Altın Silsile'den Altın Halkalar

Image hover effect image

Ebu'l Hasan el-Harakânî (ks)

7

Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.

Ebu'l Hasan el-Harakânî (ks)

Onuncu yüzyılın son çeyreği ile on birinci yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Harakânî’nin tam ismi, Ali b. Ahmed b. Cafer, künyesi Ebü’l-Hasan Harakânî’dir.[1] 352/963 yılında, Horasan’ın Bistâm şehrine bağlı Harakân köyünde fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Çocukluğunda Harakân’da anne babasının geçimini sağlamak maksadıyla çobanlık yapmıştır. Çiftçilikle de uğraşarak ailesinin geçimini sağlamıştır.[2]

Kaynaklar onun ümmi olduğunu, Bâyezîd-i Bistâmî’nin mânevî işareti üzerine Kur’ân okumaya başladığını belirtmektedirler.[3] Devrinin değişik âlim ve şeyhlerini tanıyan ve onlardan istifade eden Harakânî, en sonunda hemşerisi Bâyezîd-i Bistâmî’nin dergâhında karar kılmış, kendisinden senelerce önce vefat etmiş olan Bistâmî’nin yolunu devam ettiren müridleriyle görüşmüş, Bistâmî’nin kabrine on iki yıl türbedarlık etmiştir.

Harakânî on iki yıl süreyle yatsı namazını cemaatle kıldıktan sonra Bistâm’daki Bâyezîd-i Bistâmî’nin kabrine teveccüh eder; “Allah’ım! Bâyezîd’e ihsan ettiğin hil’atten bize de bir koku ihsan et!” demiştir.[4] Sevgi ve aşkla bağlandığı bu kapı onun gönül dergâhı olmuştur. Yılları aşıp gelen Bistâmî’nin sevgisi, onu yoğurmuş ve vuslata götürmüştür.[5]

Dolayısıyla Harakânî’nin tasavvufî intisabı, âriflerin sultanı Bâyezîd-i Bistâmî’yedir. Seyr u sülûk eğitimini Bistâmî’nin ruhaniyetlerinden almıştır.[6] Tasavvuf geleneğinde, vefat etmiş bir büyüğün ruhaniyetinden faydalanan, yardım ve terbiye gören zâta üveysî, bu yolla kemâle erip olgunlaşmaya da üveysîlik denir.

Veysel Karânî’nin ruhaniyetinden feyiz aldığı söylenen İbrahim b. Ethem (ö.166/782), İmam Ca’fer es-Sâdık (ö.148/765)’in rûhâniyetinden feyiz aldığı ileri sürülen Bâyezîd-i Bistâmî (ö.261/874), Bâyezîd-i Bistâmî’den aldığı mânevî feyizle yetiştiği söylenen Ebü’l-Hasan el-Harekânî (ö.425/1034), Melâmetîliğin ileri gelen şeyhlerinden biri olan Ebû Saîd Ebü’l-Hayr (ö.440/1049), Veysel Karânî’nin rûhâniyetinden feyiz aldığı söylenen Ebü’l-Kâsım el-Cürcânî (ö.469/1076), Kübreviyye’nin kurucusu Necmeddin-i Kübrâ (ö.618/1221), Ferîduddîn-i Attâr (ö.618/1221), Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö.638/1241), Bahâuddîn Nakşbend (ö.791/1388), Ebu Bekir Tayabâdî (ö.791/1389), Celâleddîn Bâyezîd-i Purânî (ö.862/1457) gibi sûfîlerin üveysî olduğu, ya Hızır’dan, ya da kendilerinden çok önceleri vefat etmiş şeyhlerden Misâl Âlemi’nde mânen feyiz alarak yetiştikleri söylenmektedir.[7]

Mâneviyat önderlerinin ruhaniyetlerinden istifade, tasavvuf tarihinde üveysî, üveysîlik ve üveysiyyu’l-meşreb gibi tâbirlerle anılmaktadır. Tarih içinde değişik mânâlara gelmekle birlikte Üveysîliğin ortak özelliklerini şu dört ana gurupta toplamak mümkündür:

  1. Peygamber(sav)in ruhaniyetinden doğrudan nasip alanlar,
  2. Veysel Karânî’nin ruhaniyetinden feyiz alanlar,
  3. Kendilerinden önce vefat etmiş herhangi bir şeyhin veya kutbun ruhaniyetinden istifade edenler,
  4. Bizzat Hızır(as) aracılığı ile irşad edilenler.

 

Bu dört gurupta ortak olan nokta, daha önce yaşamış birinin ruhaniyetinden feyiz almaktır. Çünkü sûfîler nezdinde cismânî sohbet olduğu gibi, rûhânî sohbet de vardır. Sâlihlerle manen beraberlikle de kemâl elde edilebilir. Ancak bu, şuuraltı hayatının kuvvetliliği ve şiddetli bir cazibeye kapılmakla sağlanabilir.[8]

Kaynakların ifadesine göre Harakânî, Bâyezîd-i Bistâmî’nin meşrebindendir. Onun gibi coşkulu, cezbesi ve sekri sahvına galiptir. Fenâ ve bekâ, sekr ve sahv ile tevhid ve vahdet konularında çok sözler söylemiş, Hallâc-ı Mansûr gibi “Ene’l-Hak” anlayışına uygun terennümlerde bulunmuştur. Sekr ve cezbe ehli olduğu için, kişinin sahv ve uyanıklılığını bile vecde yakın bir üslupla anlatmıştır. Aynı zamanda Harakânî, cezbeli ve coşkulu meşrebi ile Sıddîkî üslûbu geliştirmiştir.[9]

Bu tür yaklaşımları ile Bistâmî’nin tasavvuf tarzını benimseyen Harakânî’nin Hakk’a ermek için zor riyazetlere, çetin mücahede ve çilelere katlandığı bilinmektedir.[10] Molla Cami onu, Ebü’l-Abbas el-Kassâb’ın müridi olarak sunmakta ve Kassâb’ın onun hakkında; “Benden sonra ziyaretçilerim ona yönelecekler.” dediğini belirtmektedir.[11]

Harakânî’nin vaaz ve nasihatlerini, bazı sözlerini, münacat ve menkıbelerini ihtiva eden Nûru’l-ulûm, Risale der Tarîk-ı Edhemiyye ve Külâh-ı Çâr- Terk isimli kendi eserleri ile Attâr’ın Tezkiratü’l-evliyâ adlı eserinde onun birçok şathiyesi nakledilir.

Ruzbihan Baklî (ö.606/1209), şathiyeleri bakımından daha çok Bistâmî’ye benzeyen Harakânî’nin bir şathiyesini yorumlamıştır. Herevî de “Sûfî mahlûk değildir” şeklindeki bir şathiyesini aktarır ve bunun yorumunu yapar. Aynı söz, Necmeddin-i Dâye (ö.654/1256) tarafından da şerh edilmiştir.[12]

Harakânî’yi, sûfî meşâyıhın büyüklerinden biri, Bâyezîd-i Bistâmî’nin irşadıyla iç dünyası aydınlanan, şiire meyyal bir tabiata sahip şahsiyet olarak tanıtan Şemseddin Sâmî, eserinde onun şu rubâîsine yer vermektedir:

“Esrari ezel râ ne tü dâni vü ne men,

Veyn harfi muâmma ne tü hâni vü ne men,

Hesti ez pesi perde guftuyi men ve tû,

Ger büder ber üfted ne tû mani vü ne men.[13]

Yani,

Gönül sırrını ne sen bilirsin ne de ben,

O harf gizli bir muammadır ne sen okursun ne de ben,

Perde arkasında konuşmamız vardır

Eğer açıklanırsa ne sen kalırsın ne de ben.[14]

 

Farsça bir dîvânının olduğu da bilinen Harakânî’nin Pehlevî lisanıyla yazılmış birçok şiiri de yazma eserlerde yer almaktadır. Örneğin;

“Tâ küber neş’e-yi bâ tû pet yâr nebû

Der küber şe ez beherit âr nebû.”

Yani;

Âteş-perest olmayınca Mahbûb’a yâr olamazsın,

Mahbûb’un hatırı için âteş-perest olmak ar değildir.[15]

 

Tasavvufî remizlerle dolu mânâları içeren bu beyitte, “Mahbûb” ile Hüsn-i Mutlak/Mutlak Güzel’e işarette bulunulmaktadır. “Âteş-perest olmak” ise ilâhî aşkla tutuşmak ve onda yok olmaktır. Hüsn-i Mutlak’ın evveli yoktur, ezelîdir, sonu da yoktur; ebedîdir. Noksanlıklardan münezzeh ve berîdir. Böyle bir mahbuba karşı âşık olup O’nun aşk ateşiyle yanıp yok olmak ar değildir.[16]

Sâdık Yalsızçanlar, Seyr u Sülûk Risalesi isimli çalışmasında Hasan Çiftçi’nin Şeyh Ebu’l-Hasan-i Harakânî Hayatı, Çevresi ve Tasavvufî Görüşleri, Nûru’l-Ulûm ve Münacat’ı (Kars 2002) isimli çalışmasından aktardığı şu şiirlerde de Harakânî, İbnü’l-Fârız ve İbnü’l-Arabî gibi irfânî geleneğe ait öğretileri telkin etmektedir:

“Bir kalbim vardır; bütün düşüncesiyle içinde,

Senin zikrin dışında gönül sayfasına bir şey nakşetmedi.

Senin zikrin onu öyle sardı ki,

Başka hiçbir şey ona sığmadı.

Her rind ki tahtı mesken tuttu,

Ben yanmışım harmanından bir koku yuttu.

Her nerede kara çullu ve başı sevdalı biri varsa,

O benim şâkirdimdir, o benden hırka aldı.

Aslan ve kaplanla her kim kapışırsa,

Daha iyidir, fakr kılıcından sakınırsa.

Bu kimsesizlerin himmetini eğe gibi bil,

Kendisi kesmese de kesicileri biler.

Dervişlerin sarhoş gönüllerinden başka şeyleri olmaz,

Nefes aldıkları an hariç varlıkları olmaz.

Sakın bu kavimden, kork!

Yüzlerce baş kesilirken ortada el olmaz.

O dost dediğin, onu görmekle rahatlar göz,

O’nu görmezse, ağlamaktan rahatlamaz göz.

Göz bize, O’nu görmek için lazımdır,

Eğer dostu görmezse, ne işe yarar göz. [17]

 

Kurban bayramı günü oğlunu öldürdüklerinde şu rubâîyi söylediği rivayet edilmektedir:

“Hâşâ ki senin hükmüne, isyan edeyim,

Yahut senin rızanın hilafına, bir nefes vereyim.

Bana yüz göz bebeği daha lazımdır,

Ta ki böylesi bir günde, sana kurban edeyim.

Zerdüştî olmadıkça, bir dilber sana yar olmaz

Bu dilber için Zerdüştî olsan da, ar olmaz.

Beline bağladığın zünnar olmazsa,

Âşıklar arasında sana, yer olmaz.

Zulüm ve sitemden dolayı, âhımdan kıvılcımlar dökülürdü.

Gam yolumun başına, diken ve çöp dökerdi.

Ona taraf baktığım bir anda,

Gözümden hasretin, kanlı gözyaşı dökülürdü.

Dostla birlikteyim, gamdan dolayı gönlüm yaralıdır.

Vuslattayım, mihnetim hicrandan daha çoktur.

Gönül dağımdaki yaşam şarabı acıdır.

Öyle bir haldeyim ki, benim sıvı şerbetim zehir akıtan diştir.[18]

 

Altın silsilenin önemli bir halkasını teşkil eden ve üveysiliği ile dikkat çeken Harakânî, Aynülkudat el-Hemedânî (ö.525/1131), Necmeddin-i Dâye, Feridüddin-i Attâr, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî gibi büyük mutasavvıfları derinden etkilemiş, 10 Muharrem 425/5 Aralık 1033 tarihinde vuku bulan ölümünden sonra da etkisi uzun süre devam etmiştir.[19]

Kazvinî (ö.682/1283), Harakânî’nin kabrinin Harakân’da bulunduğunu, onu ziyaret edeni şiddetli bir kabz hâlinin istila ettiğini söyler.[20] 8/14. yüzyılda Bistâm’ı ziyaret eden İbn Battûta (ö.770/1368-69) şehre gelince Bâyezîd-i Bistâmî’nin zaviyesinde kaldığını, Ebü’l-Hasan el-Harakânî’nin kabrinin de bu şehirde olduğunu bildirir.[21]

Evliya Çelebi de Kars Kalesi’nin III. Murad devrinde Lala Mustafa Paşa tarafından tamir edildiğini anlatırken bir askerin paşaya aktardığı rüyasını nakleder. Asker, rüyasında gördüğü yaşlı bir zâtın kendisinin Ebü’l-Hasan el-Harakânî olduğunu ve kendisine makamının burada bulunduğunu söylediğini, kendisinden ayağını bastığı yeri kazmasını istediğini anlatmıştır.

Bunun üzerine yüz işçi yeri kazmaya başlamış ve üzerinde “Menem şehîd ü saîd Harakânî” ibaresi yazılı dört köşe bir somaki mermer bulunmuştur. Gaziler mermeri tekbir ve tevhidle kaldırınca kabir ortaya çıkmıştır. Yaralı pazusuna sarılı makrame ile sırtındaki hırkasının bile henüz çürümediği görülmüş; vücudunun sağ tarafındaki yarası hâlâ kanamaktaymış.

Gaziler yine tekbirle kabri kapamışlar. Kalenin içine ilk olarak Lala Mustafa Paşa tarafından Ebü’l-Hasan Harakânî adına bir tekke ile cami inşa ettirilmiştir. Evliya Çelebi’nin anlattığı bu olay, daha sonra yaygınlık kazanarak Kars ve çevresinde Harakânî’nin Kars’ın fethine katıldığı ve burada şehit olduğu şeklinde bir inancın doğmasına yol açmıştır.[22]

Harakânî, uzunca boylu, kumral tenli, genişçe alınlı, gökçek yüzlü, irice gözlü, açık ve tok sözlü birisiydi. Şekil bakımından Hz. Ömer(ra)’e benzerdi. İlim ve irfanı sebebiyle zamanın kutbu ve gavsı unvanlarıyla anılan bir gönül sultanıdır.[23]

Hucvirî kendisini gözde imam, o dönemde halkın şeref âbidesi, meşâyıhın büyüklerinden, o dönemin evliyası tarafından övgüye lâyık görülen isim olarak tanıtmaktadır.[24] Sözlerinin devamında Hucvirî çağdaşı Kuşeyrî’nin Harakânî hakkındaki şu değerlendirmesini aktarmaktadır:

“Harakânî’nin bulunduğu şehre vardığım zaman, o şeyhin haşmetinden fesahatim sona ermiş, ifadem yok olmuş ve dilim tutulmuştu. Hatta velayetimden azledildiğimi zannetmiştim.”[25]

Ancak şer’î hükümlere bağlılığı ile tanınan Kuşeyrî’nin er-Risâle’sinde bir sözü dışında Harakânî’ye yer vermediği dikkate alınırsa, ondan fazla hoşlanmadığı anlaşılır.[26]

“Hep sevindirici şeyler arama. Bazen seni üzecek şeylere yönel. Ağla, gözyaşların aksın. Çünkü Allah(cc) gözyaşı akıtanları çok sever.”
altin-silsile-favicon-150x150

Ebu'l Hasan el-Harakânî (ks)

Harakânî’nin Eşi

Kendisini ziyaret eden bir diğer sûfî şahsiyet Ebû Saîd Ebü’l-Hayr idi. Harakânî ile aralarında değişik ilmî alanlara dair görüşme ve konuşmaların gerçekleştiğini söyleyen Ebû Saîd, yanından ayrılacağı zaman da şeyhin kendisine; “Veliahdım olmaya seni seçtim”, dediğini beyan etmektedir.[27] Ebû Said’in müridi Hasan b. Mueddeb de şeyhinin Harakânî’nin huzurundaki duruşunu şu şekilde açıklamaktadır:

“Ebû Saîd, Harakânî’nin huzuruna varınca, hiç konuşmaz, sadece onu dinler ve sorularını cevaplandırırdı. Ebu Saîd’e; ‘Efendi, Harakânî’nin huzurunda neden sessiz kalıp susuyorsunuz?’ dediklerinde ise ‘Bir hususta iki tercümana gerek yok.’ diye cevap vermişti.”[28]

Attâr da İbn Sina’nın, devrin şathiyeleriyle ünlü sûfîsi Ebü’l-Hasan el-Harakânî ile görüştüğünü kaydeder. İbn Sina, Harakânî’nin evine vardığında şeyhi evde bulamaz. Şeyhin nerede olduğunu eşinden sorunca, karısı; “O sahtekâr ve zındığı ne yapacaksın?” gibi şeyh hakkında uygunsuz sözler söyler.

Bir süre şeyhi bekleyen İbn Sina, sonunda şeyhin yükünü bir arslana taşıtarak geldiğini görür ve ona; “Efendim, bu ne hâl!” diye sorar. Şeyh de; “İşte böyle, biz o kurdun (karısı) yükünü çekmezsek, arslan da bizim yükümüzü bu şekilde çekmez.” diye cevap verir.[29]

Eşinin kişiliğini yansıtması bakımından diğer bir vakıa ise şu şekildedir: Bir defasında Harakânî; “Bu gece falan sahrada vurgun vuruyorlar, şu kadar kişiyi de yaraladılar.” der. Konu gerektiği şekilde soruşturulunca verilen haberin aynıyla gerçekleştiği anlaşılır. Garip bir tecellidir ki aynı gece Harâkânî’nin oğlu öldürülür ve cesedi evinin önüne bırakılır. Harakânî’nin bundan hiç haberi olmaz.

Şeyhin fazlını kabullenemeyen eşi; “Ne demeli o kimseye ki, şu kadar fersah uzaklıkta cereyan eden bir hadiseyi haber veriyor, ama oğlunun kafasını vurup kapısına attıkları halde bundan haberi olmuyor?” diye şikâyetlenir. Harakânî de eşine şu mukabelede bulunur: “Evet, dediğin doğrudur ama biz onu gördüğümüz vakit aradaki perde kaldırılmıştı, oğlanı katlettikleri vakitte ise perde çekmişlerdi.”[30]

"Bir insanın, vesile edinerek Allah(cc)’ı bulmaya çalıştığı işlerin en güzeli Kur’ân-ı Kerim’dir. Allah(cc)’ı Kur’ân-ı Kerim ile arayın."

Ebu'l Hasan el-Harakânî (ks)

V1033 / Harakan - Kars

Gazneli Mahmud ile Görüşmesi

Gazneli Mahmud ile Harakânî arasında gerçekleşen görüşme ve konuşma ise Harakânî’nin ilmî ve mânevî kişiliği hakkında yegâne örnektir. Vaktiyle Gazneli Mahmud, Harekânî’nin huzuruna gitmeye karar verir. Bu kararı üzerine Sultan Mahmud, Iyâz’a; “Seni padişah ve kendimi köle kıyafetine sokup şeyhin huzuruna gidelim”, der.

Gazneli Mahmud, Şeyh’i ziyarete geldiğinde, bir elçi vasıtasıyla, “Sultan, senin için Gazne’den buraya geldi, sen de onun için hangâhtan çıkıp çadırına gel”, diye Şeyh’e haber salar, ayrıca elçiye, eğer gelmezse, kendisine Hak Teâlâ’nın, “Allah(cc)’a itaat ediniz, Resûle ve sizden olan ulü’l-emre de itaat ediniz.”[31] âyetini okuyunuz, der.

Elçi haberi ulaştırınca, Şeyh; “Gidin ve Sultan Mahmud’a deyin ki: ‘Allah(cc)’a itaat ediniz’ emrinde öylesine müstağrak olmuşum ki, ‘Resûl’e itaat ediniz’ emrinde bulunmaktan dahi ar ediyorum. ‘Ulûlemr’ ibaresine nereden ulaşırım?” der.

Elçi geri dönüp Sultan Mahmud’a Şeyh’in sözlerini nakleder. Bu sözler Sultan Mahmud’un rikkatine dokunur ve: “Haydi kalkınız. Zira o, bizim sandığımız kimselerden değildir.” der.

Daha sonra kendi elbisesini Iyâz’a verip giydirir ve on tane câriyeyi de erkek kölelerin kıyafetine sokar, kendisi de silâhtar olarak Iyâz’ın önüne düşer, maksadı Şeyh’i imtihan etmektir. Şeyh’in zaviyesinin yolunu tutar, savmanın kapısından içeri girince selâm verir, Şeyh: “Ve Aleykümü’s-Selâm” der, ama ayağa kalkmaz, sonra yüzünü Sultan Mahmud’a çevirir ve Iyâz’a hiç bakmaz.

Sultan Mahmud; “Sultan için ayağa kalkmadınız? Bütün bunlar tuzak mı oluyor?” der. Şeyh; “Evet, tuzaktır, ama bu tuzakla avlanacak kuş sen değilsin.” der. Sonra Sultan Mahmud’un elinden tutup; “Mademki seni öne geçirmişler, şöyle öne gel, bakalım.” der. Sultan Mahmud; “Bana söz söyle, öğüt ver.” diye ricada bulununca Şeyh, nâmahremleri dışarı göndermesini söyler. Bunun üzerine Sultan Mahmud da işaret eder, nâmahremlerin hepsi dışarı çıkar.

Gazneli Mahmud’un; “Bana Bâyezîd’den bir hikâye söyle” ricası üzerine Şeyh; “Bâyezîd demiştir ki, her kim beni görürse, alnına bedbahtlık yazısı yazılmaktan emin olur.” der. Sultan Mahmud; “İyi ama onun rütbesi Peygamberinkinden daha mı büyüktür? Ebu Cehil, Ebu Leheb ve daha başka bir sürü münkirler onu gördükleri halde yine de cehennemlik olan talihsizlerden oldular.” diye karşılık verince. Şeyh, Sultan Mahmud’a; “Edebe dikkat et, kendi vilayetinden tasarrufta bulun, zira hakikatte Mustafa(sav)’yı onun dört dostundan ve ashâbından başkası görmemiştir. Bunun delili nedir, bilir misin? ‘Görüyorsun ki, onlar sana nazar etmedeler, hâlbuki (seni olduğun gibi) görmüyorlar’[32] âyeti”.

Bu söz Gazneli Mahmud’un hoşuna gider ve “Bana öğüt ver.” talebini yeniler. Şeyh de; “Şu dört şeye dikkat et: Günahlardan sakın, namazı cemaatle kıl, cömert ol, Allah(cc)’ın yarattıklarına şefkat göster.” der.

Sultan Mahmut’un “Bana dua et.” talebi üzerine Şeyh onun hakkında şöyle bir duada bulunur: “Allah’ım, iman sahibi erkek ve kadınları affet”[33] Ey Mahmud! Senin de akıbetin mahmud/makbul olsun.”

Sonra Sultan Mahmut, Şeyh’in önüne bir kese altın koyar, Şeyh de onun önüne arpadan yapılmış bir yufka koyar ve: “Buyur ye.” der. Sultan Mahmut ekmeği çiğniyor, ama ekmek boğazından geçmiyordu. Şeyh; “Galiba boğazına durdu.” der. Sultan Mahmut; “Evet öyle.” cevabını verir. Şeyh; “İster misin ki, bu altın kese de bizim boğazımıza dursun? Kaldır şunu, zira biz onu üç talakla boşamışızdır.” der.

Sultan Mahmut; “Mutlaka bir şey yapmalısın, (bu parayı bir yere sarf etmelisin)” deyince, Şeyh; “Asla olmaz.” der. Sultan Mahmut, “Şu halde bana senden bir hatıra ver.” der. Şeyh de hâkî gömleğini kendisinden bir yadigâr olmak üzere ona verir.

Sultan Mahmut geri dönerken; “Ey Şeyh! Zaviyen de hoşmuş.” der. Şeyh; “Bunca şeylerin var! Sana bu da mı lâzım?” der. Sonra Sultan Mahmut oradan ayrılacağı vakit, Şeyh onun için ayağa kalkar. Sultan Mahmut; “İlk defa geldiğimde iltifat etmemiştin, şimdiyse ayağa kalkıyorsun, o hâl neydi, bu ikram nedir?” diye sorar. Şeyh; “Önce padişahlık gururu ve imtihan için geldin, şimdi inkisar ve dervişlik hâliyle gidiyorsun ve dervişlik devletinin güneşi üzerinde ışıldamaya başladı. Evvelce padişah olduğun için kalkmadım, şimdi derviş olduğun için kalkıyorum.” der.

Sonra Sultan, o sıralarda gazaya gitmek üzere oradan ayrılır, Sevmenât’a gider. İçine mağlup olma korkusu düşer. Birden atından inip bir köşeye çekilir, yüzünü toprağa koyar ve Şeyh’in bahis konusu gömleğini eline alıp; “İlâhî! Şu hırkanın sahibinin yüzü suyu hürmetine şu kâfirlere karşı bize zafer verirsen, ganimet olarak ele geçireceğim her şeyi dervişlere vereceğim.” diye dua eder etmez küffâr tarafından bir toz ve duman kopar. Karanlıkta kılıçlarını birbirine saplayıp yekdiğerini katlederler ve dağılıp giderler.

Böylece İslâm askeri zafer kazanmış olur. O gece Sultan Mahmut bir rüya görür. Şeyh ona şunları söyler: “Hakk’ın dergâhında, hırkamızın yüzü suyu hürmetine muzaffer oldun, eğer o anda isteseydin, kâfirlerin tümüne İslâm’ı nasip ederdin.”[34]

Madde sultanı olan Gazneli Mahmud, Harakânî’nin mânâ sultanlığına bu şekilde hayranlık besler. Harakânî’nin saltanatı mâneviyat ve ruhaniyet arenasındaki nüfuzuyla gerçekleşmiştir. Onun saltanatında takva, vera, zühd, fakr, mücahede, muhasebe ve riyazet yegâne usûldür.

Onun zühdî kişiliği ile alâkalı olarak Attâr, bahçesinde ekim ve dikim işlemini sürdürürken, Harakânî’nin toprağı ilk kazmasında gümüş, diğer kazmasında altın ve bir başka kazmasında ise inci ve mücevherat çıktığından söz eder.

Bunun üzerine Harakânî, Hakk’a münacatla; “Allah’ım! Beni bununla avutma. Ben dünya ile Sen’in gibi bir Rab’den yüz çeviremem.” diye yakardığından, onun daima Hak’tan yana tercihte bulunduğundan bahseder.[35]

Günlerdir karınlarını doyuramayan kırk dervişiyle birlikte zaviyede oturuyorlarken, Harakânî’nin huzuruna şahsın biri gelip bir yük un ve bir de koyun bırakır. “Bunları sûfîlere getirdim.” dedikten sonra, Harakânî; “İçinizden kim gerçek sûfî olmuş ve tasavvufa olan nispetini sıhhatli hâle getirmişse bunu alsın, ben sûfîlikten bahsetme cesaretini kendimde göremiyorum.” diye seslenir.

Bunun üzerine hepsi de nefeslerini içlerine çekip gelene ilgi göstermezler. Adam da getirdiklerini götürmek zorunda kalır.[36] Bu tür tutumları ile rızk konusunda endişelenmeyi edebe aykırı gören Harakânî; “Vakti gelmeden senden ibadet istenmediği gibi, sen de henüz gelmemiş olan yarının rızkını isteme.”[37] tavsiyesinde bulunmaktadır.

"Sen Allah(cc)’ı zikreden biriyken sana Allah(cc)’tan başkasını hatırlatan kişiyle asla dostluk yapma."

Ebu'l Hasan el-Harakânî (ks)

V1033 / Harakan - Kars

Sûfî ve Derviş kimdir?

Ona göre iki ayrı yol bulunmaktadır. Bunlar, dalâlet ve hidayet yollarıdır. Biri Allah(cc)’a giden kulun yolu, diğeri de kula gelen Hakk’ın yoludur. Kuldan Allah(cc)’a giden dalâlet yolu, Allah(cc)’tan kula gelen hidayet yoludur.

Kim, “Ben ona vasıl oldum” derse, o vasıl olmamıştır. Kim de “Beni vasıl kıldı” derse o vasıl olmuştur. Zira vasıl kılma, vasıl olmaya bağlıdır. Vasıl olmamak da vasıl olmaya raptedilmiştir. Çünkü isalda vusul vardır, ama vusulde vusul yoktur. [38]

Kendisine gerçek anlamda sûfînin kim olduğu sorulduğunda Harakânî şu şekilde cevap vermiştir:

“Kişi, yamalı elbise ve seccade ile sûfî olmaz. Sûfî belli kurallar ve âdetlerle de sûfî olmaz. Sûfî ‘yok olan’ kimsedir.”[39]

Bu sözü ile Harekânî, müntesiplerini fenâ bilincine ermeye, kendi nefsinden fânî, Hakk’ın varlığı ile bâkî olmaya davet etmektedir. Bir başka tespitlerinde de bu yaklaşımını perçinlemektedir.

Sûfînin gündüz güneşe, gece de ay ve yıldızlara ihtiyacının olmayacağını, varlık kisvesine ihtiyaç duymayan bir kimlik olduğunu beyan etmektedir.[40] Dervişliği takva, cömertlik ve insanlara karşı müstağni davranmak olarak tarif eden, Harakânî,[41] dervişin özelliklerini şu şekilde sıralamaktadır:

  1. Derviş içinde endişesi olmayan,
  2. Konuştuğu halde konuşulmayan,
  3. Gördüğü halde görülmeyen,
  4. Duyduğu halde duyulmayan,
  5. Yediği halde yediğinden lezzet almayan,
  6. Hareket ve sakinliği bulunmayan,
  7. Sıkıntısı ve mutluluğu olmayan kişidir. [42]

Tasavvufun kişiyi vesveseden kurtarmayı hedeflediğinden bahseden Harakânî, vesvesenin de şu üç kaynağı bulunduğundan bahseder:

“Göz, kulak ve lokma. Kişi gözle kalbi meşgul etmemesi gereken şeyi görür, kulakla kalbi meşgul etmemesi gereken şeyi duyar ve haram lokma ile de kalbi kirletir. İşte bu üç etkenle vesvese ortaya çıkar.”[43]

Harakânî, tevbe, teslimiyet, rıza, sabır, şükür ve ihlâsı tarikatın binası;[44] ilmi, hilmi, zühdü, takvayı, kanaati ve yakini tarikatın altı hükmü;[45] ihsanı, zikri, istek ve arzuları terk etmeyi, dünyayı terki, havf ve şevki tarikatın altı gereği;[46] gayreti, ayıpları örtmeyi, özür dilemeyi ve sükûtu dervişlerin dört derecesi;[47] güneş gibi şefkatli olmayı, deniz gibi cömert olmayı, yeryüzü gibi tevazu sahibi olmayı fakrın üç nişanesi;[48] iyilik istemeyi, Allah(cc)’ın rızasını, ayıpları örtmeyi, hırka giyinmeyi, sabrı, şükrü ve kanaati dervişliğin yedi mertebesi[49] olarak dile getirmiştir.

Ebû Said ile birlikte dostları Harakânî’ye konuk olurlar. İzzet ve ikram gerçekleştikten sonra konuklar, “İlâhîler okunup semâ edilmesine müsaade eder misiniz?” diye kendisinden ricada bulunurlar. O da; “Bende semâ yapma arzusu yok ama size uyarak dinlerim.” der ve elini yastığa dayar.

Müridlerinden Ebû Bekir Harakî meclisteki semânın tesirinde o kadar fazla kalmıştır ki, alın damarları çatlayacak hâle gelir. Harkânî’den de ayağa kalkıp semâya bizzat eşlik etmesi istenince, Şeyh de semâya kalkıp üç defa abasını sallar ve yedi defa da ayağını yere vurur. Semâ ehli onun semâya kattığı aşkla coşkunun arttığından, sanki kendisine mevcudatın eşlik ettiğinden, herkesi hayretler içerisinde bırakan teshir halkasından bahsedeler.[50]

Dolayısıyla gerçek zikir, zakire kozmik düzenin eşlik ettiği bir zikirdir. Asıl zikir, eşyanın tesbihatını idrak etmek ve âlemlerin seyrine ortak olmaktır. Harakânî bu tür yaklaşımı ile Ebû Saîd Ebü’l-Hayr’ı bast, kendisini de kabz ehli olarak nitelendirmektedir.

Ebû Said’in büyük önem verdiği semâ ve rakstan hoşlanmaması aralarında meşrep farkı bulunduğunu göstermektedir. Harakânî, hırka ve seccade gibi tasavvufun şeklî unsurlarına önem vermezken, Ebû Saîd’in tekkesinde bunlara değer verilmesi bu meşrep farkından ileri gelmektedir.[51]

İlim, irfan, din ve diyanet yolcularının kulağına küpe olacak tavsiyelere sahip olan Harakânî’nin yanına gelen sevenlerinden birisi dini tebliğ hususunda kendisinden müsaade ister. O da; “Halkı kendine davet etmeyeceksen, olur!” cevabını verir. Müridi de; “Halkı kendime davetten maksadınız nedir?” diye sorar. Harakânî; “Halkı başka birisi davet eder ve bu davet senin hoşuna gitmezse, bu, başkalarını kendine davet etmiş olmanın nişanı olur.”[52] diyerek hakikati kimlerden duyduğumuz değil, kimlerin hakikati söylediğinin önemli olduğunu, hakikat ehli ile birlikte olmak gerektiğini ve dini kendi menfaatlerimiz için kullanmamanın önemini dile getirir.

Hasan Harakânî’nin Sözleri ve Öğütleri

Seyr u Sülûk risalesinde tavsiye ve telkinleri ile müntesiplerine kemâle ermenin yollarını öğreten Harakânî, şu öğütleri ile eserine son vermektedir:

“Hak yolunda yürümek isteyen kimsenin şu dört gurubun sözlerini dinlemesi gerekir: Âlimler, muttakîler, evliya, yol gösteren mürşidler. Geçen ömür geri gelmez. Ey dost, doğru yola ermek istersen, yol gösterici mürşidden dile. Çükü bu hususta yol yordam bilmek fayda verir.”[53]

Nûru’l-Ulûm isimli eserinin beşinci bölümü münacatlarına aittir. O, yakarışlarında son derece hisli, dualarında ısrarcı ve dileklerinde ise son derece edeplidir. Dualarından bir kaçı şöyledir:

“Allah’ım! Senin kulların, Senin verdiğin nimetlere şükreder; ben ise Senin varlığına şükrederim. Senin varlığın bizzat nimettir. O halde Allah’ım! Senin varlığın yetmez mi ki, başka şey isteyeyim.”

“Allah’ım! Kıyamet günü beni bana sorarsan diyeceğim ki: Allah’ım! Beni kendinden sor ve kendi birliğinden sor.”

“Allah’ım! Ben Senden Seninle güçlüyüm; benim olan şey Sensin ve Sen bâkîsin ve Senin olan şey (ben) öyle zaman olur ki kalmaz.”[54]

“Allah’ım! Gariplerin benim tekkemde ölmelerine müsaade etme, zira Ebü’l-Hasan’ın tekkesinde bir garip öldü, derlerse, ben o garibin ölümüne tahammül edecek güce sahip değilim.”[55]

Hikmetli sözlerinden bazıları şöyledir:

  • Sen Allah(cc)’ı zikreden biriyken sana Allah(cc)’tan başkasını hatırlatan kişiyle asla dostluk yapma.

  • Hep sevindirici şeyler arama. Bazen seni üzecek şeylere yönel. Ağla, gözyaşların aksın. Çünkü Allah(cc) gözyaşı akıtanları çok sever.

  • Bir insanın, vesile edinerek Allah(cc)’ı bulmaya çalıştığı işlerin en güzeli Kur’ân-ı Kerim’dir. Allah(cc)’ı Kur’ân-ı Kerim ile arayın.[56]

Kaynaklar:

[1]        Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, s. 193.

[2]        Şenol Kantarcı, “Giriş”, Nûru’l-’ulûm, Ebü’l-Hasan Harakânî Derneği Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2001, s. 11.

[3]        Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 673.

[4]        Aynı eser, s. 670.

[5]        Hasan Kamil Yılmaz, Altın Silsile, ErkamYayınları, İstanbul 1994, s. 65.

[6]        Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 444.

[7]        Ahmet Yaşar Ocak, Veysel Karânî ve Üveysîlik, İstanbul 1982, ss. 102-103.

[8]        Kadir Özköse, Sûfî ve İktidar (Fülânî Islahat Hareketi), Ensar Yayıncılık, 2. Baskı, Konya 2008, ss. 189-190.

[9]        Yılmaz, Altın Silsile, s. 65.

[10]      Süleyman Uludağ, “Harakânî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1997, c. XVI, s. 93.

[11]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 431.

[12]      Uludağ, “Harakânî”, DİA, c. XVI, s. 93.

[13]      Şemseddin Sami, Kâmûsü’l-A’lâm, Mihran Matbaası, İstanbul 1306, c. I, s. 706.

[14]      Sâdık Yalsızuçanlar, “Ebü’l-Hasan Harakânî(ra) Hazretlerinin Eserleri”, Seyr u Sülûk Risalesi, Sûfî Kitap, İstanbul 2006, s. 94.

[15]      Yalsızuçanlar, “Ebü’l-Hasan Harakânî(ra) Hazretlerinin Eserleri”, Seyr u Sülûk Risalesi, s. 94.

[16]      Yalsızuçanlar, “Ebü’l-Hasan Harakânî(ra) Hazretlerinin Eserleri”, Seyr u Sülûk Risalesi, s. 94.

[17]      Sâdık Yalsızuçanlar, “Şiirlerinden Seçmeler”, Seyr u Sülûk Risalesi, Sûfî Kitap, İstanbul 2006, s. 128-129.

[18]      Yalsızuçanlar, “Şiirlerinden Seçmeler”, Seyr u Sülûk Risalesi, s. 129-130.

[19]      Uludağ, “Harakânî”, DİA, c. XVI, s. 94.

[20]      Aynı yer.

[21]      İbn-i Battuta, Büyük Dünya Seyahatnamesi Tuhfetü’n-Nüzzar fî Garâibi’l-Emsal ve’l-Acâibi’l-Estar, çev.: Muhammed Şerif Paşa, sad. Mümin Çevik, ikinci gözden geçirme ve sadeleştirme: Ali Murat Güven, İmaj İç ve Dış Ticaret A.Ş., İstanbul 2005, s. 293

[22]      Uludağ, “Harakânî”, DİA, c. XVI, s. 94.

[23]      Yılmaz, Altın Silsile, s. 62.

[24]      Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, s. 193.

[25]      Aynı eser, s. 194.

[26]      Uludağ, “Harakânî”, DİA, c. XVI, s. 93.

[27]      Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, s. 194.

[28]      Aynı yer.

[29]      Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 676.

[30]      Aynı eser, s. 679.

[31]      Nisâ, 459.

[32]      A’râf, 7/198.

[33]      İbrahim, 14/41.

[34]      Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 677-679.

[35]      Aynı eser, s. 671.

[36]      Aynı eser, s. 680.

[37]      Harakânî, Nûru’l-Ulûm, s. 43.

[38]      Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, s. 194.

[39]      Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 444.

[40]      Aynı yer.

[41]      Ebü’l-Hasan Harakânî, Nûru’l-Ulûm, haz.: Şenol Kantarcı, Ebü’l-Hasan Harakânî Derneği Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2001, s. 33.

[42]      Harakânî, Nûru’l-Ulûm, s. 33.

[43]      Harakânî, Nûru’l-Ulûm, s. 35.

[44]      Ebu’l-Hasan Hasan Harakânî, “Risâle der Tarîk-ı Edhemiyye ve Külâh-ı Çâr-Terk”, Seyr u Sülûk Risalesi, çev.: Mustafa Çiçekler, haz.: Sâdık Yalsızuçanlar, Sûfî Kitap, İstanbul 2006, s. 46.

[45]      Harakânî, “Risâle der Tarîk-ı Edhemiyye”, Seyr u Sülûk Risalesi, s. 46.

[46]      Aynı eser, s. 47.

[47]      Aynı eser, s. 47.

[48]      Aynı eser, s. 47.

[49]      Aynı eser, s. 48.

[50]      Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 675.

[51]      Uludağ, “Harakânî”, DİA, c. XVI, s. 93.

[52]      Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 677.

[53]      Harakânî, “Risâle der Tarîk-ı Edhemiyye”, Seyr u Sülûk Risalesi, s. 50.

[54]      Harakânî, Nûru’l-Ulûm, s. 48.

[55]      Aynı eser, s. 91.

[56]      Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 120.

Önceki Halka

Bâyezîd-i Bistâmî (ks)

Detaylı Oku

Sonraki Halka

Ebû Ali Fârmedî (ks)

Detaylı Oku