
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (ks)
30
Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (ks)
Tam adı Ebu’l-Baha Ziyaüddin Halid b. Ahmed eş-Şehrezurî olmakla birlikte Bağdat’ta uzun yıllar irşâd görevinde bulunduğu için Halid el-Bağdâdî diye meşhurdur. Halid el-Bağdadî, 1193/1779’da Irak’ın kuzeyindeki Süleymaniye kentinin Karadağ beldesinde doğdu.[1]
Babası memleketinde “Şeşangost” (Altıparmak) lakabıyla bilinen Pir Mikâil adıyla maruf Kadirî tarikatına müntesip bir zâttı. Annesi de bölgede tanınmış bir ailedendi.[2] Soyunun baba tarafından Hz. Osman(ra)’a, anne tarafından ise Hz. Ali(ra)’ye dayandığı kaydedilmektedir.[3]
O, itikadda Eş’arî ve fıkıhta Şafiî mezhebindendi. Bağdadî, Karadağ’da başladığı ilim tahsiline Bağdat’ta devam etti. O, sözü edilen yerlerde Abdülkerim Berzencî (ö.1213/1799), Abdurrahim Berzencî (ö.1215/1800), İbrahim Beyarî, Abdurrahim Zeyarî, Muhammed Kâsım es-Senendecî (ö.1234/1818), Abdullah Hırpanî (ö.1254/1838) gibi meşhur zâtlardan dilbilgisi, tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve hendese gibi pek çok alana ait eserleri okuyarak icazet aldı.
Abdulkerim Berzencî’nin 1213/1799’da vefatıyla birlikte onun Süleymaniye’deki müderrislik görevi Hâlid el-Bağdâdî’ye teklif edildi. O, önce bu teklife itiraz etmesine rağmen aradaki hatırlı kişileri kıramayarak görevi kabul etti. Burada yaklaşık yedi yıl görev yapan Bağdadî, 1205/1805’te Musul, Halep, Urfa ve Şam’a geçip buradan hacca gitti. Medine’de Hz. Peygamber(sav)’in huzuruna gelince hissettiklerini şiirleştirdi. Bu şiirinin ilk iki beyti şöyledir:
“Bured gül reşk ez tuy-i Muhammed
Huyeş hûn guşte ez huy-i Muhammed
Siperşod pîş peykani gam an ku
Nazar dâred ber ebru-yi Muhammed”
“Gül, Hz. Muhammed(sav)’in simasına gıpta eder. Onun teri Peygamberimizin güzel huyları yüzünden kana dönmüştür. Hz. Muhammed(sav)’in kaşlarına nazar eden kimse keder oklarına siper oldu.”[4]
Hac esnasında yaşadığı çeşitli mânevî tecrübelerden sonra manevî açıdan kendini geliştirmek isteyen Halid el-Bağdadî tasavvufî bir harekete intisap etmek istedi. Bu düşünce içinde arayış hâlindeyken tecrübe ettiği bazı olaylar şöyle anlatılır:
“Medine’de bulunduğum bir gün hacılar arasında dolaşırken birden istikamet ve riyazet sahibi olduğu anlaşılan Yemenli âlim ve âmil bir zâtla karşılaştım. Sıradan bir insanın âlim bir zâttan nasihat istemesi gibi bir tavır takınarak kendisinden nasihat talep ettim.
Pek çok nasihatlarda bulundu ve bana: “Mekke’de bulunduğun sürece şeriata ters bile olsa gördüğün hiçbir harekete karşı çıkma.” dedi ve gitti. Hacılarla Medine’den Mekke’ye ulaştım. Yemenli zâtın nasihatlarını daima hatırlamaya gayret ediyordum.
Bir Cuma günü mescide ilk gelene vâdedilenden deve kurbanı ecrine nâil olmak için Mescid-i Haram’a erken geldim. Kâbe’ye karşı oturup Delâil-i Şerif okumaya başladım.
Bu arada siyah sakallı, sıradan biri gibi giyinmiş bir adamın geldiğini ve sırtını Kabe’nin duvarına dayayıp yüzünü bana çevirdiğini gördüm. İçimden “Bu adam Kabe’ye karşı edep dışı davranıyor.” diye düşündüm. Fakat o zâta bir şey söyleyemedim.
Bu sırada o bana hitaben: “Bilmez misin Allah katında mümin olan bir kimseye saygı ve hürmet Kâbe’ye hürmetten daha büyük ve önemlidir. Yüzümü sana dönmeme niçin itiraz ediyorsun? Medine’de sana yapılan nasihatı ne çabuk unuttun.” dedi.
Bunun üzerine onun büyük bir velî olduğunu anladım. Hemen ellerine kapanıp ondan özür dileyerek beni irşad etmesini istedim. O da “senin irşadın bu diyarda değildir” deyip eliyle Hindistan tarafını işaret etti. “İşaretler sana bu yönden gelecek ve irşadın orada olacaktır.” diyerek sözünü tamamladı.
Bu hadiseler vuku bulunca beni maksuduma ulaştıracak mürşidi Mekke ve Medine’de bulmaktan ümidimi kestim ve haccın menâsikini tamamlayıp Şam’a döndüm.”[5]
Hâlid el-Bağdâdî, Süleymaniye’ye geldikten bir müddet sonra içindeki tasavvufî terbiye arzusu arttı. Bu sırada Abdullah Dihlevî’nin (1156-1240/1743-1824) Hindistanlı müridlerinden biri olan Mirza Rahimullah Azimabadî’yle (ö.1260/1844) Halid el-Bağdadî’ye ziyaretine gelmesi için haber gönderdiği kaydedilmektedir.
Delhi’ye varmak için İran ve sonra Afganistan’a gitti. Türkistan ve Horasan bölgesinde kendisine Delhi’ye gitmemesi yönünde telkinler olduğunu ve bu sözlere kanmayarak yola devam ettiğini Dîvân’ında şöyle açıklar:
“Turanlılar ile Horasanlılar beni çok kınadılar. Eğer Müslümansan küfür diyarına gitmeyi nasıl benimsedin dediler. Onlar Dihle’de küfür karanlığı var dediler. Ben de içimde dedim ki, eğer hayat suyunu aramaktaysan mutlaka karanlığa gitmelisin… Ey nefsin süslü hilelerinden ve Şeytanın aldatmalarından kurtulmak isteyen kişi! Sen can u gönülden Abdullah Şah’ın kölesi ol.”[6]
Buradan Delhi’ye geçen Hâlid el-Bağdadî orada yaşayan Abdullah Dihlevî Efendiye ulaştı ve ona intisap etti. Onun Delhi’ye gelişi yaklaşık olarak 1225/1810 tarihine tekabül etmektedir.[7]
Bağdadî, Abdullah Dihlevî’nin gözetiminde yaklaşık 6 veya 11 ay südürdüğü seyr ü sülûktan sonra ondan hem Nakşbendiyye-Müceddidiyye’den hem de Kadiriyye, Sühreverdiyye ve Çiştiyye tarikatlarından icazet aldı. Bağdadî, şeyhi Abdullah Dihlevî’ye minnet duygusunu bir şiirinde şöyle ifade etmektedir:[8]
“Erdirdi beni gayelerin yücesine
Kasdım ulaşmak mürşidin değerlisine
Aydınlatana ufku karardıktan sonra
Çekene bataktan hidayet caddesine
O Şah Gulam Ali’dir şânı büyük kişi
Can verirdi çürük kemiğe bak işine”
Daha sonra şeyhinin pek çok iltifatına mazhar olan Bağdâdî’ye irşad faaliyetlerini yürütmek üzere memleketine dönmesi emredildi. İlk etapta bu duruma memleketindeki Bercencî ve Haydarî etkisini gerekçe göstererek affını istese de şeyhi orada başarılı olabilecek donanımın kendisinde olduğu belirtilerek ikna edildi.
Dönüş yolcuğunda Şiî âlimleriyle şiddetli tartışmalara girişti. Bu sebeple yolculuğu zor oldu. Önce Süleymaniye’ye gelip irşad faaliyetlerine başlayan Bağdadî’nin müridlerinin hızla artması ve pek çok kesimde etkili olması buradaki bazı Kâdirî mensuplarını rahatsız etti.
Said Paşa’nın ona yakınlığına binaen 1226/1811’de Bağdat’a gelip yerleşti ve burada Abdulkadir Geylanî’nin zaviyesi kendisine tahsis edildi. Ancak Süleymaniye’de kendisinden rahatsız olan kişiler Hâlid-i Bağdâdî’yi dindışı olarak değerlendirdikleri çeşitli ithamlarla valiye şikâyet ettiler.
Ona atfettikleri bazı görüşlere reddiye olarak yazılan Tahrîru’l-hitab fî’r-red alâ Halidi’l-kezzâb adlı risaleyi Said Paşa’ya gönderdiler. Fakat Bağdâdî’yi çok iyi tanıyan ve ona saygı duyan vali Said Paşa bu şikâyetlerin haksız olduğunu ifade ederek Hille müftüsü Muhammed Emin Efendiye (ö.1232/1816) onların iddialarını reddeden Kavlu’s-sevab bi-reddi mâ sümmiye bi-tahrîri’l-hitab adlı bir risale yazdırdı.
Hâlid el-Bağdâdî’nin Şam’a gönderdiği halifesi Ahmed Kâtip Erbilî burada oldukça kabul gördü. Müridi olan Şam müftüsü Hüseyin el-Muradî onu buraya davet etti. Söz konusu davete icabetle Şam’a gelen Bağdâdî, burada pek çok müridin ve talebenin yetişmesini sağladı. Bunlardan biri de İbn Abidin diye meşhur olan fakih Muhammed Emin b. Ömer (1198-1252/1784-1836)’dir.
El-Bağdâdî Şam’da İsmail Gazzî’nin kızı Ayşe Hanımla evlendi. Hâlid el-Bağdâdî, bu eşinden ayrı iki evlilik daha yaptı. Hanımlarından ikisi kendi vefatından kısa bir müddet geçince, üçüncüsü olan Hatice Hanım ise sonra vefat ettiler. Onun bu hanımlarından dört oğlu oldu. Bunlar Şihabüddin, Bahaüddin, Abdurrahman ve Necmüddin’dir. Oğullarının üçü (Şihabüddin, Bahaüddin ve Abdurrahman) kendisinden önce vefat ettiler. Necmüddin ise kendisinden sonra vefat etti.
Veba salgını neticesinde 14 Zilkade 1242/9 Haziran 1827’de Şam’da vefat etti. Vasiyeti üzere kefenleme ve cenaze işlerini İsmail Enaranî, Muhammed Nasih, Abdulfettah Akrî ve Muhammed Sâlih yaptılar. Şam Emeviyye Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından şehre yakın bir tepeye defnedildi.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri (ks)
- Dîvân: Farsça, Arapça ve Kürtçe şiirlerden oluşan bir eserdir.
- Caliyetü’l-ekdâr ve’s-seyfü’l-beytâr: Bedir harbine katılan sahâbilerin isimlerini ve Allah(cc)’ın esmâ-i hüsnâsının açıklamalarını içeren bir eserdir.
- Risale fî’t-tarîk: Bu eserde tarikat âdâb ve erkânından bahsedilmektedir. Eser Türkçeye de çevrilerek basılmıştır.
- Risale fî’r-râbıta: Rabıtaya karşı çıkanlara bir cevap mahiyetinde kaleme alınmış bir eserdir.
- Risale fî adâbi’z-zikr: Bu eserde zikir âdâbından ve onun yapılış usûllerinden bahsedilmektedir.
- Mektûbât: Hâlid el-Bağdâdî’nin çeşitli kesimlerden kişilere yazdığı mektupların toplandığı bir eserdir.
- Şerhu hadis-i Cibril: Cibril hadisinin kelâm, fıkıh ve tasavvuf açısından açıklandığı bir eserdir. İçeriğine bakıldığında Hâlid el-Bağdâdî’nin müderrislik döneminde yazdığı bir eser olduğu söylenebilir.
- Haşiye alâ Cem’i’l-fevâid: Muhammed b. Süleyman el-Mağribî’nin yazdığı Cem’ü’l-fevâid adlı hadis kitabına haşiyedir.
- Ikdü’l-cevherî fî’l-fark beyne kesbeyi’l-Maturidî ve’l-Eş’arî: Kelâmî içerikli bir eserdir. Kesb, husun ve kubuh gibi konular eserde açıklanmaktadır.
- Haşiyetü’s-Siyalkutî: Bu eser Siyalkutî’nin eserine gramer açısından yapılmış haşiyedir. Bu eserine kelâmî açıdan bir de Talikat alâ haşiyeti’s-Siyalkutî adıyla talikat yazmıştır.
Hâlid el-Bağdâdî pek çok mürid ve talebe yetiştirerek hem zâhir hem de mâneviyat açısından geniş bir kesim üzerinde etkili oldu. Birçok halife yetiştirerek bunları irşad vazifesiyle çeşitli bölgelere gönderdi.
Onun üç yüzün üzerinde halifesi olduğu kaydedilmektedir. Abdurrahman Memiş, Hâlid el-Bağdâdî ve Anadolu’da Hâlidîlik adlı eserinde çeşitli kaynaklardan yararlanarak Bağdâdî’nin 91 halifesinin ismini vermektedir. Bunların isimleri şöyledir:[9]
- Musa el-Cuburî (ö.1246/1831)
- İsmal Enaranî (ö.1242/1826
- Abdullah Heratî
- Abdulfettah el-Akrî (ö.1281/1864)
- Muhammed Kutsi Bozkırî (ö.1269/1852)
- Abdullah Şemdinî (1228/1813)
- İsmail Şirvanî (1270/1863)
- Abdullah Mekkî
- Ahmed Eğribozî (ö.1250/1835)
- Muhammed Hâfız er-Ruhavî
- Ahmed el-Berzencî
- Muhammed Cedid el-Bağdadî
- Abdurrahman el-Akrî
- Muhammed eş-Şehrezurî
- Mustafa b. Celâleddin
- Abdurrahman el-Cîlî
- Muhammed Nasih
- Abdulkadir Dimlanî
- Abbs el-Kubî
- Abdulkadir el-Berzencî
- Esad el-Erbilî
- İsmail el-Berzencî
- Ebu Bekr el-Bağdadî
- Hasan Kozanî
- Abdulgafur el-Kerkükî
- Muhammed Meczub el-İmadî
- Muhammed el-Hânî (1279/1862)
- Halid el-Cezerî (ö.1255/1839)
- Taha el-Hakkarî (ö.1269/1852)
- Muhammed Hatib el-Erbilî
- İsmail el-Basrî
- Yûsuf İslâmbolî
- Feyzullah Erzurumî
- Muhammed el-Firakî (ö.1282/1865)
- Tahir el-Akrî
- Maruf et-Tıkritî
- Musa el-Berzencî
- Hasan Kudsî
- Hüseyin Vaiz Malatyavî
- Ahmed el-Halebî
- Salih ed-Dımeşkî
- Ahmed el-Bekr
- Ahmed el-Bekâî
- Ahmed b. Süleyman et-Trablusî
- Ahmed et-Tevezklî
- Hüseyin b. Ahmed ed-Düserî
- Abdurrahman el-Hamevî
- Ahmed ez-Zemelkanî
- Abdurrahman er-Ruzbehanî (ö.1270/1853)
- Ahmed el-Kürdî
- Siracüddin Osman et-Tavilî (ö.1238/1822)
- Ahmed Siyahî Kastamonî (ö.1294/1874)
- Muhammed b. Süleyman el-Bağdadî
- Muhammed Âşık
- Halid el-Medenî
- Ubeydullah Hayderî
- Abdulgafur el-Müşahidî (ö.1273/1855)
- Abdullah Ferdî
- Abdullah el-Herevî
- İsmail Efendi
- Muhammed Halid es-Safedî
- Ahmed Cafer
- Ali el-Huzurî
- Muhammed eş-Şamî
- Ömer el-Escî
- Said el-Hamevî
- Ahmed Ulvan el-Hamevî
- Ahmed Hâfız
- Ahmed el-Hânî
- Muhammed Esad Sahib-zâde
- İsa el-Kürdî
- Muhammed Salih es-Süleymanî
- Şeyh Ömer
- İsmail Zelzevî
- İsmail el-Gazzî
- Abdulvehhab es-Susî
- Molla Muhammed
- Mahmud el-Osmanî
- Fevzi Molla
- Abdullah Hayderî
- Abdullatif el-Berzencî
- Abdurrahman el-Ikdî
- İsmail Aznevî
- Tahir el-İmadî
- Muhammed Tahir Mevsılî
- Şeyh Sûfî
- Şeyh Mureddin
- İsmail el-Basrî
- İsmail Kürdanî
- Abdulbakî İmadî
- Ali es-Sebtî
Yukarıdaki isimleri sıralanan halifelerin kendi etraflarında oluşturdukları mürid halkalarının genişliğine bakıldığı zaman Hâlid el-Bağdâdî’nin Nakşbendiyyenin pek çok bölgeye yayılmasını sağladığı görülmektedir.
Onun 16 yıllık irşad görevi esnasında bu kadar kitleye hitab etmeyi başarması oldukça dikkat çekicidir. Bu kadar geniş çevreye hitab etmesinde onun hem müderris hem de sûfî olmasının da etkili olduğu söylenebilir.
Nitekim bugün Anadolu’da Nakşbendîlik; istisnaları olmakla birlikte genellikle Hâlidî koldan temsil edilmektedir. Hâlid el-Bağdâdî’nin halifelerinin etnik kökenlerinin çeşitliliği de ayrıca dikkat çeken bir husustur. Onun şahsında tasavvufun birleştirici anlayışının yansıtıldığını ifade edebiliriz.
Nakşbendî-Müceddidî silsileden gelen şeyhler tarikat âdâbına oldukça önem vermektedirler. Onlar eserlerinde ve sohbetlerinde bu konudaki görüşlerini ortaya koyup pîrlerinin belirledikleri âdâba uyulmasını tarikatın şartları arasında saymaktadırlar.[10]
Hâlid el-Bağdâdî’ye göre tarikatta uyulması gereken edeplerin en önemlileri şunlardır:
Kuran-ı Kerim’in hükümlerine ve sünnet-i seniyyeye yapışmak, çirkin-kötü bidatlardan sakınmak, zorlukta ve darlıkta sabırlı olmak, bolluk ve sevinç anlarında şükretmek, azimeti tercih edip mecbur kalmadıkça ruhsatlara sarılmaktan sakınmak, kalbe gelen havâtıra itibar etmemek, kalbi dış bağlardan arındırarak onun gerçek sevgiliden başkasıyla ilgisini kesmek, ehl-i sünnet âlimleri tarafından kesin delil olarak kabul edilmeyen vakıalara (rüyalara) ve ilhamlara tam olarak itimat etmemektir.[11]
Bağdâdî, tasavvufî terbiyenin mutlaka ehliyetli olandan alınması gerektiğini belirtmektedir. Ona göre her işin istismarcıları olduğu gibi bu yolda da kendisini şeyh olarak takdim eden ehliyetsiz ve sahte tiplerin var olduğuna dikkat çekmektedir. Dolayısıyla gerçek ve ehliyetli bir mürşid-i kâmil bulmadan bu yola girilmemelidir.
Gerçek/sahih bir şeyhte bulunması gereken özelliklere dikkat çeken Bağdadî bunları şöyle açıklamaktadır:
Kur’an-ı Kerim’e ve sünnet-i seniyyeye bağlı olan ve buna etrafındakileri teşvik eden, bidatlardan sakındıran, seleflerinin yolunu takip eden, gönlünü dünyevî şeylere kaptırmayan, dinini yaşamada hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmayan, insanları Allah(cc)’a kulluğa sevkeden ve O’nu sevdiren, iyiliği emredip kötülükten sakındıran, güzel niyet ve ihlâsla etrafındakileri gaflet uykusundan uyandıran, Allah(cc)’ın yardımıyla müridlerinin kalplerine ilâhî aşk ve cezbeyi ilka edendir.
Bunların dışında suda yürümek, havada uçmak ve gaipten bir şeyler söylemek gibi kevnî keramet olarak değerlendirilen olaylar şeyhlik için şart değildir. Çünkü bu özellikler Allah(cc)’ın yarattığı pek çok varlığa ihsan ettiği sıradan âdetlerdir.
Mürşidler müridlerini böyle şeylere itibar etmekten men etmelidirler. Eğer mürşidde keramet aramak gerekirse onun en güzeli istikamet üzere olmasına bakılmalıdır. Ona göre yukarıda sıralanan vasıflara sahip olan gerçek mürşid sayısı – kendi yaşadığı dönemde – oldukça azdır.[12]
Râbıta; müridin seyr u sülûkta vuslata ermesini hızlandıran esaslardan biridir. Kur’an-ı Kerim’e ve sünnete sarılmaktan sonra Allah(cc)’a ulaşmanın en büyük sebebi olarak râbıtayı takdim etmektedir.[13]
Râbıta, fenâ fî’llahın başlangıcı olan fenâ fî’ş-şeyhe giden yolların en kısası ve hedefe en hızlı ulaştıranı olarak kabul edilmektedir. O bu görüşünü “Ey iman edenler! Allah’tan korkun (ittika edin) ve sâdıklarla beraber olun.”[14] âyetine dayandırmaktadır. Ona göre bu âyet-i kerimedeki “Sâdıklarla beraber olun.” emri mürşidle zâhirî ve mânevî beraberliği gerektirir. Çünkü manen sâdıklarla beraberlik râbıtadır.
Müridin hâlini örnek olarak kabul ettiği şeyhini düşünmesi onun edep ve terbiyesini muhafaza etmesini sağlar. Dahası râbıta sayesinde mürid kötü huy ve çirkin hâllerden uzaklaşır. Dolayısıyla söz konusu yönüyle râbıta güzel ahlâkı elde etme ve onunla yaşamanın önemli bir vesilesidir.[15]
Bağdâdî, şeyhe yapılan râbıtayı (râbıta-i şeyh) önemle vurgulamaktadır. Müridlerine feyizlerini artırmak ve mânevî seyrde ilerleyişlerini hızlandırmak için râbıta yapmalarını telkin etmektedir. Özellikle onun “şeyhin suretinin müridin iki kaşı arasında tasavvur edilmesi” şeklinde tanımlanan râbıta yaklaşımı dikkat çekmektedir. Çünkü o, insandaki iki kaşın arasını hayal hazinesi ve feyiz kaynağı olarak değerlendirmektedir.
Ona göre mürid, mürşidinin iki kaşı arasına odaklanarak ondaki suretin ötesine geçip onun ruhanî yüzüne bakar. Mürşidinin ruhaniyetini hayal hazinesine dâhil ve kendinde hazır hissederek ondaki feyzin kalbine akışını sağlayıp seyr-i ila’llaha ulaşma bakımından önemli bir mesafe alınmış olur. Dolayısıyla râbıta seyr-i ila’llah için bir vesiledir. Nitekim âyet-i kerimede buna işaretle şöyle buyrulmaktadır:[16]
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 5/35)
Bağdâdî’ye göre buradaki “vesile arayın” emri râbıtayı da kapsamaktadır. Râbıtadan ve onun sağladığı faydalardan habersiz olanların yaptıkları bazı değerlendirmeler ve görüşler gerçeği yansıtmamaktadır.[17]
Bağdâdî, râbıtanın Hz. Peygamber(sav)’in müşahede edilmesine bir vesile olduğuna dikkat çekmektedir. Mürid, Hz. Peygamber(sav)’in yaşantısını insibağ ve istihlak yöntemiyle nesilden nesile ulaştıran mürşid-i kâmillerde fenâ hâlini elde etmesi onu Resûlullah(sav)’ta fenâya ve sonunda da Allah(cc)’ta fenâ hâline götürür. Allah(cc) âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:
De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Al-i İmrân, 3/31)
Bu âyet-i kerimedeki ifade edilen itaatle râbıtanın Hz. Peygamber(sav)’e ve Allah(cc)’a ulaşmada vesile olduğuna işaret edilmektedir. Çünkü ittiba görmeyi veya tahayyül etmeyi gerektirmektedir.
Ancak râbıtada vesile kılınan mürşid-i kâmillerin bizzat maksud olarak kabul edilmesi ve vasıtaya takılıp kalınması doğru değildir. Yapılan her türlü amelden gaye Allah(cc)’a ulaşmaktır. Söz konusu bu ayrım çok önemli olup râbıtaya itiraz edenlerin fark edemediği bir husustur.[18]
Bağdâdî, Hz. Yûsuf (a.s)’un kendisini günaha sevk etmek isteyen hanım karşısındaki durumunu anlatan:
“Andolsun, kadın onu arzu etmişti, eğer Rabbinin doğruyu gösteren delilini (burhanı) görmeseydi o da onu arzu etmişti. Böylece biz kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik. Çünkü o, ihlâsa erdirilmiş (temiz) kullarımızdandır.” (Yûsuf, 12/24)
Bu âyet-i kerimede zikredilen “burhan”la ruhanî tasarruf ve imdada işaret edildiğini belirtmektedir. O, müfessirlerden önemli bir kısmının da yukarıdaki âyet-i kerimeyi kendisi gibi yorumladığını ifade etmektedir.
Hz. Yûsuf(a.s)’a gösterilen bu mânevî burhanın Hz. Yakub(a.s) vasıtasıyla gerçekleştiği kaydedilmektedir. Çünkü iki şahsın uykuda veya uyanıkken bir arada bulunmalarına onların arasındaki birleştirici mânevî bağ sebep olmaktadır. Söz konusu bu bağın beş boyutu vardır: Zâtta ortaklık, sıfatlarda ortaklık, hâllerde ortaklık, fiillerde ortaklık ve mertebelerde ortaklık
Hz. Peygamber(sav)’in suret ve sîretini arzu edenler de aynı gayeyle bunu yapmaktadırlar.[19] Dolayısıyla suret ve sîret açısından bir birliktelik meydana gelmektedir.
Tasavvufî terbiye kişinin vukûf-i kalbîyi elde etmesini amaçlamaktadır. Bununla kastedilen kalbi meşgul eden maverâdan (Allah(cc)’ın dışındaki bütün alâkalardan) arındırılıp çeşitli düşünce ve vesveselerden kurtularak bütünüyle Allah(cc)’a yönelmektir. Ancak söz konusu gayeye ulaşmak için kalbe murakabe etmek gerekmektedir. Kısaca ifade etmek gerekirse sûfînin ulaştığı vukuf-i kalbî onun her anını Allah(cc)’ın zikriyle donatmalıdır.[20]
Bağdâdî’ye göre gerçek şeyh müridlerinin hâllerine vâkıf olmalıdır. Onları kötülüklere ve dedikoduya daldırmamalı veya bu tür durumlara vesile olacak uygulamalarına dikkat etmelidir.
Müridlerinin veya etrafındaki bazı insanların gıybete düşmelerini önlemek adına Hâlid Bağdâdî’nin kaynaklarda zikredilen bir menkıbesi dikkate değerdir:
O, âdeti olduğu üzere tütün içmekteydi. Onun bu alışkanlığı ziyaretine gelen ve ilmine saygı duyan bazı zevât tarafından garip karşılanarak kınanmaktaydı. Bu durum kendisine aktarılınca hemen bir yemek ziyafeti düzenleyip tütün içmesini dillerine dolayarak konuşanları da oraya davet etti.
Yemekten sonra tütünün helâl veya haramlığı konusunda müzakere ortamı oluşturdu. Orada bulunanları pek çok delile dayanarak tütünün kesin haramlardan biri olmadığına ikna ettikten sonra tütün tabakasını getirtti. Orada bulunanların gözü önünde tabakayı kırıp ayağının altında ezerek şöyle dedi:
“Şimdi şeriatta tütünün yeri belli oldu. Şahit olunuz ki, şimdi ben onu iptal ediyor ve bâtıl sayıyorum. Bunu böyle yapmamın sebebi sizin tenkidinize saygı duymam ve sizin günaha düşmenizi istemememdir.” Bu olaydan sonra onun bir daha tütün içmediği belirtilmektedir.[21]
Kaynaklar:
[1] Halid el-Bağdadî’nin doğum tarihine ilişkin farklı rivayetler söz konusudur. Bu tarihlemelerden bir kısmı şöyledir. 1182/1768, 1186/1772, 1190/1776, 1191/1777, 1192/1778, 1197/1782. Bu konudaki tamamlayıcı bilgiler için bk. Abdurrahman Memiş, Halid-i Bağdadî ve Anadolu’da Halidîlik, Kitabevi, İstanbul 2000, s. 31.
[2] Hamid Algar, “Halid el-Bağdadî”, DİA, İstanbul 1997, c. 15, s. 283; Abdurrahman Memiş, Halid el-Bağdadî’nin babasının adını Hüseyin şeklinde kaydetmektedir (Memiş, Halid-i Bağdadî, s. 29). Ancak Hamid Algar, Hüseyin ismini dedesine atfederek babasını Ahmed şeklinde vermektedir.
[3] Hasan Şükrü, Şemsü’ş-şümûs, s. 62.
[4] Memiş, age, s. 46.
[5] Memiş, age, ss. 46-47.
[6] Sadreddin Yüksel, Mevlânâ Halid-i Bağdadî’nin Divanı ve Şeri, Sabah Gazatesi Kültür Yay., İstanbul 1977, ss. 26-27.
[7] Memiş, age, s. 52.
[8] Hani, el-Hadâiku’l-verdiyye, s. 907.
[9] Memiş, Halid-i Bağdadî, ss. 127-131.
[10] Halid Bağdadî tarikatta uyulması gereken edepleri bir risalesine konu olarak seçmiştir. Bk. Halid el-Bağdadî, Risale-i Hâlidiyye, haz.: Yakup Çiçek, Umran Yay., İstanbul 1987.
[11] Esad Sahib, Mektûbât-ı Mevlânâ Halid, s. 123, m.no: 5.
[12] Esad Sahib, Mektûbât-ı Mevlânâ Halid, ss. 124-125, m.no: 6.
[13] Halid Bağdâdî, Risâletu’r-râbıta, (Reşahât kenarında), yy., ts., 222.
[14] Tevbe, 9/119.
[15] Esad Sahib, Mektûbât-ı Mevlânâ Halid, çev.: Dilaver Selvi, Kemâl Yıldız, Umran Yay., İstanbul 1993, ss. 115-116, m.no: 4.
[16] Bağdadî, Risale-i Hâlidiyye, s. 13.
[17] Aynı yer.
[18] Bağdadî, Risale-i Hâlidiyye, ss. 14-15; Bağdâdî, Risâletu’r-râbıta, s. 222.
[19] Esad Sahib, Mektûbât-ı Mevlânâ Halid, s. 117, m.no: 4.
[20] Bağdadî, Risale-i Hâlidiyye, s. 45.
[21] Hani, el-Hadâiku’l-verdiyye, ss. 897-898.

Önceki Halka
Abdullah Dihlevî (ks)
