiyesiyle meşgul olan mürşid-i kâmillerin aslan eğiticisi gibi eğittiğinin kabiliyet ve zaaflarını iyi bilmesi gerektiğini, anlatırdı. Nasıl aslan eğiticisi, eğittiği hayvanın özelliklerini bilerek hareket ediyorsa, mürşid de öyle yapmalıdır. Değilse başarılı olmaz, derdi.[34]
Dolayısıyla verilecek zikrin miktarı ve mahiyeti de müridlerin karakter ve kabiliyetleri dikkate alınarak belirlenmelidir, derdi. Kuş bakıcısı nasıl her kuşun yiyeceği miktarı bilip ona göre yem veriyorsa mürşid konumundaki kişinin de müridlerin kabiliyetini bilip ona göre terbiye etmesi gerekmektedir.[35]
Hakk’a varmanın yolunun bir gönle girmekten geçtiğini düşünen Râmîtenî, bir sohbetlerinde;
“Müridin vuslatı için çok riyazet ve meşakkat gerekir. Vuslat için bir yol daha vardır ki, ruhu daha çabuk ve daha doğru erdiricidir. O da; ‘Kendini Allah(cc)’a vermiş bir gönle girmektir.’ Çünkü böylelerinin kalbi nazargâh-ı İlâhîdir. Böyleleri, insanları Hakk’a götüren Allah(cc) dostlarıdır. Onlara tevazu ve sevgi gösterip gönüllerine girmek gerekir.”[36]
Benzer şekilde, Ali Râmîtenî’ye nispet edilen risalede tasavvufî eğitimin on şartı/usûl-i aşere sayılırken nafile oruçlar, az yemek ve az uyumak da zikredilmiştir. Ancak başka bir rivayette Râmîtenî’nin: “Keşke riyazet ve mücâhede ehli yolun daha kısa olduğunu bilselerdi”[37] dediği nakledilir.
Bu sözlerinin bir yansıması olarak Ali Râmîtenî; “Dostumun gelmesine vasıta olan bu hayvandır.” diyerek dostundan önce binek hayvanının bakımı ve gıdasıyla meşgul olurdu.[38] Hatta Râmîtenî’nin; “İyi arkadaş, iyi işten daha önemlidir.”[39] dediği nakledilmektedir.
Bir hadis-i şeriften esinlenerek, “Mürşid ile sohbet, misk satan kişi ile sohbet etmek gibidir. Miskçi o kişiye sattığı miskten vermese bile dükkânın güzel kokusu ona siner.” diyen Ali Râmîtenî’ye göre mürid, önce şeyhini taklit ile işe başlar, sonra taklit hakikate dönüşür ve güzel sıfatlar müridde yerleşir.[40]
Mürşidin müridinin konumuna dikkat etmesi gerektiği gibi müridin de şeyhinin direktiflerine riayet etmesi, hazmedemeyeceği, kaldıramayacağı ve algılamayacağı hakikatleri bir anda şeyhinden talep etmeye kalkışmamalıdır.
Reşehât’ta bu durumun bir örneği olayı Râmîtenî’den ondaki mânevî kemâlâtı isteyen bir müridin dünyasını değiştirmesine neden olan bir olay şu şekilde anlatılmaktadır:
“Bir zaman Ali Râmîtenî’nin evinde iki üç gün yiyecek bir şey bulunmadı. Evdekiler açlık sebebiyle çok üzülüyorlardı. Gelen misafire de evde ikram edecek bir şey yoktu. O sırada Ali Râmîtenî’nin talebelerinden yiyecek satan bir genç, pirinç doldurulmuş bir horoz hediye getirdi. ‘Bu yemeği, sizin ve yakınlarınız için hazırladım. Eğer hediyemizi kabul buyurursanız, biz memnun edersiniz.’ diyerek yalvardı.
Böylesi bir zor anda gelen yemekten son derece hoşnut olup o talebesine iltifatlarda bulundu. Bu yemeği, misafirine ikram ederek ağırladı. Misafir gittikten sonra o müridini çağırtarak; ‘Getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir anımızda imdada yetişti. Sen de bizden her ne muradın var ise iste!’ dedi. Genç ise ‘Dünyada tek muradım, aynen sizin gibi olmaktır. Size benzemekten başka bir şey beni teselli etmez. Buna rağmen, siz nasıl arzu buyurursanız, ona razıyım efendim.’ dedi.
Bunun üzerine Râmîtenî; ‘Pekâlâ’ buyurup elinden tutarak beraberce hususî halvethanesine girdiler. Yüz yüze oturarak, o şahsa teveccüh etmeye başladı. O genç, bir müddet sonra zâhir ve bâtında Allah(cc)’ın izni ile Râmîtenî’nin derecelerine kavuştu. Fakat aşktan sarhoş olup kendinden geçti. Öylece kırk gün daha yaşayıp vefat etti.”[41]
Kişinin iman, amel, ilim, irfan, ahlâk ve mânevî mertebeler bakımından kendisinden yüksek kişileri örnek almasını, öncü şahsiyetlerinin seçkin hasletlerine bürünmeyi, modelleme yoluyla bayağı tutkulardan kurtulmayı öngören Râmîtenî örneğinde Hâcegân şeyhleri; “Hocalar/din âlimleri bizim efendilerimizdir.” diyerek ulemaya büyük bir saygı göstermişlerdir.
Ali Râmîtenî’nin meclisinde âlimlerden birisi onu övercesine; “Siz özsünüz, biz ise kabuk.” deyince, Râmîtenî; “Öz, kabuğun himaye ve koruması altındadır.” diye cevap vermiştir. Onun bu sözünü açıklayan Muhammed Erzengî ceviz kabuğunun şeriata, içinin de tarikata benzediğini, kabuk olmazsa ceviz içinin çürüyüp zayi olacağını ifade etmiş, ayrıca öz, kabuğa muhtaç olduğu gibi tarikat ehli insanların da şeriat ehli âlimlere muhtaç olduğunu söylemiştir.[42]
Kerâmetleri ve Nasihatleri
Sohbetleri, tasarruf gücü, himmet ve heybeti ile dikkat çeken Râmîtenî’ye ait pek çok keramet rivayet edilmektedir. Örneğin, Râmîtenî Harizm’de pazarın kurulduğu gün akşam saatlerinde iplikçiler pazarına gider, kimsenin beğenip almadığı iplikleri değeri üzerinden satın alır ve evine getirirdi. O, bir köşede ibadetle meşgul olurken iplikler kendiliğinden dokunur ve kumaş hâline gelirdi.
Bu işi gayb erenleri, Müslüman cinler ya da meleklerin yaptığı kabul edilmekleydi. Râmîtenî bu kumaşları satıp elde ettiği kârı üçe böler, âlimlere, fakirlere ve kendi ailesine sarf ederdi.[43]
Bir başka rivayete göre de Hâcegân tarikatından Ali Râmîtenî ile Yeseviyyeden Seyyid Ata arasında önceleri bir soğukluk vardı. Seyyid Ata, Râmîtenî’ye karşı âdâba muhâlif bir davranış sergilemiş, sonra Deşt-i Kıpçak tarafından gelen bir grup Seyyid Ata’nın oğlunu hapsederek götürmüştü.
Bunun üzerine Seyyid Ata bir ziyafet vererek Râmîtenî’yi de çağırdı. Zira başına gelen bu musibetin ona karşı saygısızlığı sebebiyle meydana geldiğini düşünüyordu. Râmîtenî Seyyid Ata’nın çocuğu gelmeden yemek yemeyeceğini söyledi, o anda Râmîtenî’nin kerameti ile çocuk kapıdan içeri girdi.[44]
Râmîtenî’nin hayatı ve düşünce dünyasına ait tespitlerimizi, onun Allah(cc) katında sevgili kul olabilmenin on şartını sıralayarak özetleyebiliriz:
- Temiz olmak: Temizlik de iki kısma ayrılır:
– Zâhirî temizlik: Dış görünüşün temiz olmasıdır. Bu, bütün insanların dikkat edeceği hususlardandır. Giyecek, yiyecek, içecek ve kullanılacak bütün eşyaların temiz olmasıdır.
– Bâtın temizliği: Kalbin iyi huylarla dolu olmasıdır. Haset etmemek, başkaları hakkında kötülük düşünmemek, Allah(cc)’ın düşmanlarından nefret etmek, dostlarına da muhabbet etmek gibi Allah(cc)’ın beğeneceği iyi huylardır.
Kalp, Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhıdır. Bu sebeple kalbe dünya sevgisi doldurmamalıdır. Haram olan yiyeceklerle beslenmemelidir. Gönül temiz olmazsa ibadetlerin lezzeti alınamaz, marifete ve ilâhî bilgilere kavuşulamaz. - Dilin temizliğidir. Dilin münasebetsiz ve uygun olmayan sözleri söylemeyip susması, Kur’ân-ı Kerim okuması, emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münkerde bulunması, Allah(cc)’ın emirlerini yapmayı ve yasaklarından kaçınmayı bildirmesi, ilim öğrenmesi dilin temizliğinin göstergesidir.
- Mümkün olduğu kadar insanlardan uzak durmaya çalışmak: Böylece göz, haramlara bakmamış olur. Zira kalp, göze tâbîdir. Her harama bakış, kalp aynasını karartır.
- Oruç tutmak: İnsan oruç tutmak suretiyle meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş olur. Kişi oruç tutarak gönlünü huzura kavuşturmalı ve şeytanın yolunu kapatıp siper hâsıl etmelidir.
- Allah(cc)’ı hatırlamak ve ismini çok söylemek: En faziletli olan zikir “Lâ ilâhe illallah”tır. “Lâ ilâhe illallah” diyen kimse ihlâs sahibi olur. İhlâs; bütün işlerini Allah(cc)’ın rızası için yapmak, dünyaya ait mal ve makamlardan hevesini kesip ahireti istemektir. İhlâslı kimse; “İlâhî! Benim maksudum sensin, seni istiyorum.” der. Dolayısıyla kişi, nefsin arzu ve isteklerinden kurtulmak için devamlı zikretmelidir.
- Havâtırı fark etmek: Havâtır, yani insanın kalbine gelen düşünceler dört kısımdır. Bunlar; rahmânî, melekî, şeytânî, nefsânîdir.
Havâtır-ı rahmânî; gafletten uyanmak ve kötü yoldan doğru yola kavuşmaktır. Havâtır-ı melekî; ibadet ve taate rağbet etmektir Havâtır-ı şeytânî; günahı süslemektir. Havâtır-ı nefsânî; dünyayı talep etmektir. Şeytânî ve nefsânî düşüncelerden kurtulmak gerekmektedir. - Allah(cc)’ın hükmüne rıza göstermek ve iradesine teslim olmak: Havf ve recâ/korku ve ümit arasında yaşamak esastır. Zira Allah(cc)’tan korkan kimse, günah işlemekten utanır. Ayrıca mümin ümitsizliğe de düşmez. Zaten Allah(cc) da ümitsizliğe düşmemeyi emretmektedir.
- Sâlihlerle sohbeti tercih etmek: Sâlihlerle sohbet edildiği takdirde, günahlara perde çekilir, haramlar gözüne kötü görünür.
- İyi ve güzel hasletlerle bezenmek: Bu da her şeyi yaratan Allah(cc)’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktır.
- Helâl ve temiz lokma yemek: Hakk’ın farzlarından biri olarak bu esasa âyet-i kerimede şu şekilde dikkat çekilmektedir: “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yeyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.”[45]
Nebevî bir ifadeyle ibadetler on cüz olup dokuzu helâli talep etmektir. Dolayısıyla geriye kalan bütün ibadetler bir cüzdür. Helâl yemeyen kimse, Allah(cc)’a itaat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl yiyen kimse de Allah(cc)’a isyankâr olamaz. Helâl ve temiz yer, asla israf etmez.[46]
Kaynaklar:
[1] Sem’ânî, el-Ensâb, c. III, s. 30.
[2] Harîrî-zâde, Tibyân, c. II, vr. 273a.
[3] Süleyman Uludağ, “Ali Râmitenî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1989, c. II, s. 436.
[4] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 59-60; Yılmaz, Altın Silsile, s. 97.
[5] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 60-61; Yılmaz, Altın Silsile, s. 97-98.
[6] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 61.
[7] Aynı yer.
[8] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 61; Harîrî-zâde, Tibyân, c. III, vr. 201a.
[9] Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 61.
[10] Kufralı, Nakşbendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, s. 46; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 62.
[11] Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 61.
[12] Yılmaz, Altın Silsile, s. 96.
[13] Yılmaz, Altın Silsile, s. 96; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 61.
[14] Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 525.
[15] Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 525; Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 55.
[16] A’râf, 7/172.
[17] Gafir, 40/16.
[18] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 57; Yılmaz, Altın Silsile, s. 101.
[19] Tahrim, 66/9.
[20] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 55.
[21] Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 62.
[22] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 55; Yılmaz, Altın Silsile, s. 100.
[23] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 55.
[24] Aynı eser, s. 57.
[25] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 55.
[26] Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 526; Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 56.
[27] Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 62.
[28] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 54.
[29] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 54; Yılmaz, Altın Silsile, s. 99.
[30] Ahzâb, 33/41.
[31] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 55.
[32] Fâtır, 35/10.
[33] Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 62.
[34] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 56; Yılmaz, Altın Silsile, s. 100.
[35] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 56; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 306.
[36] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 56; Yılmaz, Altın Silsile, s. 101.
[37] Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 332.
[38] Aynı eser, s. 324.
[39] Aynı eser, s. 322.
[40] Aynı eser, s. 322.
[41] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 59.
[42] Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 339.
[43] Aynı eser, s. 61.
[44] Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 58; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 380.
[45] Bakara, 2/168.
[46] Komisyon, Evliyâlar Ansiklopedisi, c. III, s. 148.

Önceki Halka
Mahmûd Encîrfağnevî (ks)
