
Bâyezîd-i Bistâmî (ks)
6
Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.
Bâyezîd-i Bistâmî (ks)
Adı Tayfur bin İsâ, künyesi Ebû Yezîd ve nisbesi el-Bistâmî olarak bilinen Ebû Yezîd Tayfur b. İsa Sürûşân el-Bistâmî[1] İran’ın Horasan eyaletinde Bistâm kasabasında doğmuştur.[2]
Dedesi Sürûşân İranlı Mecûsî bir din adamıyken Müslüman olmuştur. Dindarlığı ile tanınan babası İsa ise Bistâm’ın ileri gelenlerinden, iyi bir Müslüman ve saygın bir insandır.[3] Annesi de son derece saliha bir hatundur. Üç kardeştirler. Âdem, Tayfur ve Ali. Üçü de âbid ve zâhiddir. Fakat Tayfur yani Bâyezîd içlerinde hâl bakımından en üstün olanıdır.[4]
Ortancaları olan Tayfur, Sultânü’l-Ârifîn Pir-i Bistâm ve Bâyezîd (Ebu Yezîd) diye meşhur olmuştur. Molla Cami onun adını sehven Ebû Yezîd Tayfur b. İsâ b. Âdem b. Sürûşân şeklinde kaydetmiştir.[5] Aslında bu Bâyezîd-i Bistâmî’nin değil büyük kardeşi Âdem’in torunu Ebû Yezîd Tayfur b. İsâ b. Âdem’in nisbetidir. İkisini birbirine karıştırmamak için birincisine Büyük Bâyezîd, ikincisine de Küçük Bâyezîd denilir.[6]
Mezhebi Hanefî, tarikatı Sıddıkî, Hz. Ebû Bekir(ra) vasıtasıyla devam eden altın silsilenin İmam Câfer-i Sâdık’tan sonraki halkasını oluşturan Bistâmî, Ahmed b. Hadraveyh (ö.240/854), Yahya b. Muâz (ö.258/871) ve Ebu Hafs Haddâd (ö.265/878) ile çağdaş, Şakik Belhî (ö.194/809), Zünnûn-ı Mısrî (ö.245/859) ile dost ve arkadaştır.
O kendini tümüyle zühd yoluna vermeden önce fıkıh dersleri vermektedir.[7] Kuşeyrî onun vefatından kısa bir süre önce hıfzını tamamladığından bahsetmektedir.[8] Serrâc’ın Bistâmî’yi ömründe bir defa hacca giden sûfîlerden sayması, onun ilim ve marifet tahsili için fazla seyahat etmediğini gösterir.[9]
Bistâmî’nin doğum yeri olan Bistâm’dan ayrılma sebebi, ileri sürdüğü bazı görüşlerinden dolayı olmuştur. Buradan Şam’a[10] sonra da Hicaz’a giden Bistâmî daha sonra Cürcân ve Semerkand’a gitmiştir.
Kendisinin sürülmesi fetvasını veren Hüseyin b. İsa’nın vefatı haberini alan Bâyezîd, Bistâm’a geri dönmüş ve burada vefat etmiştir.[11] Kabri aynı yerde bulunan Bâyezîd’in vefat tarihi ihtilaflı olup, 234/848, 261/875 ve 264/878 yılları verilmekle birlikte bu tarihlerinden ikincisi daha doğru gibi görünüyor. Bâyezîd’in 73 yaşında iken vefat ettiği rivayetleri kabul edilirse o, 186/802’de doğmuş olmalıdır. Bu bakımdan onun Câfer-i Sâdık’ın talebesi olduğuna dair rivayetlerin tarihi bakımdan tutarsız olduğunu da belirtmeliyiz.[12]
Bistâmî rivayetlere göre Ahmed b. Hadraveyh,[13] Ebû Türâb en-Nahşebi (ö.245/859)[14] ve Yahya b. Muaz ile görüşmüştür.[15] Bununla birlikte aynı dönemde yaşadıkları halde Maruf Kerhî (ö.200/816), Haris el-Muhâsibî (ö.243/857), Seriyyü’s-Sakatî (ö.257/870), Ebû Hafs el-Haddâd (ö.265/878) ve Hamdûn el-Kassâr (ö.271/884) ile Bâyezîd-i Bistâmî arasında geçen herhangi bir menkabenin rivayet edilmemesi de dikkat çekicidir.[16]
Hanefî fıkhını tahsil eden Bâyezîd-i Bistâmî, sahip olduğu bu fıkhî birikimini Ebû Ali es-Sindî’ye aktardığından, onun da kendisine tevhid ve hakikat ilmini öğrettiğinden bahsetmektedir.[17]
Selefleri olan İbrahim b. Edhem (ö.161/777), Abdülvahid b. Zeyd (ö.177/793) ve Ebû Süleyman ed-Dârânî (ö.215/830)’nin uzaktan sezdikleri ve ulaşmayı temenni ettikleri Ehadiyyet-i Sırf-ı İlâhîyye hususunda tefridi/tecrîdü’t-tevhîdi açıkça ilk defa olarak ilân etmiştir.
Tefekkür ve murakabe ile Zât-ı Ulûhiyetle yüz yüze geldiğinden bahseden Bistâmî’ye bunda nasıl başarılı olduğu sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Bir yılanın derisinden soyunduğu gibi benliğimden soyundum; sonra zâtıma nazar ettim ve gördüm ki ben O imişim.” [18]
Bâyezîd-i Bistâmî’nin boyu uzun, bedeni zayıf, yüzü beyaz, sakalı ak ve seyrek, gözleri çukurca idi. Hz. Ebû Bekir(ra)’e çok benzerdi. Âriflerin Sultanı ve muhakkiklerin serdarı idi.[19]

Bâyezîd-i Bistâmî (ks)
Tasavvufî Görüşleri
Bâyezîd-i Bistâmî’ye zühdünün ve sülûkünün başlangıcı hakkında sorulduğunda, o şu cevabı vermiştir:
“Zühdün bir tek menzili yoktur ki, bir tek cevap vereyim, Çünkü ben zühdde üç gün kaldım, dördüncü gün zühdden çıktım. İlk gün dünya ve dünyada olan şeylere karşı zâhid/ilgisiz oldum. İkinci gün, âhirete ve orada bulunan şeylere karşı zâhid oldum. Üçüncü gün Allah(cc)’tan başka ne varsa hepsine karşı zâhid oldum.
Dördüncü gün olunca Allah(cc)’tan başka bir şey kalmadı. İlâhî aşk beni şaşkına döndürdü. O zaman hatiften gelen bir sesin bana; ‘Ey Bâyezîd, bizimle birlikte bulunmaya takatin yetmez.’ dediğini işittim ve maksadım işte bu idi, dedim. Aynı ses bu sefer; ‘Maksadına eriştin, istediğini buldun’ diye hitap etti.”[20]
Dolayısıyla onun tasavvuf ve zühde koyulması, bir merasimden ibaret değildir. Onun tasavvufî hayatını tercihi ihtiyarîdir. Zühd, halvet, murakabe ve mücâhedesinin çabucak sonuç doğurmasına azami dikkat etmiştir.
Bâyezîd-i Bistâmî’nin ortaya koyduğu tasavvufî görüş ve düşünceler, gerek yaşadığı devirde gerekse vefatından sonra büyük ölçüde tesirli olmuştur. Cüneyd-i Bağdâdî, ondan “Cebrâil(as)’in melekler arasındaki yeri ne ise Bâyezîd’in aramızdaki yeri de odur.”[21] şeklinde övgüyle bahsetmektedir.
Bunun yanında Muhasibî, Cüneyd ve Zünnûn gibi sûfîler, İlâhî sevgi hususundaki görüşlerinde mutedil İslâmî çizgiyi temsil ederlerken, onlara kıyasla Bâyezîd-i Bistâmî’nin sünnî kategoride değerlendirilemeyecek tarzda coşkun bir eğilimi temsil ettiği, Hint düşüncesinin etkisi altında kalarak tasavvufa sekr kavramını soktuğu, vahdet-i vücûd felsefesini ilk olarak terennüm ettiği, kadim İran geleneğinden geldiği varsayımıyla İran tasavvufunun adeta bir simgesi olduğu, hocasının Hindistanlı olması nedeniyle onun Vedantalar’ın ve Budizm’in tesirinde kaldığı, Mecûsîliği İslâm dinine soktuğu tarzında, kabul edilebilir olanlarının yanında, hâlâ ciddi delillere muhtaç bazı iddialar Bâyezîd-i Bistâmî ile ilgili olarak ileri sürülmüştür.[22]
Tüm bu iddialara rağmen, onun tasavvufî düşüncesinin Muhâsibî ve Cüneyd-i Bağdâdî örneğindeki sûfîerin temsil ettiği çizgide olmadığı bir vakıadır. Ayrıca 3/9. asrın ilk yarısında tasavvufun Bâyezîd-i Bistâmî vasıtasıyla ileri bir adım attığı, hatta bir sıçrama gerçekleştirdiği de muhakkaktır.[23] Çünkü o, tasavvuf yolunun esaslarını açık bir şekilde ortaya koyan bir şahsiyettir.[24]
Vahdet-i vücûda dair özel bir nazariyesi olmamakla birlikte, o, kendisinden sonra İslâm âleminde ortaya çıkan bu düşüncenin ilk habercilerinden biridir. Dolayısıyla o, Hallâc-ı Mansûr (ö.309/921) gibi, zühd tasavvufundan, özünü vahdet-i vücûdun teşkil ettiği felsefî tasavvufa intikal devresinin önemli bir temsilcisidir.
Tasavvuf anlayışında kadim kültürden bazı unsurların bulunduğu kuvvetle muhtemel olmakla birlikte, onun bu kültürü İslâmî kültür ile yoğurarak yeniden inşa ettiği ve böylece epistemolojisini tesis ettiğini söylememiz de mümkündür.[25]
Tasavvuf kavramlarına “sekr” kavramını kazandırmış olan Bâyezîd Bistâmî’nin bu kavramı, muhabbet ve aşk kelimelerinin yanında önemli bir yer tutmuştur.[26] Fenâ,[27] sekr, tevhid, miraç, şathiye,[28] ilâhî aşk,[29] melâmet ve îsâr konularındaki yaklaşımları ve tasavvuf düşüncesini fenâ merkezli ele almasıyla göze çarpmaktadır.[30]
Bâyezîd-i Bistâmî, sekri sahvına, mahvı isbâtına galip ve şatahât üslûbuyla konuşan bir sûfîdir.[31] Hucvîrî’nin tespitine göre o, devamlı surette mağlup bir halde ve galebe vaziyetinde kendinden geçmiş bir durumda bulunmakta idi. Namaz vakti gelince, sahv hallerine dönerdi. Namazlarını kılınca, tekrar mağlup olurdu.[32]
Galebe hâlinin güçlülüğünü yansıtan bir örneği şu şekilde sunabiliriz: Bâyezîd Bistâmî bir gün dergâhında idi. Bir adam geldi ve kendisine; “Bâyezîd Bistâmî içerde mi? Hânede mi?” deyince, Hazret; “Hânede Allah(cc)’tan başkası mı var?”[33] cevabını verdi.
Aşk ateşinde yanan Bâyezîd, kendisi de dâhil olmak üzere hânedeki tüm varlıkları maşuku olarak görüyor, gözü Allah(cc)’tan başkasını görmüyordu, beden hanesinde kendisi yoktu, O vardı. Bir defasında ezan okunurken bayılan Bâyezîd-i Bistâmî, kendisine geldiğinde; “İnsanın ezan okurken ölmemesi ne şaşılacak şey”, demiştir.[34]
Sâlikin kendinden geçip (sekr) benliğini yok ederek (fenâ) Hakk’a ermesi gerektiği düşüncesinde olan Bâyezîd-i Bistâmî’ye göre sâlik, bu dereceye ancak sürekli riyâzet, çetin nefis mücadesi, tefekkür ve dikkatli murakebe ile erişebilir. Nitekim kendisi Allah(cc)’a hitaben, O’na nasıl erişebileceğini sorduğunda “Nefsini bırak da öyle gel.” cevabını aldığını, bunun üzerine gömleğinden çıkan yılan gibi nefsinden ve benliğinden sıyrılıp çıktığını ifade etmiştir.[35]
Diğer yandan o, Hakk’a duyulan muhabbeti; “Kişinin nefsinden gelen çoğu az görmesi, dostundan gelen azı da çok görmesi”[36] şeklinde tarif etmektedir. Yahya b. Muâz, kendisine mektubunda; “Onun muhabbet kâsesinden çok içtiğimden sarhoş oldum.” diye yazınca, o şu cevabı yazmıştır: “Senden başkası yer ve göklerin denizlerinden içti, hâlâ da kanmamıştır. Dili sarkık olduğu halde, ‘Dahası var mı içeyim’ diye feryat ediyor!” [37]
Diğer yandan Bistâmî, şu sözü ile de aşkın dörtlü niteliğinden söz etmektedir: “Muhabbetin dört dalı vardır: Birincisi, O’nun lütfudur, O’ndan gelir; ikincisi O’na itaat etmek içindir ve senden gelir; üçüncüsü O’nu zikretmendir ve O’nun içindir; dördüncüsü de muhabbettir ve ikiniz arasındadır.”[38]
Sahip olduğu mertebeye; “Bütün dünyevî sebep ve vasıtaları (mal ve servet arzusunu ) topladım, bunları kanaat ipi ile bağladım, sıdk mancınığına koydum, ümitsizlik denizine attım ve istirahat ettim”[39] sözleri çerçevesinde aç karın ve çıplak bedenle, nefsini on iki yıl çekiçle döverek ulaştığını söyleyen Bâyezîd, bu mertebede âşıkla mâşukun bir ve aynı, her şeyin “bir”den ibaret olduğunu görmüş, “Ey sen ki bensin!” şeklinde kendisine yine kendisinden nida edildiğini söylemiş, fenâdan da fânî olmayı gösteren bu hâli ifade etmek üzere “Heme üst” (her şey O’dur) sözünü kullanmıştır.
Hakk’a giden yolun uzun olduğunu ve O’na ulaşmanın kolay olmadığını her fırsatta belirten Bâyezîd, Hakk’a erdiğini sananların aslında henüz yolda olduklarını, bir erme hâlinden bahsedilemeyeceğini anlatmak için, “Binlerce makamı geride bıraktıktan sonra Allah(cc)’ın mânâsında değil lafzında olduğunu gördüm” demiş ve bu şekilde Allah(cc)’ın künhüne ulaşmanın imkânsızlığını anlatmak istemiştir.[40]
Serrâc, Allah(cc)’a olan yolculuğunu sembolik ifadelerle anlatan Bâyezîd’in şu sözünü nakleder:
“Vahdaniyetine ulaşmanın başlangıcında cismi ahadiyyetten, kanatları deymûmiyyet/ebediyetten bir kuş oldum. Keyfiyet havasında on yıl uçtum. Hatta bu şekilde yüz binlerce kere havada uçtum. Nihayet ezeliyyet meydanına vardım. Orada ahadiyyet ağacını gördüm.”[41]
Bâyezîd bu sözlerden sonra, o ağacın yerini, kökünü, dallarını, budaklarını, meyvelerini anlatarak ardından şunları söyler: ‘Baktım ve anladım ki bunların hepsi hile imiş.” [42]
Cüneyd-i Bağdâdî, bu sözü:
“Mücerred tevhidin olduğu yerde Allah(cc)’tan gayrı her şey bir aldatmacadır. Bistâmî, burada mülahaza ve müşahede ettiği şeyleri vasfetmiş; vardığı hâlin nihayetini, ulaştığı makamın sonundaki istikrar noktasını anlatmıştır. Bu yol, mânevî delilleri müşâhede ve mânâ ehliyle mest bir halde tevhid hakikatine ulaşması istenenlerin yoludur. Onlar gördüklerini dikkatle mülahaza için gönderilmişlerdir. Durum böyle olunca bu yolun, matlubu güçlendiren künhünün bir sınırı yoktur. Vardıkları gizliliğin de kalıcılığı yoktur. Belki bütün bunlar tevhidin te’yidine delil tevhidden alınan duyguların kalıcılığına vasıtadır.”[43]
şeklinde yorumlar.
Bâyezîd, Allah(cc)’ın zâtını olumsuzluk ifade eden terimlerle anlatır. Örneğin, “Yokluk/Leysiyyet meydanını kontrol ettim. On yıl boyunca uçtum, Nihayet yokluktan yokluk içinde yoklukla oldum. Sonra tazyî/kaybetmeyi kontrol ettim ki orası tevhid meydanıdır, yokluk ile kaybetme içinde uçtum. Nihayet kayıp içinde kayboldum. Kaybede kaybede ziya içinde ve leyse ile “tazyî”i de kaybettim. Sonra ârifin halktan gaybûbeti halkın âriften gaybûbeti içindeki tevhîdi murâkebe ettim.”[44] demesi böyledir.
Benlik, senlik, O’nluk/eneiyyet, entiyyet, hüviyyet deyimlerini sık sık kullanan Bâyezîd maksadını genellikle soyut kavramlarla açıklar. Kendi benliğinden geçip Allah(cc)’ın zâtına ulaşmayı bir miraç hâli olarak uzun uzadıya tasvir eder.[45]
Tasavvuf tarihinde ilk defa miraç edip semalara çıktığını, Allah(cc)’ı görüp O’nunla konuştuğunu söyleyen ve mistik tecrübelerini anlatan Bâyezîd-i Bistâmî olmuştur. O, daha evvel var olan, Hakk’a doğru yapılan mânevî yolculuğu bir miraç olayı gibi tasvir etmiş, bunu yaparken de Hz. Peygamber(sav)in miracını örnek almıştır. Onunla başlayan tasavvufî anlamdaki miraç, ondan sonra da devam etmiş, bu konuda özellikle İbnü’l-Arabî onun tesirinde kalmış ve büyük sûfîlerin gerçekleştirmeyi başardıkları en yüksek seviyede ruhun Hakk’a yükselmesi şeklinde anlaşılmıştır.
Bâyezîd’in miracı her şeyden evvel Allah(cc)’a ermek isteyen bir kulun mânevî çabalarının, rûhî gayretlerinin güzel bir tasviridir. Bu tasvirler tasavvuf edebiyatı içinde bir zenginlik olmuştur. Bu görüşlerinden dolayı Bâyezîd, İbnü’l-Cevzî’nin şiddetli eleştirilerine maruz kalmıştır.[46] Şu ifadeleri Bâyezîd’in bu miraç hâlini kısaca açıklamaktadır:
“Allah(cc) beni bir gün huzuruna yükseltip buyurdu ki: ‘Ey Bâyezîd, yaratıklarım seni görmek istiyorlar.’ Ben de dedim ki: ‘Beni vahdaniyetinle beze, bana enaniyyetini giydir, ahadiyetine yükselt. Yaratıkların beni görünce seni gördük desinler. Sen, o olasın ki, ben orada bulunmayayım.’”[47]
Bâyezîd-i Bistâmî’ye göre, Hakk’a vuslat fenâ ile gerçekleşir. Fenâ-yı fiil, tevhîd-i efâl’e; fenâ-yı sıfât, tevhîd-i sıfât’a; fenâ-yı zât, tevhîd-i zâta ulaştırır. Bağdat tasavvuf mektebinde tevhidden ilk olarak söz eden sûfî, hiç şüphesiz Seriyyü’s-Sakatî (ö.256/870)’dir.[48] Aynı asırda bu anlayışı geliştiren ve olgunlaştıran velî ise Bâyezîd-i Bistâmî’dir.
Şatahâtın ilk örneklerini verenlerden biri olan Bistâmî, şöyle diyor: “Saf ve mücerred tevhid hariç ulemanın diğer meselelerdeki bütün farklı kanaatleri rahmettir.”[49] Tevhid anlayışını üçlü merhalelerle açıklayan Bistâmî, birinci merhalede dünyaya ve içindekilere, ikinci merhalede ahirete ve içindekilere, üçüncü merhalede ise Allah(cc)’tan başka her şeye ilgisiz kalmak şeklinde olacağını düşünmektedir.[50] Kendisi, sahip olduğu bu tevhid bilincini ve fenâ deneyiminin zirve örneğini bizlere şu şekilde anlatmaktadır:
“Bir defasında hacca gitmiştim. Kâbe’yi gördüm ve nefsime, haccım kabul değil, dedim. Çünkü daha önce de bu tür taşlardan görmüştüm. Sonra Kâbe’ye bir defa daha gittim; bu kez hem evi hem evin sahibini gördüm ve tevhid kemâle ermedi, dedim. Üçüncü kez Kâbe’ye gidince bu kez sadece evin sahibini gördüm. O zaman o bana şöyle seslendi: ‘Ey Bâyezîd, tüm varlığı görsen bile eğer nefsini görmezsen şirke düşmezsin; ancak bütün varlığı görmeyip de nefsini görürsen müşrik olursun.’ O zaman tevbe ettim ve varlığımı görmekten vazgeçtim.”[51]
Hazret bu ifadesiyle, fenâ yahut vahdet-i vücûd makamına eriştiği mânevî mertebeleri dile getirmeye çalışıyor. Zira buradaki “hac” kelimesi, mânevî yolculuğun sembolü olup ilk aşaması; kendisinde Kâbe’yi, yani âlemi müşahede edip onu somut mânâda sezdiği hissî aşamadır. İkinci hacda yer alan “hem Kâbe’yi hem de sahibini görmüş” olmasından kasıt da, hem âlemi hem de Allah(cc) Teâlâ’yı görüp ikisi arasındaki farkı zihinsel olarak fark etmiş olmasıdır. Üçüncü hacda ise, hem Kâbe’yi hem de sahibi olan Allah(cc)’ı ayırt edemeyecek nitelikte kalp ve gözlemleriyle bütün varlıkları idrak etmiştir.
Dolayısıyla mezkûr haccın üç aşaması vardır:
- Hissî idrak veya tekli gözlem.
- Aklî idrak veya ikili gözlem.
- Kalbî şühûd/kalbe dayalı sezi veya aklî ve hissî çokluğun kendisinde yok olduğu mutlak vahdeti sonuçlandıran gözlem.[52]
Bu hac deneyimi ile Bâyezîd, fenâyı Yaratıcı ile yaratılanın birliği (ittihad) veya birinin diğerine hululü anlamında değil, genelde sûfilerce de kabul gören, beşerî, izafî varlığı görmeyip, mutlak hakikati görme hâli olarak algılamaktadır.[53]
“Hakk’a giden yol nasıldır? O’na nasıl ulaşılır?” sorusuna, Bistâmî; “Sen yoldan kalktın mı Hakk’a erersin.” diye cevaplar. Yani bu yolda kendi kendine engelsin, değerlendirmesinde bulunur.[54]
Ona göre bu makamın temel unsurları kurb, gaybet, ilâhî aşk ve muhabbettir.[55] Bu düşüncenin doğal bir sonucu olarak Bâyezîd-i Bistâmî, sekri sahvdan üstün saymaktadır. Çünkü bu anlayışa göre sahv, kul ile Rabbi arasında en önemli perde olan beşerî sıfatların varlığını gerektirir. Sekr ise bu sıfatların yok edilerek ihtiyar, tedbir ve tasarruf gibi perdelerin ortadan kalkmasıdır. O nedenle Allah(cc)’a ulaşmak isteyen, beşeri sıfatlarından sıyrılmak, nefsini ve nefsin arzularını terk etmek durumundadır. [56]
Sekr hâline büyük önem veren Bâyezîd’e göre fenâ hâli de esasen sekr hâlidir; insan Allah(cc)’a bu halde ve bu hâl ile yaklaşır. Bâyezîd’in sekr dediği cezbe ve vecd hâlinde iken söylediği şathiyeler açıklanmaya ve yoruma muhtaçtır.
Şathiyelerinden bir bölümü, yeğeni Ebû Mûsâ tarafından Cüneyd-i Bağdâdî için Farsça’dan Arapçaya tercüme edilmiştir. Onun söz ve şiirlerini ihtiva ettiği rivayet edilen bazı risaleler de Abdurrahman Bedevî tarafından Şatahâtü’s-sûfiyye (Kahire 1949) adlı eser içinde neşredilmiştir.
Serrâc el-Lûmâ’da Cüneyd-i Bağdâdî’nin bu şathiyelerden bazılarıyla ilgili açıklamalarını nakletmiştir. Sehleğî’nin Kitâbü’n-Nûr’da topladığı şathiyelerden önemli bir bölümünü de Baklî, Şerh-i Şathiyyât’ta açıklamıştır. Şathiyeleri dolayısıyla aleyhinde çok şeyler uydurulduğunu söyleyen Herevî, Bâyezîd’e isnat edilen bu tür ifadelerin ona ait olabileceğine ihtimal vermez.
سبحاني ما اعظم شاني “Ben kendimi tesbih ederim, benim şânım ne yücedir!”, ليس في جبتي سوي الله “Cübbemin içinde Allah(cc)’tan başkası yok.” “Beni bir kere karşısına aldı ve dedi ki: “Ey Bâyezîd, halk beni görmek istiyor.” Ben de dedim ki: “Öyleyse beni vahdetinle süsle, benliğini giydir, ahadiyete erdir. Halk Sen’in sıfatlarını görünce Sen’i gördük desinler. O zaman Sen, Sen olursun, ben ise orada bulunmam.’”[57] “İki âlemde Allah(cc)’tan başkası yok”, “Benim sancağım Muhammed’inkinden büyüktür”; “Çadırımı arşın hizasında kurdum” gibi cümleler Bâyezîd’in meşhur şathiyelerinden birkaçıdır.
Bâyezîd’e ait olan ya da ona izafe edilen ve üzerinde tartışmalar cereyan eden şatahât türü bu gibi sözlerin mazur sayılması, ifadelerin kontrolsüz ve tevilleri gerektirmesinden dolayıdır. Burada tevil, bu sözlerden anlaşılabilecek hulûl ve ittihad anlamını “tevhid”, yani hakikatte Allah(cc)’tan başka varlık olmadığı anlamına irca ederek yapılmıştır.
Bu çerçevede Cüneyd-i Bağdadî, Bâyezîd’in şathiyelerinin bir kısmını tevil etmiştir. Fakat “Bâyezîd bidayet sınırını aşamamıştır. Ben ondan nihayete erdiğine işaret eden bir söz duymadım.” diyerek onu tenkit etmekten de geri durmamıştır. Cüneyd’e göre Bâyezîd bu sözlerinden dolayı mazurdur. Çünkü bu onları vecd denizine dalmış olduğu halde söylemiş ve kendi varlığından sıyrılmıştır. O nedenle söylediği sözler kendi varlığını nitelemekten uzaktır. Onun sözlerine tenkit yöneltenler bu halden haberi olmayanlardır.
Serrâc da aynı şekilde sûfîlerin şath türü ifadelerinden dolayı mazur olduklarını, dolayısıyla onları tenkit etmenin doğru olmayacağını ve bu konuda hükmü Allah(cc)’a havale etmek gerektiğini ifade ettikten sonra, Bâyezîd’in şathiyyâtından uzunca bahseder.[58] Kuşeyrî ise Bâyezîd’in biyografisine yer verdiği halde onun fenâ ve şathiyye ile ilgili görüşlerine temas etmez.[59]
Sühreverdî, hulûl iddiasında olanların Hallac’ın “ene’l-Hak” ve Bâyezîd’in “Sübhânî” sözünü sahiplenmelerinin yanlış olduğunu, çünkü onların bu sözleri hulul sahiplerinin iddialarını desteklemek amacıyla söylemediklerini, iddia edildiği gibi bir durumun olması hâlinde hulûl inancını reddettiği gibi onları da reddedeceğini ifade ederek Bâyezîd’i savunmakta ve onun mazur olduğunu belirtmektedir.[60]
Melâmî kimliği ile meşhur olan Bâyezîd-i Bistâmî, halkın kendine yönelik iltifatından sıkılmış ve bu tür yaklaşımlarından vazgeçmeleri için Ramazan günü orucunu bozmuştur. Hucvirî bu olaydan şu şekilde bahseder:
“Bâyezîd Hicaz’a varınca, ‘Bâyezîd geldi’, diye ilan edilmiş, bunun üzerine bütün halk onu karşılamaya gitmiş, izzet ve ikram ile şehre getirmişlerdir. Bâyezîd, halkın güzel muameleleri ile meşgul olmaya koyulunca, Hak’tan uzak kalır, fikri ve hâli dağılır. Bâyezîd çarşıya gelince heybesinden ekmek çıkarır ve yemeye başlar. O gün Ramazan idi. Bunu gören halk onu yalnız başına terk ederek derhal kendisinden uzaklaşırlar, dönüp işlerine giderler. Bunu gören Bâyezîd, sohbetinde bulunan müridine şöyle der: ‘Görüyor musunuz, şer’î bir meseleyi terk edince, halk beni nasıl tamamen reddetti, terk edip gitti.’ (Seferde orucun tutulmaması bile melâmete ve halkın gözünden düşmeye kâfi gelmektedir.)”[61]
“Otuz seneden beri ben Allah(cc)’tan başkası ile konuşmadım; halk ise benim kendileriyle konuştuğumu zannetmektedir.”[62] diyen Bistâmî, Hakk’ı tanımak için halktan ümidi kesmenin, onlardan bir şey beklememenin,[63] halkın gözünde itibar kazanmaktan sakınmanın,[64] zâhirde halk ile bâtında Hak ile olmanın[65] önemine işaret ederek marifete ancak bu yolla ulaşılabileceğini düşünmektedir.[66]
Amellerinden dolayı aldanarak günaha girmekten endişe eden Bâyezîd-i Bistâmî, amellerin gizlenmesine, halkın kendisinden haberdar olmamasına taraftardır. Bu nedenle sûfî kisvesi giymekten kaçınmıştır.[67]
Hayatı boyunca bağlılarını ilme teşvik eden Bistâmî, “Konuşanın sükûtundan yararlanamayan, konuşmasından hiç yararlanmaz.”[68] sözleri ile ilim ehlinden gereğince istifadeyi öngörürken, kendi tecrübesini de şu şekilde beyan etmektedir:
“Otuz senemi mücahede ile geçirdim. Bu müddet esnasında ilimden ve ilme tâbî olmaktan daha çetin bir şeye rastlamadım. Ulemanın ihtilâfı olmasaydı (tek içtihat üzere) kalakalırdım. Mücerret ve saf tevhid hariç, diğer hususlarda âlimlerin ihtilâf etmesi rahmettir.”[69]
Bâyezîd-i Bistâmî, uzletten hoşlanan ve yaratılış itibariyle sert mizaçlı biriydi. Sırlar ve hakikatler konusunda içe işleyen bir nazarı ve tesirli bir ciddiyeti vardı. Sürekli bedenini mücahedede, kalbini müşahedede tutardı. O, kendi gelişim seyrini şu şekilde anlatmaktadır:
“On iki sene nefsimin demircisi oldum, onu riyazet körüğüne koyup mücahede ateşiyle kızarttım. Mezemmet örsüne koyup melâmet çekiciyle dövdüm. Böyle böyle kendimden ve benliğimden bir ayna yaptım. Beş sene kendimin aynası oldum. Türlü türlü ibadet ve taatlarla bu aynayı cilaladım.
Sonra bir sene ibret gözüyle baktım ve belimde gururdan, işveden, riyadan, taata itimattan ve amelini beğenmekten yapılmış bir zünnarın bulunduğunu gördüm. Bu zünnarı da kesip atmak için beş sene daha çabaladım, yeniden Müslüman oldum. O vakit dikkat edince, bütün halkı ölü olarak gördüm. Cenaze namazlarını kılmak için dört tekbir getirdim. Bütün cenazeleri bir yana bıraktım. Halkın izdihamı olmadan, Hakk’ın medediyle Hakk’a erdim.”[70]
Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen kişi için gerekli donanımların neler olduğu hususunda kendisi ile yapılan söyleşide sorulan sorulara şu şekilde cevap vermiştir:
– Bu yolda kişiye yarar nedir?
– Anadan doğma devlet ve saadet!
– Şayet bu yoksa?
– Bilgin bir kalb.
– Şayet bu yoksa?
– Hakk’ı gören bir göz.
– Bu da yoksa?
-Hak sesi işiten kulak.
– Bu da yoksa?
– Fücceten ölüm.[71]
Bâyezîd-i Bistâmî’nin en önemli meziyetlerinden birisi de Peygamber Efendimize uymada gösterdiği titizliktir. Bu hususta, Musa b. İsa kendisi ile birlikte yaşadığı bir olayı şu şekilde anlatmaktadır:
“Bâyezîd-i Bistâmî bir gün arkadaşlarına; ‘Haydi gelin, sizinle birlikte ‘Velî’ diye meşhur olan bir zâtın ziyaretine gidelim.’ dedi. O zât şehrin kenar semtlerinin birinde oturan zühd ve ibadetle tanınan biri idi. Hatta Tayfur, onun adını da söylemişti, fakat ben unuttum. Gittik, o zât tam evinden çıkmış camiye girerken kıble tarafına tükürdü. Bâyezîd, hemen dönelim, dedi. Ve selâm bile vermeden o adamın yanından ayrıldı. Sonra şöyle konuştu: ‘Allah Resûlü(sav)’nün âdâbından birine riayet göstermeyen böyle bir adam, iddia edildiği gibi nasıl velîler ve sıddıklar makamına riayet gösterebilir ve buna layık olabilir?’”[72]
Bir başka sözlerinde; “Allah(cc) Teâlâ’dan beni yeme içme ve kadın sıkıntısından kurtarmasını istemeyi düşündüm, fakat sonra vazgeçtim. Nasıl böyle bir şey isteyebilirdim ki, Allah Resûlü(sav) böyle bir şey yapmamıştı! Ben de böyle bir talepte bulunmadım. Ama Allah(cc) Teâlâ, benim gözüme kadından yana yeterli bir doygunluk verdi; ben, karşılaştığım kadınların kadın mı, duvar mı olduğunu bile fark etmez oldum.”[73] diyen Bâyezîd-i Bistâmî Müslümanın dengeli bir tutum izlemesi gerektiğini ve itidali elden bırakmamasını öngörmektedir.
Bâyezîd-i Bistâmî’ye “Âriflerin özellikleri nelerdir?” diye sorulduğundan, onun da; “Suyun rengi bulunduğu kaba göre değişir. Su beyaz bir kapta ise sen onun rengini beyaz, siyah bir kapta ise siyah, sarı bir kapta ise sarı, kırmızı bir kapta ise kırmızı sanırsın. Ârif ve velîler de böyledir. İnsanları değiştirip hâlden hâle sokan o hâllerin sahibidir, Hakk’ın tecellileridir.” şeklinde cevap verdiğinden bahseden Ebû Nasr es-Serrâc (ö.378/988), bu ifadeyi şu şekilde değerlendirmektedir:
“Su, temizliği ve berraklığı ölçüsünde içinde bulunduğu kabın rengini yansıtır ve o rengin özelliğini taşır. İçinde bulunduğu kabın rengi suyun safiyetine etki edemez. Dışarıdan bakan kimse, kabın rengine göre suyu şu veya bu renkte görür. Ârifler de öyledir. Ârifin Allah(cc) ile olma özelliği, içinde bulunduğu hâle göre değişir. Gönlü ne kadar Hakk’a bağlı ise İlâhî birliktelik hâli de o kadardır.”[74]
Ârifin durumundan bu şekilde bahseden Bistâmî; onların sahip oldukları marifet makamını ise “Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar. (Herhalde) onlar da böyle yapacaklardır.”[75] âyeti çerçevesinde açıklar ve şöyle der:
“Evet, öyle yaparlar. Meliklerin âdeti odur ki; onlar bir memlekete girdiler mi, o memleketin halkını köle yaparlar ve onları alçaltırlar. Onların uluları melikin emri olmadan hiçbir şey yapamaz olur. Marifet de öyledir. Bir kalbe dâhil oldu mu, orada çıkarmadık bir şey bırakmaz. Orada hiçbir şey onun ateşi olmadan hareket edemez.”[76]
Ona göre marifetin nihayeti, Allah(cc)’ın zâtının mutlak anlamda bilinemeyeceğini idrak etmektir. Bilinemeyen bir varlık hakkında konuşmak da ona göre doğru değildir.[77]
Şu bir gerçek ki, tasavvuf yolunda asıl olan edeptir. Âdâb ve erkâna riayet sûfîlerin vazgeçilmez prensipleridir. Bu minvalde Bistâmî de kendi deneyiminden şu şekilde bahsetmektedir:
“Bir gece namaz kılmak için kalkmıştım. Yorgundum, oturdum ve ayaklarımı uzattım. Hemen hafiften bir ses duydum: ‘Meliklerin huzurunda oturanın hüsn-i edebe riayeti gerekir.’”[78]
Kul ne ibadetine, ne itaatine ne de derecesine güvenmelidir. Keşf ve keramet iddiada bulunmak için değil, Allah(cc)ın birer lütfudur. Hak dostları asla kerametleri ile kendilerini ön plana çıkarmazlar.
Bistâmî’ye göre, kulun iradesi dışında kendisinden bir keramet sadır olabilir ve keramet ancak sekr hâlinde zâhir olur. Bu durumda iken kulun bir iddiada bulunması mümkün değildir ve söz konusu hâl kendi arzusu dışında gerçekleşmektedir.[79]
Marifete ulaşmanın yolunu keramete itibar etmemekte gören Bistâmî, bu görüşünü; “Başlangıç hallerimde Hak bana birtakım delil ve kerametler gösterirdi. Ben onlara iltifat etmezdim. Hak Teâlâ beni bu tür şeylere müstağni bir hâlde görünce bana marifet yolunu açtı.” ifadesiyle dile getirmektedir.[80]
Bâyezîd-i Bistâmî’ye; “Falan kişi bir gecede Mekke’ye gidiyor, diyorlar, ne dersin?” diye sorduklarında, o şu karşılığı vermiştir: “Şeytan da, Allah(cc)’ın lanetine uğramış bir varlık olduğu halde, bir anda doğudan batıya ulaşıyor. Bunda şaşılacak ne var?” “Falan zât suyun üzerinde yürüyor” dediklerinde ise “Balık da suda yüzüyor, kuş da hava da uçuyor.” demiştir. Bir başka rivayette de Bâyezîd-i Bistâmî’nin şöyle söylediği nakledilmektedir:
“Bir adam suyun üzerine seccade serse, gökyüzüne bağdaş kurup otursa, şeriatın emir ve nehiy çizgisindeki tavrını görmedikçe ona aldanmayın.”[81]
İnsan-ı kâmil düşüncesinin ilk nüvelerini Bâyezîd’in “el-kâmilu’t-tâm” ifadesinde bulabiliriz. Kuşeyrî, Risâle’nin velayet bölümünde Bistâmî’nin şu sözünü nakleder:
“Birbirine zıt olmakla birlikte velîlerin dört isimlerden bazıları – ki bunlar “el-Evvel”, “el-Âhir”, “ez-Zâhir”, “el-Bâtın” isimleridir – vardır ve onlardan her bir grup bu isimlerden biri ile kaimdir. Kul bunlara yapıştıktan sonra bunlarda fânî olduğu zaman tam kâmil (el-kâmilü’t-tâm) olur. Zira, “ez-Zâhir” isminden nasibini alan, Allah(cc) kudretinin acayipliklerini gözetir. Kim ki, “el-Bâtın” isminden nasibini alırsa, sırlar âleminde olup biten nurları mülahaza eder. “el-Evvel” isminden payını alan kimsenin meşguliyeti geçmiş şeyler ile olur. “el-Âhir” isminden nasibini alan kimse, gelecekle irtibatlı olur. Herkes kendi gücü nispetinde keşfe mazhar olur.”[82]
Burada söz konusu edilen el-kâmilü’t-tâm gerek İbnü’l-Arabî, gerekse Cîlî’nin kastettiği insan-ı kâmil’in taşıdığı anlamlara oldukça yakındır. Nitekim Nicholson da bazı isimlerin tecellisine mazhar olan ve o isimlerde fenâya ulaşan el-kâmilü’t-tâm’ın insan-ı kâmil ile aynı olduğunu ifade etmektedir.[83] Bistâmî, velîlerin Hakk’ın mahremiyetinde oluşunu da şu meşhur sözü ile beyan eder:
“Allah(cc)’ın velî kulları O’nun mânevî gelinleridir. Gelinleri ancak mahremleri görebilir. Onlar, Allah(cc)’ın katında ünsiyet perdesiyle perdelenirler. Ne dünyada ne de ahirette hiç kimse onları göremez.”[84]
Bâyezîd-i Bistâmî’ye velîlerle peygamberlerin mertebesi sorulduğunda: “Peygamberlerin sahip olduğu mânevî mertebelerin benzeri, içerisinde bal bulunup bir damlası dışarıya sızan kavanoza benzer. Dışarıya sızan damla, bütün velîlerin hallerinin benzeri iken, kavanozun içerisindeki bal peygamberlerin konumudur.” der.[85]
Özetle, fenâ, sekr, vecd, gaybet, mahv ve şath gibi cezbe merkezli ve Bistâmî’nin açıklıkla dile getirdiği bu hususlara dayalı yola Bistâmiyye veya Tayfûriyye, bu yolu takip edenlere de Tayfûrî adı verilmiştir. Ancak Tayfûriyye bilinen mânâda bir tarikat olmayıp bir tasavvuf cereyanıdır. Bu bekâdan çok fenâyı, farktan ziyade cemi, ispattan öte mahvı, temkinden çok telvini, huzurdan çok gaybeti esas alan bir yoldur.
Hallâc-ı Mansûr, Şiblî (ö.334/945), Muhammed b. Abdülcebbâr en-Nifferî (ö.354/965), Ebü’l-Hasan el-Harakânî (ö.419/1028), Ebû Saîd Ebü’l-Hayr (ö.440/1049), Hakîm Senâî, Feridüddin Attâr (ö.618/1221), Ebû Hafs Ömer b. el-Fârız (ö.632/1235), Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö.638/1240), Molla Abdurrahman el-Câmî (ö.898/1492) ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö.672/1273) gibi büyük mutasavvıflar hep bu cereyana bağlı kalmışlardır.[86]
Muhyiddin İbnü’l-Arabî, el-Fütuhat’ında ondan; “Bizim ashâbımızdan”, “melâmet ehli”, “muhakkiklerden”, “bâtınî hilafet sahibi nâib”, “efrâd’dan”, “ebrâr’dan”, “sıfatsız ve makamsız” gibi sözlerle bahseder.[87]
Bâyezîd-i Bistâmî’nin adı şiirlerde Hallâc-ı Mansur’dan sonra en çok geçen mutasavvıftır. “Zamanının Bâyezîd”i sözü, tasavvufî yaşamda yüksek bir mertebeyi ifade eden bir unvan hâline gelmiştir Şeyhlik taslayanlar da “Kendilerine Bâyezîd süsü vermemeleri” için uyarılmışlardır. İslâm dünyasının en ücra köşelerinde bile Bâyezîd-i Bistâmî’nin anısına adanmış kutsal yerler bulunmaktadır.[88]
Bâyezîd-i Bistâmî’nin kaleme aldığı herhangi bir eser yoktur. Fakat takipçileri onun bazı mesel ve sözlerini bir araya toplamışlardır. Bunların en uzunları Şatahât ve Münâcât adıyla iki mecmua oluşturmaktadır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
- İbn Ferruhan ed-Dûrî’nin Cüneyd-i Bağdâdî’den naklettiği Hikâyât,
- Ali b. Abdirrahim el-Kennâd (ö.340/951)’in hikâyeleri. Son derece önemli olan bu hikâyeleri Kennâd, Bâyezîd-i Bistâmî’nin doğrudan müridi olan Ebû Musa ed-Dübeylî’den dinleyip bir araya getirmiştir.
- Bistâmiyye akaidinin müceddidi Ebû Abdillah Muhammed b. Ali ed-Dâsitânî (ö.417/1026), gözde öğrencisi Ebü’l-Fazl Muhammed b. Ali es-Sehlegî (ö.476/1083)’ye yazdırdığı Kitâbü’n-Nûr.
- Bistâmî’nin münacatlarını bir araya toplayan Harekânî’nin Mecmûa’sı.
- Rüzbihan Baklî’nin Şathiyyât’ı.[89]
Bâyezîd-i Bistâmî’nin tasavvufî vecizeler arasında zikredilen sözlerinden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:
- Ben Tek Bir’den başkasını bilmem.
- Ben sohbetlerdeyim. Sohbette ilim, fikir, zikir, rabıta, edep, ülfet ve ünsiyet vardır.
- Allah(cc)’tan başka bir şey isteyen O’na isim ve sıfatlarıyla dua eder. Allah(cc)’ın zâtını dileyen onu zât ismiyle zikreder, tesbih eder.
- Ârif Rabbini, âlim nefsini düşünür.
- Gözlerini harama bakmaktan ve başkalarının kötülüklerini görmekten koru.
- Dilini Allah(cc) zikri ile meşgul et, başka gayrimeşru iş işlemeye fırsat buldurma.
- Nefsini murakabe ve muhasebe et, ilme yapış, eşyanın hakikatini ara, edebini muhafaza et, kalplere dikkat et, dünyaya kapılma, gafillerden kaç, sünneti bırakma, ibadetten ayrılma, ilim ve merhamet sahibi ol, ahlâkı tamamla, insan ve Müslüman olduğunu unutma.
- İşin iyisini iste, himmetini yüksek tut. Hakk’ın dergâhı uludur, rahmeti boldur, her şeyi kuşatmıştır, az istersen orada kalırsın.[90]
Kaynaklar:
[1] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 395.
[2] Abdurrahman es-Sülemî, Tabakâtu’s-Sûfiyye, tahk.: Nureddin Şeribe, 3. Baskı, Kahire 1986, s. 67; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-âyân, c. II, s. 531.
[3] Ebû Sad Abdülkerim b. Muhammed İbn Mansur et-Temîmî es-Sem’ânî, el-Ensâb, Dâru’l-Cinân, Beyrut 1988, c. I, 351.
[4] Hasan Kâmil Yılmaz, Gönül Erleri, Erkam Yayınları, İstanbul 1991, s. 127.
[5] Molla Abdurrahman Câmî, Nefahâtü’l-üns -Evliya Menkıbeleri-, çeviri ve şerh.: Lâmiî Çelebi, haz.: Süleyman Uludağ ve Mustafa Kara, Marifet Yay., 2. Baskı, İstanbul 1998, s. 182.
[6] Süleyman Uludağ, “Bâyezîd-i Bistâmî”, DİA, İstanbul 1992, c. V, s. 238.
[7] Jean Chevalier, Sûfîlik, çev.: Ahmet Kotil, İletişim Yayınları, İstanbul 1993, s. 31.
[8] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 396.
[9] es-Serrâc, el-Luma’, s. 223
[10] Ferideddin Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, haz.: Süleyman Uludağ, Erdem Yayınları, İstanbul 1991, s. 195.
[11] Sülemî, Tabakât, s. 67.
[12] Ali Bolat, Bir Tasavvuf Okulu Olarak Melâmetîlik, İnsan Yayınları, İstanbul 2003, s. 99-100.
[13] Sülemî, Tabaât, s. 103; Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, s. 63.
[14] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 202, 212.
[15] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 202.
[16] Bolat, Melâmetîlik, s. 100.
[17] es-Serrâc, el-Luma’, s. 235.
[18] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 221; Massignon, İslâm Tasavvufu, s. 142.
[19] el-Hânî, Âdâb, s. 45.
[20] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 396.
[21] Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, s. 132.
[22] Bolat, Melâmetîlik, s. 113.
[23] Uludağ, Bayzid Bistami, s. 1.
[24] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 194.
[25] Bolat, Melâmetîlik, s. 113-114.
[26] Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 119.
[27] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 194.
[28] Arberry, Tasavvuf İslâm Mistiklerinin Öyküsü, s. 52.
[29] Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, s. 133.
[30] Ebu’l-Ala Afifi, Tasavvuf İslâm’da Manevi Devrim, çev.: H. İbrahim Kaçar-Murat Sülün, Risale Yayınları, İstanbul 1996, s. 198.
[31] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayımları, IV. Baskı, İstanbul 1990, s. 73.
[32] Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, s. 309.
[33] Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, s. 309.
[34] Schimmel, Tasavvufun Boyutları, s. 54.
[35] el-Kuşeyrî, er-Risâle, s. 369.
[36] el-Kuşeyrî, er-Risâle, s.321.
[37] el-Kuşeyrî, er-Risâle, s. 325.
[38] Schimmel, İslâmın Mistik Boyutları, s. 138.
[39] el-Kuşeyrî, er-Risâle, s. 162.
[40] Uludağ, “Bâyezîd-i Bistâmî”, İslâm Ansiklopedisi, c. V, s. 239.
[41] es-Serrâc, el-Luma’, s. 464.
[42] es-Serrâc, el-Luma’, s. 464.
[43] es-Serrâc, el-Luma’, s. 464.
[44] es-Serrâc, el-Luma’, s. 468.
[45] Uludağ, “Bâyezîd-i Bistâmî”, İslâm Ansiklopedisi, c. V, s. 239.
[46] Bolat, Melâmetîlik, s. 106-107.
[47] es-Serrâc, el-Luma’, s. 461.
[48] Sülemî, Tabakâtu’s-Sûfiyye, s. 48.
[49] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 396.
[50] Aynı eser, s. 396.
[51] Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, s. 134.
[52] Ebü’l-Alâ Afîfî, Tasavvuf İslâm’da Manevî Devrim, çev.: H. İbrahim Kaçar-Murat Sülün, Risale yay., İstanbul 1996, s.199.
[53] Bolat, Melâmetîlik, s. 103.
[54] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 228.
[55] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 194.
[56] Afifi, Tasavvuf, s. 315.
[57] A. J. Arberry, Tasavvuf İslâm Mistiklerinin Öyküsü, çev.: İbrahim Kapaklıkaya, Gelenek Yayınları, İstanbul 2004, s. 52.
[58] es-Serrâc, el-Luma’, s. 453-454, 459-477.
[59] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 395-397.
[60] es-Sühreverdî, Avârifu’l-maârif, s. 78.
[61] Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, s. 78.
[62] Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 119.
[63] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 228.
[64] Aynı eser, s. 224.
[65] Aynı eser, s. 223.
[66] Bolat, Melâmetîlik, s. 110.
[67] Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, s. 63-64.
[68] es-Serrâc, el-Luma’, s. 238.
[69] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 396.
[70] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 198.
[71] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 195.
[72] es-Serrâc, el-Luma’, s. 144; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 396.
[73] es-Serrâc, el-Luma’, s. 145; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 396.
[74] es-Serrâc, el-Luma’, s. 57.
[75] Neml, 27/34.
[76] es-Serrâc, el-Luma’, s. 57.
[77] Sülemî, Tabakât, s. 74; Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 229.
[78] es-Serrâc, el-Luma’, s. 267.
[79] Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, s. 271.
[80] Bolat, Melâmetîlik, s. 109-110.
[81] es-Serrâc, el-Luma’, s. 400; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 397.
[82] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 262.
[83] Abdullah Kartal, Abdülkerîm Cîlî –Hayatı, Eserleri, Tasavvuf Felsefesi-, İnsan yayınları, İstanbul 2003, s. 271.
[84] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 261.
[85] Aynı eser, s.356.
[86] Bolat, Melâmetîlik, s. 106.
[87] Mahmut Erol Kılıç, Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri (Vücûd ve Merâtibu’l-Vücûd), Basılmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1995, s. 107.
[88] Schimmel, İslâmın Mistik Boyutları, s. 63-64.
[89] Massignon, İslâm Tasavvufu, s. 140-141.
[90] el-Hânî, Âdâb, s. 47.

Önceki Halka
Câfer-i Sâdık (ks)
