
İhramcızâde İsmâil Hakkı Toprak (ks)
38
Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.
İhramcızâde İsmâil Hakkı Toprak (ks)
İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak’ın babası Bidayet Mahkemesi başkâtipliği yapan Hüseyin Hüsnü, annesi ise Aişe hanımdır. Hüseyin Hüsnü Efendi, Aişe hanımın ikinci eşidir. Aişe hanımın birinci eşi Kolağası Abdulkadir Efendiden çocuğu olmamıştır.
Ailenin İhramcızâde lakabı İsmail Hakkı Efendinin dedesi Mehmed Efendiden kalmadır. Bu lakabın verilişi hakkında rivayetler muhtelif olmakla birlikte “ihram” denilen elbiseleri dikmekle iştigal etmelerinden dolayı soylarının bu isimle anılmış olması muhtemeldir. Hatta onun, Kâbe’nin örtüsünü diken ve Mısır’dan Sivas’a göç eden bir aileye mensub olduğu da kaydedilmektedir.
Soyunun nereye dayandığıyla alâkalı rivayetlerden bazılarına bakıldığında onun Arap kökenli bir aileden olduğu söylenebilir. Kendisi tarafından tevazusunun bir işareti olarak “Garibullah (غريب الله)” (Allah(cc)’ın muhtaç kulu) lakabı kullanılmaktaydı. Ancak sonraki dönemlerde İsmail Hakkı Efendinin “Gardaşlarım, o gün bugün el eleyiz. Sizler de Ashab-ı Resûlullah(sav)’ın sohbet faziletine nail olan kimselersiniz. Bize de ihsân olarak Resûlullah(sav)’a ve Allah(cc)’a kurbiyyet verildi.” Sözü işaret kabul edilerek bu kelime “Karibullâh (قريب الله)” (Allah(cc)’a yakın, Allah(cc) dostu) şeklinde kullanılmaktadır.
İsmail Hakkı Efendi nüfus kaydına göre 1296 R. (1880 M.) tarihinde Sivas’ta doğdu. Askerlik tezkeresinde doğum tarihi 1289 R. (1873 M.) şeklinde kaydedilmiştir. Ona İsmail Hakkı isminin verilmesi babasının yakın dostu olan Ulu Cami imamının adına nisbetledir.
İsmail Hakkı Efendi, babasının adliye başkâtipliği görevi sebebiyle yedi yaşına kadar sıbyan mektebini Zara ilçesinde okudu. 10 yaşına geldiğinde Sivas’ta askerî rüşdiyeye kaydoldu ve bu okuldan 1895’te mezun oldu.
Annesinin, subay olup yanından uzaklaşmasına rıza göstermemesi nedeniyle asker olmayıp onun isteğine uyarak Şifaiyye medresesine kaydoldu. Burada üç yıl kadar çeşitli hocalardan dinî ilimleri tahsil etti. Sözü edilen tahsilinin ardından adliyede stajer memur oldu.
Tasavvufî anlamda ilk dersini Arap Şeyh diye bilinen Rifaî şeyhi Abdullah Haşim Efendiden (ö.1922) aldı. Bir müddet bu zâttan aldığı dersleri yerine getirdikten sonra arkadaşlarının ve annesinin teşvikiyle Tokat’a giderek Mustafa Hâki (1856-1920) Efendiyle tanıştı. Mustafa Hâkî Efendiyle aralarında manevî bir yakınlık hâli oluştu ve İsmail Hakkı Efendi ona intisap etti.
İsmail Hakkı Efendi vakti gelince asker oldu. Askerlikten sonra Tokat’ta Duyun-i Umumiyye’de müskirat memurluğu yaptı. 1908’de Mustafa Hâki Efendinin mebus olarak İstanbul’a gitmesiyle birlikte İsmail Hakkı Efendi de memuriyetini Sivas’a aldırmıştır. 1914’te başlayan I. Dünya savaşında kolluk komutanı olarak Suşehri’nde askerlik yaptı.
Mustafa Hâki Efendi vefatından önce İsmail Hakkı Efendiye tarikatta irşad icazeti vermek istedi. Ancak o mahviyet göstererek bu görevin kendinden daha önce Hâki Efendiye intisap eden mürid arkadaşı Mustafa Takî Efendiye (ö.1925) verilmesinin daha münasip olduğunu belirtti. Şayet o kabul etmezse kendisinin bu görevi üstlenebileceğini ifade etti.
Bunun üzerine görev Mustafa Takî Efendiye teklif edildi ve o da kabul etti. İsmail Hakkı Efendi, vefatına kadar Takî Efendinin hizmetinde bulundu. Mustafa Takî Efendiye intisabını ve ondan feyzini anlatan bir dörtlüğünde şöyle demektedir:
“Bir acep sırr-ı Takî’den aldığım ders-i iber
Anı bilmek diler isen vereyim sana haber
Her ulûmu almış idi pîrimden o şeyh-i muteber
Biz de anda mahvolup bezm-i ferdâ olmuşuz.[1]
İsmail Hakkı Efendi, Mustafa Takî Efendi‘nin vefatından (1925) sonra irşad vazifesini üstlendi ve ahirete intikaline (1969) kadar bu görevini sürdürdü.
İsmail Hakkı Efendi 1928’de Sivas İnhisarlar Dairesine geçti. 1931’de kendi isteğiyle memuriyetten emekli oldu.
1938’de Cencin köyüne su isale hattı yaptırmak üzere gittiği keşif esnasında İsmail Hakkı Efendinin yanındakilerin kullandıkları bazı ifadeleri yanlış anlayan kamyon şoförünün şikâyetiyle 38 müridiyle birlikte 38 gün hapis yattı. Hükümete karşı isyan suçlamasıyla idamla yargılandı ve 38 günlük sorgudan sonra müridleriyle birlikte beraat etti.
Ailesi, Hizmetleri ve Vefâtı
İsmail Hakkı Efendi, üç defa evlendi. Bunlardan birincisi Ümmühan Hanım (ö.1949),[2] ikincisi Zeynep Hanım (ö.1972) ve üçüncüsü Zeliha Hanım (ö.1972)’dır. İkinci eşini 1949’da boşayarak 1950’de üçüncü eşiyle evlendi.
Dördü birinci eşi Ümmihan Hanımdan ve ikisi eşi Zeynep Hanım’dan altı çocuğu oldu. Ümmihan Hanımdan olan çocukaları şunlardır: Hayriye Gündüzoğlu (ö.1957), Halis Turgut Toprak (ö.1967), Sabit Kemâl Toprak (ö.1941), Mevlüde Vefa Dalak (ö.1959). Zeynep Hanımdan olan çocukları ise şöyledir: Ahmet Salih Toprak (ö.1931) ve Mehmet Kâzım Toprak (ö.2018).
Hayır hizmetlerine oldukça önem veren İsmail Hakkı Efendi, cami, çeşme vs. binaların yapımına ve tamirine yardımcı olurdu. Onun yapımına veya tamirine vesile olduğu müesseler arasında dikkat çekenler şöyle sıralanabilir:
- Hoca İmam Camii minaresinin yapımı
- Sivas Ulucamii tamiri: 1955 yılında kurduğu bir dernek vasıtasıyla bu hizmeti gerçekleştirmiştir.
- Sivas İmam Hatip Lisesi: 1956’da temeli atılan bu müessese 1962’de tamamlandı.
- Hayırseverler Camii yapımı
- Sofu Yûsuf Camii
- Serçeli Camii
- Dikimevi Camii
- Zara Cenci köyü içe suyu
- Zara Cencin köyü köprüsü
- Tozanlı köprüsü
- Sivas ve çevresinde bazı sebiller
Komisyonculuk yapmak üzere 1941’de Çitil hanında kiraladığı dükkânı vekâle hâline getirerek kendisini ziyarete gelenleri burada irşad etti. Yaz mevsimlerinde dostlarıyla mesire yerlerine gidip semaver çayı eşliğinde tefekkür ve sohbet etmeyi severdi.
İsmail Hakkı Efendi 15 günlük bir hastalığın ardından 2 Ağustos 1969 Cumartesi günü 92 yaşında vefat etti ve Sivas Ulu Camii haziresine defnedildi. Kabrinin kitabesinde Osman Hulûsî Ateş Efendinin şu şiiri yazılıdır:[3]
“Tarîk-i Nakşbendî pîri mürşid-i kâmil
Garibullah Hakkı gavs-ı a’zam Şeyh İsmail
Engin gönlünde yüce muradı hâsıl oldu
Toprak toprağa verildi Hakk’a vâsıl oldu (1969)
Etkisi Türkiye’nin hemen her tarafına yayılan hatta dış ülkelerden bir kısmında da müridleri bulunan İsmail Hakkı Efendinin silsilesi Darendeli Osman Hulûsî Ateş tarafından devam ettirildi.
İhramcızâde; Mescid-i Nebevî’de bulundukları bir sırada Osman Hulûsi Efendiye hitaben şöyle dedi:
“Gardaşım Hulûsî! Senin ecdâdın bizim ser-tâcımızdır. Üzerinize büyük bir vazife intikal ediyor. İhvana sahip çıkıp hizmet edersiniz.”
Üstadının bu ifadeleri karşısında mahcubiyetini sergileyen Osman Hulûsi Efendi: “Estağfirullah Efendim!” deyince İhramcızâde devam ederek şöyle dedi: “Bu yükün ağırlığını ancak siz çekebilirsiniz.” İhramcızâde vefat edince bu söz gerçekleşti ve Osman Hulûsî Efendi görevi üstlendi.
İhramcızâde Hazretleri (ks)
İhramcızâde’nin manzum iki eseri vardır. Bunlardan biri şeyhi Mustafa Takî’nin Hz. Peygamber(sav)’in doğumuyla alakalı yazdığı eserin nazmen söylenişidir. Diğeri ise “Katre” diye bilinen şiiridir.
1. Yâre Yadigâr: Mevlid-i Nebî Aleyhisselâm[4]
Mustafa Takî Efendinin Mevlid-i Nebî adlı mensur eserinin nazmen söylenişidir. 191 beyitten oluşan bu eserin 175 beyti Türkçe 8 beyti ise Arapçadır. 8 beyti ise Muhammed redifli gazeldir. İlk beyti şöyledir:
“Elhamdülillah elhamdülillah
Sen ekrem ettin bizi ey Şah
Son beyit ise şu şekildedir:
İşidenler okusunlar Fâtiha
Şuracıkda verdim ana hâtime”
Eserin ismi şu beyitte geçmektedir:
“Ve lâkin bu âsî etdim ihtisâr
Ve ismine dedim Yâre Yâdigâr”
2. Katre Şiiri[5]
13 dörtlükten oluşan bu şiir tamamen tasavvufî bir içeriğe sahiptir. Pek çok tasavvufî terimin yer aldığı şiir şu şekildedir:
“Katremizden hisse al bî-ka’r-ı deryâ olmuşuz
Cümle halka bir bakışla çeşm-i bînâ olmuşuz
Gerçi zâhirde lisân-ı nâs ile güftârımız
Ma’nâ yüzünden soyunup hep mu’arrâ olmuşuz
Vâlidem merhûme açmıştı bize kutlu fâl
Ravza-i pâk’i ziyârette demişti ey Kerîmü’l-Müte’âl
Bu Habîb’in hürmetine ver bana bir ferzend-i bî-melâl
Andan aldığı libâsı bunda iksâr olmuşuz
Tâ ezelden olduğundan intisâbım âlemin Seyyid’ine
Düştüm aşkına gelelden bu anâsır bendine
Çok aradım ağladım yüz tutup Hakk’ın kendine
Âlem-i devrân içinde hubb-ı Mevlâ bulmuşuz
Künhümü bilmek dilersen sırr-ı Hâkî’dir özüm
Anın etvârıncadır dâ’im özüm ve sözüm
Her neye baksa basar-ı Hâkî’dir bakan bu gözüm
Zîrâ evvelden anınla tek ü tenhâ olmuşuz
Bir acep sırr-ı Takî’den aldığım ders-i iber
Anı bilmek diler isen vereyim sana haber
Her ulûmu almış idi pîrimden o şeyh-i mu’teber
Biz de anda mahvolup bezm-i ferdâ olmuşuz
Çünki Kıtmîr olalıdan bu kapıda bu hakîr
Her işi sırr-ı ezelden bildim ve takdîr-i Kadîr
Ol sebepten işimiz cümleye ta’zîm ü tekrîmdir
Böylelikle halk içinde Hakk’ı ra’nâ bulmuşuz
Bu tarîkat âleminden olmak istersen sûd-mend
Sen de bu hâlde olup halktan lisânın eyle bend
İşte budur âcizânem hubbu fillâh sana pend
Hayr-hakan-ı cihân simurg u ankâ olmuşuz
Bunca ilm ü fazl ile bilmez imiş nûr-ı basar
Her işi eden ettiren Allah değil mi ver haber
Lîk hulûl-i ittihazdan eyle gayetle hazer
Biz hakayık âşiyânı içre mi’mâr olmuşuz
Emr-i ma’rûf u münkeri bilmez miyiz
Anlar ile biz amel kılmaz mıyız
İsr-i pâk-i Ahmed’i bilmez miyiz
Şimdi ızmâr eyleyüben râh-ı ma’nâ bulmuşuz
Herkesin miktar-ı ihlâsınca fi’li eder zuhûr
Sen çalış ol muhlisândan çıkmasın senden kusûr
Gayrıda görsen hatayı setredüp andan al huzûr
Bunu âdet edinüp bir dürr-i yektâ bulmuşuz
İbtilâ âlemde var ikmâldir etme cedel
Her kula etmez nasip anı Hudâ izze ve cel
Başa gelse bil anı devlet ve nimet bî-bedel
Biz anı görmüş geçirmiş pâk musaffâ olmuşuz
Hakk’ı her şeyde ayân görmüş ve bilmişlerdeniz
Ol sebepten Hak katında lübb-i ma’nâ gözleriz
Kahr u lutfu cümlesin bir bildim ve tuttum azîz
Hamdülillâh biz bu lutfa mazhar-ı mücellâ olmuşuz
Bilmediler zevkimi cümle ins ü cin ve melek
Derdine düştüm bana neler çektirdi felek
Hâl-i Hakk’ı bulmaya zikrin beyim dâ’îm gerek
Zikr-i Hak seyr ü sebakla ders-i yektâ bulmuşuz”
Tasavvufî Görüşleri[6]
İsmail Hakkı Efendi ‘nin hayat tecrübesini tam olarak kavrayabilmek için kendisiyle özdeşleştirdiği tasavvufî anlayışı ve yaşayışını da kelimelerin kifâyet ettiği kadar anlatmak gerekmektedir.
Elbette biz onun yaşadığı tasavvufî tecrübeleri “efrâdını câmi ağyârını mâni” (bütün yönlerini kapsayan bir şekilde) bir şekilde aktaramayız. Çünkü tasavvufî tecrübe özel bir hâldir ve yaşayandan veya diğer değişle onu tecrübe edenden başkası tarafından anlatılamaz.
Hatta hâl, kâl ile yani sözle tam olarak ifade edilemediği için tecrübe eden şahıs bile onu yeterince anlatamaz. Ayrıca sufinin sözleri belli dönemlerdeki hâl ve davranışlarının yansıması olduğu için onun manevî gelişimine uygun olarak sürekli yüceliğer doğru değişkenlik arz etmektedir.
Bu gerçek pek çok sufinin eserinde de belirtilmiştir. İsmail Hakkı Efendinin yaşadığı dönemi göz önüne aldığımızda onun bazı özel hâllerini içinde bulunulan şartların gereği özellikle gizlemek zorunda kaldığını ifade edebiliriz.
Hâl böyle olunca onun tecrübelerini anlatmak biraz daha zorlaşmaktadır. Söz konusu anlatım zorluklarına ve kapalılıklara rağmen biz onun sözleri, şiirleri ve menkıbelerinde ortaya koyduğu tasavvuf anlayışını açıklamaya çalışacağız.
Elimizdeki verilerden elde ettiğimiz bilgilere göre İsmail Hakkı Efendi tasavvufî anlamda ilk dersini Rifaî şeyhi Abdullah Haşim Efendi’den (1829-1922) almış ve onun gözetiminde seyr u sülûkünü bir müddet sürdürmüştür.
Daha sonra bazı arkadaşlarının ve bir müride olan annesinin teşvikiyle Tokat’a giderek burada Şiranlı Mustafa Efendinin (ö.1899) halifesi Mustafa Hâki Efendi‘yle (1856-1920) tanışıp ona intisap etti.
Mustafa Hâki Efendi, İsmail Hakkı Efendi’nin seyr u süluküne rehberlik ederek onu yetiştirdi. Onun üstâdı Mustafa Hâki Efendiye muhabbeti ve saygısı oldukça fazlaydı. O, her hâlinde ve tavrında üstadını örnek alıyordu. Katre başlıklı şiirinde bu durumu şöyle dile getirmektedir:
“Künhünü bilmek istersen sırr-ı Hâki’dir özüm
Anın etvarıncadır daima özüm sözüm
Her neye baksa basar-ı Hâki’dir bakan bu gözüm
Zira evvelden anınla tek u tenha olmuşuz.”
Burada tasavvufî anlamda bir teslimiyetin ifadesini görmekteyiz. Aynı zamanda İsmail Hakkı Efendi bu ifadeleriyle şeyhe yapılan râbıtanın en üst düzeyi olan fenâ fî’ş-şeyh yani şeyhinde kendini yok etmeyi tecrübe etmektedir.
Dolayısıyla o, kendi benliğinden kurtularak her hâliyle şeyhinin iradesine teslim olduğunu ifade etmektedir. Çünkü sûfî mürşidiyle her hâlinde bütünlük içinde olması gerekir. Mürid, mürşidinin telkin ettiği zikir ve evrâda tam bir şekilde riayet ettiği gibi onun öğrettiği ve uyguladığı âdâb ve erkâna da uymalıdır.
Mustafa Hâki Efendi vefatından önce seyr u sülûkünü tamamlayarak yetişen İsmail Hakkı Efendi’ye irşad icazeti vermek istediğini iletti. Ancak İsmail Hakkı Efendi mahviyet göstererek bu görevin, kendinden daha önce Hâki Efendiye intisap eden mürid arkadaşı Mustafa Takî Efendi‘ye (ö.1925) verilmesinin daha münasip olduğunu belirterek affını istedi.
Mustafa Takî Efendi‘nin görevi kabul etmemesi hâlinde kendisinin üstlenebileceğini ifade etti. Bunun üzerine görev Mustafa Hâki Efendi tarafından Mustafa Takî Efendiye teklif edildi ve o da kabul etti.
İsmail Hakkı Efendi, sözüne sadık kalarak vefatına kadar Takî Efendinin hizmetinde bulundu. Mustafa Takî Efendiye intisabını ve ondan feyzini anlatan bir dörtlüğünde şöyle demektedir:
“Bir acep sırr-ı Takî’den aldığım ders-i iber
Anı bilmek diler isen vereyim sana haber
Her ulûmu almış idi pîrimden o şeyh-i muteber
Biz de anda mahvolup bezm-i ferdâ olmuşuz.”
İsmail Hakkı Efendi, Mustafa Takî Efendinin vefatından (1925) sonra irşad vazifesini üstlendi ve ölümüne (1969) kadar bu görevini sürdürdü. Komisyonculuk yapmak üzere 1941’de Çitilin hanında kiraladığı dükkânı dergâh (vekâle) gibi kullanarak kendisini ziyarete gelenleri irşad etti. Yaz mevsimlerinde ise adeti olduğu üzere genellikle mesire yerlerinde sohbet etti. Semaver çayı sohbet ortamından eksik olmazdı. Onun bu adeti müritleri vasıtasıyla bugün de uygulanmaktadır.
Etkisi Türkiye’nin hemen her tarafına yayılan hatta dış ülkelerden bir kısmında da etkili olan İsmail Hakkı Efendinin silsilesi müritleri tarafından devam ettirilmektedir.
Bilindiği gibi tasavvufî eğitim, kemâl makamlarını tecrübe ederek geçip irşada ehil görülerek tam hilafet icazeti alan kâmil bir mürşid gözetiminde alınmaktadır. Bu mürşid-i kâmil ve mükemmilin silsilesi sahih bir şekilde Hz. Peygamber(sav)’e kadar ulaşmalıdır. Tasavvufî tecrübe ancak sözü edilen gerçek mürşidler vasıtasıyla mümkündür.
İsmail Hakkı Efendi de sözü edilen bu gerçeğe dikkat çekerek tasavvuf terbiyesinin mürşidsiz alınamayacağını ifade etmektedir. Eğer bir Müslüman tasavvufî sırlara ulaşmayı arzu ederse bu hedefe ulaşmak için yukarıda bazı vasıflarına işaret edilen bir mürşid-i kâmil ve mükemmil bularak ona intisap edip telkinlerine ve tavsiyelerine tam bir şekilde uymalıdır.
“Gayretullah sırrına talib isen
Mürşid-i kâmil elin tut biat et
Âb-ı feyz-i Hak ile pak olmaya
Pâklar ile gece gündüz ülfet et.”
İsmail Hakkı Efendinin tasavvuf anlayışında istikamet esastır. O, zâhirî haller, rüya ve kevnî keramete gereğinden fazla itibar etmezdi. Ona göre önemli olan İslâm’ın ahkâmına uygun bir dinî hayat yaşamaktı. Ayrıca o, tasavvufun ahlâkî boyutuna çok önem veren bir zâttı. Ona göre güzel ahlâk insanı geçimli kılar. Kulların razı olduğu böyle bir mümin insanı Allah(cc) da sever. Bu sebeple sûfî olduğunu söyleyen insanlar ahlâkî özelliklerini güzelleştirmelidir.
Çünkü büyüklerin bazı sözlerinde “Tasavvuf güzel ahlâktan ibarettir.” denilmektedir. O, her işin ya melekî ilham veya şeytanî vesveselerle ilişkili olduğunu ifade eder. Müridlerinden bazısına hitaben yazdığı mektubunda bu görüşünü şöyle açıklar:
“Her işte melâike de şeytan da müessirdir. Adamına göre bazı kimse melâikeden ilham ve bazı şahıs şeytandan vesvese alır. Biz ise muvazene ile yola gideriz. Her kim melâikeye mukarin olursa işlerinde ilham, şeytana yaklaşırsa vesveseden istilzam alır…”[7]
Sûfilerin mücahedelerinde sabırlı ve azimli olmaları gerektiğini söyleyen İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi bazen mânevî hayatları sarsacak olaylarla ve hücumlarla karşılaşsalar da müritlerin bu tür taarruzları kabz ve bast hâliyle yorumlamalarını tavsiye ederdi.
Kabz yani manevi darlık hâlinde meydana gelen sıkıntılara sabredilmeli ki, bast rahatlık hâline ulaşılabilsin. Dolayısıyla seyr u sülûk esnasında sıkıntılarla muhatap olunduğu zaman ümitsizliğe düşülmemelidir.[8]
Namazların cemaatla kılınmasına önem veren İsmail Hakkı Efendi, genellikle sabahları dâhil her vakitte camiye gitmeyi tercih ederdi. Sivas’ta bulunduğu zaman sabah, akşam ve yatsı namazlarını Sofu Yûsuf Camii’nde öğle ve ikindiyi Ulu Camii’de kılardı.
Ona göre camiler Müslümanların dinî hayatında aslî, tekke ve zaviyeler ise talî mekânlardır. Aslî mekânların en azından namaz vakitlerinde ihya edilmesi lazımdır. Çünkü Hz. Peygamber(sav) sahabîlerin namazlarını Mescid-i Nebî’de cemaatla kılmalarına çok önem vermekteydi.[9]
İsmail Hakkı Efendi mürşidinden öğrendiği gibi sükût hâlini muhafaza ederdi. Esasen tefekkür ve sükût Şiranlı Mustafa Efendinin adetiydi. İsmail Hakkı Efendi özellikle mensubu bulunduğu Nakşî yolunun toplu zikri olan hatm-ı hâcegândan önce uzun süren bir sükût hâliyle tefekküre dalardı.
Şurası bilinmelidir ki, sükût ile yapılan tefekkürden sonra zikir daha etkili olmaktadır. Sükûtun insana sağladığı bir diğer özellik de dilini tutmaya kendini alıştırmaktır. Hz. Peygamber(sav) “Ya hayır söyle yâ da sus” buyurarak sükûtu tavsiye etmektedir. “Söz gümüş ise sükût altındır” ifadesini de bu anlamda değerlendirmek mümkündür. İsmail Hakkı Efendinin kişinin diline sahip olmasını öğütlediği mısraları şöyledir:
“Bu tarikat âleminden olmak istersen sûd-mend
Sen de bu hâlde olup halktan lisanın eyle bend
İşte budur acizanem hubb-ı fî’llah sana pend
Hayr-hakan-ı cihân simurg u anka olmuşuz.”
İsmail Hakkı Efendi yaratılışın özündeki hakikatı keşfetmek için zâhirden kurtulup bâtına yönelmek gerektiğini belirtmektedir. Böyle bir hâli elde eden insan Allah’ın yarattıklarındaki cemal nurunu görür. O bir şiirinde şöyle der:
“Katremizden hisse al bî-ka’r-ı deryâ olmuşuz
Cümle halka bir bakışla çeşm-i bînâ olmuşuz
Gerçi zâhirde lisân-ı nâs ile güftârımız
Ma’nâ yüzünden soyunup hep mu’arra olmuşuz.”
Özellikle ilk iki mısrada insanın Rabbine karşı fakrını/muhtaçlığını anlaması ve O’nun yarattıklarına Hak’kın nazarıyla bakarak ayrılıklara takılmamasına dikkat çekilmektedir.
“Gerçi zâhir lisân-ı nâs ile güftârımız/Ma’na yüzünden soyunup hep muarra olmuşuz” mısralarında sufinin zâhirde halkla bâtında Hak’la bir olma anlayışı vurgulanmaktadır.
İlk dönem mutasavvıflarından Bâyezîd-i Bistamî (ö.261/874) özünün Allah’la birlikteliğini şöyle ifade eder: “Otuz seneden beri Hak’la sohbet etmekteyim. Fakat halk benim kendileriyle sohbet ettiğimi zannediyorlar.”[10]
İsmail Hakkı Efendi diğer bir dörtlüğünde Halk içinde Hak’la beraberliğe şöyle işaret etmektedir:
“Çünkü kıtmir olalıdan bu kapıda bu hakir
Her işi sırr-ı ezelden bildim ve takdir-i Kadir
Ol sebepten işimiz cümleye tazim ü tekrimdir
Böylelikle halk içinde Hak’kı rana bulmuşuz.”
Yaratılışın özünde hakikat-ı Muhammediyye vardır. Ruhlar âleminde Allah(cc) bu bağlılık için özümüzden söz aldı. Bu sebeple insanda her zaman ruhlar âleminde verilen o söze sadakat özlemi vardır.
İçinde bulunduğumuz âlemin alâkalarından kurtulmak suretiyle özdeki hakikat keşfedilmelidir. İsmail Hakkı Efendi bu durumu şu dörtlüğünde ifade etmektedir:
“Tâ ezelden olduğundan intisabım âlemin seyyidine
Düştüm aşkına gelelden bu anâsır bendine
Çok aradım yağladım yüz tutup Hakk’ın kendine
Âlem-i devrân içinde hubb-i Mevlâ bulmuşuz.”
Mevlânâ yaratılıştaki bu sırrı neyin dilinden şöyle anlatır: “Dinle neyden nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları (nasıl) anlatıyor. Özlem derdini anlatabilmem için ayrılıktan dilim dilim olmuş bir yürek isterim. Kendi aslından uzak kalan herkes, yine kavuşma zamanını arar.”[11] Yani her şey aslına özlem duyduğu gibi insanda özüne dönmek için hasret çeker.
Kişinin bu âleme inişinden sonra aslına duyduğu özlemini ancak zikir ile tatmin edebileceğine işaretle İsmail Hakkı Efendi şöyle der:
“Bilmediler zevkimi cümle ins ü cin ve melek
Derdine düştüm bana neler çektirdi felek
Hâl-i Hakkı bulmaya zikrin beyim dâim gerek
Zikr-i Hak seyr u sebakla ders-i yektâ bulmuşuz.”
Zikrin kalplerdeki öze dönüş özlemini gidererek huzura erdireceğine işaretle âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur/huzur bulur.” (Ra’d, 13/28) Her an Allah’ın huzurunda olduğunu hissederek hâl ve davranışını muhafaza etmek zikrin insana sağladığı bir haslettir.
İsmail Hakkı Efendi amellerin ihlâs ile yapılmasına çok önem verirdi. Dostlarına da böyle hareket etmelerini tavsiye ederek bu uygulamalarını adet haline getirmelerini öğütlerdi. Bu anlamda bir dörtlüğünde şöyle der:
“Herkesin miktar-ı ihlâsınca fi’li eder zuhur
Sen çalış ol muhlisândan çıkmasın senden kusur
Gayrıda görsen hatayı setredip ondan al huzur
Bunu adet edinip bir dürr-i yektâ bulmuşuz.”
İhlâsın sufilerin manevî seyirlerindeki aşamalara göre dereceleri vardır. Ebu İsmail Abdullah el-Herevî (ö.481/1088) ihlâsı “ameli bütün karışımlardan arındırmaktır” şeklinde tanımlayarak bunun üç derecesi olduğunu ifade eder.
Birincisi, amelden ameli beğenmeyi ve arzuyu çıkarmaktır. İkincisi, bütün gücünü kullanarak amelini müşahededen kaçınmak ve amelini başarılı görmekten kurtulmaktır. Üçüncüsü, Allah’ın kulun basiretini nurlandırdığı tevfik nuruna sığınmaktır. Bu nurun aydınlığında amelin Allah’ın cömertliğinden meydana geldiği görülür.[12]
Yukarıda aktardığımız dörtlüğün üçüncü mısraında “Gayrıda görsen hatayı setredip ondan al huzur” denilerek hataların örtülmesi tavsiye edilmektedir. Dolayısıyla muhlis olanlar insanların hatalarını ifşa etmeye uğraşmamalı kendi amellerinin ihlâsını tamamlamaya gayret etmelidirler. Mevlânâ’nın bir öğüdünde ifade edildiği gibi sufi kusurları örtmede gece gibi olmalıdır.
İsmail Hakkı Efendi amellerin mâsivânın yani Allah’ın dışındaki her şeyin tasallutundan kurtarılmasına yönelik olarak bir şiirinde şöyle der:
“Gel beri gel mâsivâdan uzlet et
Ba’dehu Mevlâ ile var sohbet et.
Burada Allah’a yakınlıkla mâsivâdan kurtulmak arasında bir irtibat kurulmaktadır. Yani insan ne kadar mâsivâdan (Allah(cc)’ın dışındaki şeyler) kurtulursa o kadar Allah(cc)’a yakınlaşır. Yakınlaştıkça da Allah onun bütün azalarında hareket eden ruh olur.
Diğer bir değişle Allah(cc)’ın zikri kişinin bütün vücuduna hakim olur. Eğer böyle olmazsa o zaman mâsivâ bedene hâkim olur. Hakikate uygun olan ise Allah(cc)’ın zikrinin hâkimiyetidir. İsmail Hakkı Efendi salikin Allah(cc)’a giden manevî yolcıluğunda mâsivâ kayıtlarının engel olduğuna dikkat çekerek şöyle der:
“Sivâ kaydından azâd olmaya sa’y eyle erkenden
Ki zira râh-ı ıtlak için mâni’dir kuyud ey dil.”
İsmail Hakkı Efendinin bugün çok tartışılan bir tasavvufî mesele olan râbıta için yaptığı özlü ve veciz tarifi vererek bu kısmı sonlandırmak istiyoruz:
“Râbıta, mürşidin eliyle müridin kalbinden geçirilip dergâh-ı izzete bağlanan haberleşme ipidir.”
Bu tarif pek çok şeyi açıklamaktadır. Mürşid-i kâmile yapılan râbıta ile mürid üstadının boyasıyla boyanıp girip (insibâğ) onun vasıtasıyla Hak’kın tecellilerine mazhar olur.

İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak (ks)

İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak (ks)

İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak (ks)
Kaynaklar:
[1] Alıcı, İhramcı-zâde, s. 5.
[2] Ümmühan Hanımın 1949’da vefatı dolayısıyla yazdığı şiir şöyledir:
Aziz ailesi İhramcı-zâde’nin emktârı
Hudâ’nın (irciî) emrine verdi can ile vârı
Bin üç yüz altmış altı sâlı bir şâm-ı garibanda
Mübarek ravza-i rıdavana mihman eyledi Bâri
Oku bir Fatiha ruhuna ihdâ eyle zâir
Merhume Ümmü Gülsüm Hanımın bu işte mezarı
Osman Hulûsî-i Darendevî, Mektûbât, s. 272.
[3] Osman Hulûsî Darendevî, Mektûbât, s. 296.
[4] Bu eserin Hattat Cafer Kelkit’e ait yazma nüshasından tıpkı basımı için bk. İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak, Yâre Yâdigâr, haz.: Alim Yıldız, Buruciye Yay., Sivas 2009; Alıcı, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, ss. 26-40, 171-217.
[5] Bu şiirin metni için bk. Alıcı, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, ss. 43-44.
[6] İsmail Hakkı Efendinin tasavvufî görüşlerini ihtiva eden bu kısım 04.10.2009’da Sivas’ta gerçekleştirilen “İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Sempozyumu”nda sunduğum tebliğden aktarılmıştır (H.İ.Şimşek).
[7] Lütfi Alıcı, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi: Hayatı Şahsiyeti ve Eserleri, Somuncu Baba Araştırma ve Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 2001, s. 51.
[8] Aynı eser, s. 62 (29. Mektup).
[9] Aynı eser, s. 68.
[10] Necmüddin Kübra, “Usulü Aşere, Şerh-i Usul-i Aşere”, Tasavvufî Hayat, haz.: Mustafa Kara, Dergah Yay., İstanbul 1980, s. 52.
[11] Mevlânâ Celaleddin Rûmî, Mesnevî, çev.: Derya Örs, Hicabi Kırlangıç, Konya Büyükşehir Belediyesi Yay., Konya 2008, s. 19.
[12] Ebu İsmail Abdullah el-Herevî, Menâzilü’s-sâirîn, Mısır 1908, ss. 16-17.

Önceki Halka
Hacı Ahmed Niksârî (ks)
