
Câfer-i Sâdık (ks)
5
Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.
Câfer-i Sâdık (ks)
17 Rebîulevvel 80/23 Mayıs 699 tarihinde Medine’de dünyaya gelen Cafer-i Sâdık(ks), Muhammed Bâkır (ö.114/733)’ın büyük oğludur. Künyesi Ebû Abdullah, lâkâbı es-Sâdık’tır. O, sözlerinin doğruluğu ve hiçbir zaman yalan söylemediğinden dolayı Sâdık lakabını almıştır. Sabir, Fazıl ve Âtır lakaplarıyla da anılmıştır.[1]
Onun soyu baba tarafından Hz. Peygamber(sav)e, anne tarafından Hz. Ebû Bekir(ra)’e dayanır.[2] Yedisi erkek, üçü kız 10 çocuğu olmuştur. Oğulları; İsmail, Abdullah, Muhammed, İshak, Abbas, Ali ve Musa Kâzım’dır. Büyük oğlu İsmail, kendinden önce vefat etmiş ve İsmailîler onu imam kabul etmişlerdir.
İsnâ Aşeriye’nin Cafer-i Sâdık’tan sonra kabul ettiği imam ise Musa Kâzım’dır.[3] İlimle meşgul olan Cafer-i Sâdık, ortaya koyduğu görüşleriyle fıkıh, hadis ve kelâm alanlarında önemli bir yere sahiptir.
Birçok ulemadan ders aldığı söylenen Cafer-i Sâdık’ın Enes b. Malik ve Sehl b. Sad gibi bazı sahabeleri gördüğü söylenmektedir. Hocaları arasında dedesi Kâsım b. Muhammed, babası Muhammed Bakır, Ubeydullah b. Ebî Râfî’, Urve b. Zübeyr, Atâ b. Ebî Rebâh, İbn Ömer’in mevlası Nâfî, Muhammed b. el-Münkedir, Zührî ve Müslim b. Ebî Meryem gibi âlimler bulunmaktadır.
Babasından çok sayıda rivayeti vardır. Kendisinden hadis rivayetinde bulunanlar arasında oğlu Musa Kâzım, Yahya b. Said el-Ensârî, Ebû Hanife, İbn Cüreyc, Süfyan b. Uyeyne, Süfyan-ı Servî, Şu’be, Malik b. Enes, el-Hasen b. Salih, Yahya el-Kettân ve diğerleri yer alır. Hadis âlimleri onun güvenilir bir ravi olduğu konusunda müttefiktirler.[4]
Hayatının büyük bir bölümünü Emevi devletinde ve geri kalan kısmını Abbasi döneminde geçiren Câfer-i Sâdık, buhranlı ve karışık bir ortamda yaşamış olmasına rağmen siyasetten uzak kalmış, Zeyd b. Ali (ö.122/70) ve Nefsü’z-Zekiyye isyanlarına karışmamıştır.[5]
İkinci Abbasî halifesi Ebû Câfer Mansur’un kendisini sık sık ziyaret ettiği ve fikirlerine başvurduğu rivayet edilmektedir. Nakledildiğine göre, bir gün Halife Mansur’un yüzüne bir sinek konar. Halife Mansur, her ne kadar sineği kovarsa da onu uzaklaştırmaya muvaffak olamaz. O sırada Cafer-i Sâdık Halife’nin yanına gelir. Halife Mansur: “Allah(cc)’ın sineği yaratmasındaki hikmet nedir?” diye sorunca, Câfer-i Sâdık: “Zâlimlere ve kendine güvenenlere, bir sineğe bile güç yetiremediklerini göstermektir” cevabını verir.[6]
Cafer-i Sâdık, Medine’de dinî öğretilerini geniş bir alana yayma imkânı bulmuş, Zürâre b. A’yen, Muhammed b. Müslim, Muhammed b. Ali b. Numan el-Ahvel, Hişam b. el-Hakem, Ebân b. Tağleb ve Hişâm b. Sâlim, hatta ehlisünnet âlimlerinden Malik b. Enes ve Süfyan-ı Sevrî ondan ders almışlardır.
Bunlardan Hişam b. Hakem, İmamiye akaidini ilmî açıdan ilk ortaya koyan; nass, ismet ve imamların kutsiyeti ile ilgili görüşlerini naklî ve aklî delilleriyle sunan bir Şiî kelâmcıdır. O başta olmak üzere Ebû Cafer Muhammed b. Ali b. Numan el-Ahvel ve Zürâre b. A’yen Cafer-i Sâdık’ın kabul etmediği, tecim ve teşbih fikirlerini öne sürmüşlerdir. Cafer-i Sâdık ise onların fikirlerini bid’at saymış ve başkalarına onlara tâbî olmamayı emretmiştir.[7]
Cafer-i Sâdık’ın yaşadığı dönemde bâtıl bir takım aşırı inançlara sahip Hattâbiyye, Muğiriyye, Mansûriyye ve Beyâniyye gibi Şiî gulat fırkalar ortaya çıkmıştır. Bunlardan Hattâbiyye fırkası onun nübüvvetini, vasiliğini, mehdiliğini ve hatta ulûhiyetini öne sürerken, o tevhid çizgisinden çıkan bu gruplardan uzak olduğunu açıkça ortaya koymuştur.[8]
Cafer-i Sâdık’a isnat edilen yüzlerce kitap ve risalenin ona aidiyeti şüpheyle karşılanmıştır. Özellikle tabii ilimler, kimya, cefr gibi konularda, ilgi alanı ve yaşadığı muhit açısından kitap yazacak derecede bilgi sahibi olması mümkün görülmemiştir.
Öğrencisi olduğu bildirilen Cabir b. Hayyan’ın, bu ilimlerle ilgili hocasının tek bir eserini zikretmemesi de bu şüpheleri doğrulamaktadır.[9] Ona isnat edilen eserlerden günümüze kadar ulaşanları arasında bir Kur’ân Tefsiri’nin dışında, onun başlıca ilgi alanı olan hadis ve fıkıhla ilgili müstakil bir eseri bulunmamaktadır.[10]
Cafer-i Sâdık, 25 Şevval 148/16 Aralık 765 tarihinde, Medine’de vefat etmiş ve Bâki’ mezarlığına defnedilmiştir.[11]

Câfer-i Sâdık (ks)
Câfer-i Sâdık’ın İtikâtı
Cafer-i Sâdık güler yüzlü, tatlı sözlü, başı büyükçe, cismi nurlu idi. Ten rengi beyaz ve kırmızı karışımı pembemsi idi. Büyük dedesi Hz. Ali(ra)’ye çok benzerdi. “Sâdık” lakabı ile anılırdı. Hayatında hiç yalan konuşmadığı için bu lakabı aldı.[12]
Cafer-i Sâdık’ı hedef alan iftiralar ve ona isnat edilen uydurmalar, henüz o hayatta iken başlamış ve Hattâbiyye fırkasının lideri Ebü’l-Hattâb el-Esedî (ö.143/760) Cafer-i Sâdık’ın ilâh olduğunu iddia etmiştir. Bu söz kendisine ulaşınca Cafer-i Sâdık, Ebü’l-Hattab’ı lanetleyerek huzurundan kovmuştur.[13]
Daha sonra kendi ilâhlığını öne süren bu adam, el-Mansur’un Kûfe valisi İsa b. Musa tarafından öldürülmüştür.[14] Onun ölümünden sonra beş fırkaya ayrılan müntesiplerinden Bezîgiyye, Umeriyye ve Mufaliyye fırkaları, Cafer-i Sâdık’ın ilâh olduğunu savunmaya devam etmişlerdir.[15]
Tüm bu iftira ve bühtanların aksine, Cafer-i Sâdık bütün yaşamı boyunca önemli iki hedefi gerçekleştirmek için çalışmıştır. Bu anlamda onun birinci hedefi, kendi döneminde yaygınlık kazanan kelâmî ve felsefî hareketlerin tevhide aykırı bâtıl inançlarına karşı İslâm’ı, tevhid inancını korumaktır. O, tevhid inancını muhafaza edebilmek amacıyla tevhid inancıyla ilgili en cüzi konuları bile açıklığa kavuşturmuş, kendisine ilâhlık, peygamberlik sıfatlarını yakıştıran Ebü’l-Hattab gibi gulatın ileri gelenleriyle fikrî mücadelelere girmiştir.
Onun ikinci hedefi, İslâm dinini yaymaktır. O, Müslüman toplumunu dünya ve ahiret saadetine doğru yöneltmiş dini savunma ve her türlü bidatin önünde durma mantığı geliştirmiştir.[16]
İnsanların din konusunda bilmeleri zaruri olan başlıca hususları; Allah(cc)’ı kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi olarak tanımak, O’nun nimetlerini ve O’na karşı yapılması gereken vazifeleri bilmek, küfür ve irtidata sebep olacak şeylere vakıf olmak şeklinde gösteren[17] Cafer-i Sâdık’a göre Allah(cc), âlemin ve onun içindeki canlı ve cansız bütün varlıkların yatıcısıdır.
Âlemin yaratılması, bir araya getirilmesi ve şu andaki şekliyle bir düzene kavuşturulması O’nun varlığını ispatlamaktadır. Allah(cc), hiçbir şey yokken vardır. O, bâkîdir, O’nun için nihayet yoktur. O, olacak her şeyi daha olmadan önce bilmektedir. Yeryüzünde ve gökte hiçbir şey Allah(cc)’a gizli kalmaz, O ilmiyle tüm mahlûkatı kuşatandır.
Cafer-i Sâdık, Allah(cc)’ın ilim, semi’ ve basar gibi sıfatlarının Allah(cc)’ın zâtî sıfatları olduğunu, O’ndan ayrı düşünülemeyeceğini kelâm sıfatının ise fiilî sıfat olup O’na nispet edilemeyeceğini söyler.[18]
Cafer-i Sâdık’ın şu tespiti, onun Allah(cc) hakkında nasıl bir düşünce seyri içinde olduğunu açıkça göstermektedir:
“Bir kimse, ‘Yüce Allah(cc) bir şeydedir, bir şeyin parçasıdır veya bir şeyin üstündedir’ derse, Allah(cc)’a mekân tahsis etmiş olur. Bir şeyin içindedir denilirse, bunun anlamı Allah(cc) sınırlıdır, demek olur. Bir şeyin parçasıdır demek ise Allah(cc)’ın sonradan yaratılmış olduğunu söylemek anlamına gelir.”[19]
Allah(cc)’ın her şeyi yarattığını, her şeye sahip çıkıp düzenlediğini söyleyen Cafer-i Sâdık’a göre, Allah(cc)’ı bilmek vacip ve dinin bir yoludur, akıl O’nu kuşatamaz, O’nu bilmenin mükemmelliği O’nu tasdik ve tenzih etmektir, Allah(cc)’ı bilmek yaratıklarını bilmektir, Allah(cc)’a iman sadece sözle değil, bilakis O’na yönelik takva iledir. Bu da günahlardan kaçınmak, Allah(cc)’ın sevdiği şeylere sarılmak, şükretmek ve istiğfar etmektir.
Buna göre Cafer-i Sâdık, ehl-i sünnetin “Dil ile ikrar kalb ile tasdik” anlayışının aksine imanı; “dil ile ikrar ve amel etmek” olarak açıklamaktadır. Cafer-i Sâdık, sözle imanın olamayacağını, ancak takva ile olabileceğini bildirmektedir.[20] Cafer-i Sâdık, Hz. Peygamber(sav)in miraçta Allah(cc)’ı görüp görmediği hususu kendisine sorulduğunda “kalbiyle gördü” şeklinde cevap vermiştir.[21]
Davud-ı Tâî (ö.165/781) ile Cafer-i Sâdık arasında geçen şu konuşma onun üstünlüğünün sadece nesepte değil takvada da olduğunu ortaya koymaktadır:
“- Ey Allah Resûlü(sav)’nün evladı! Bana nasihat et, zira kalbim karardı, dedi.
– Ey Davud! Sen ki, zamanın zâhidisin, benim vaazıma ne ihtiyacın vardır?
– Ey Allah Resûlü(sav)’nün evladı! Şüphe yok ki, bütün halka senin üstünlüğün vardır. Onun için herkese vaaz etmen lazımdır.
– Ey Davud! Kıyamet günü dedemin yakama yapışıp; bana tâbî olma hakkını neden ödemedin, bu iş sahih bir nispetle ve kuvvetli bir neseple olmaz. Bu iş sadece Hak Teâlâ’nın huzurunda güzel bir muamele ile olur, (nesebe değil, sadece amele itibar edilir) demesinden endişe ediyorum.
– İlâhî tabiatı peygamberlik suyu ile yoğrulan, tabiatının terkibi burhan ve hüccetin aslından olan, dedesi Resûl, annesi Betül bir zât böyle bir hayret içinde bulunursa, Davud-ı Tâî de kim oluyor ki, muamelesini ve amelini beğensin?” [22]
Takvayı şiar edinip günahlara karşı duyarlı olmamızı tavsiye eden Cafer-i Sâdık Hazretleri, şu sözleri ile sevenlerini günah felaketine karşı uyarmaktadır:
“Eğer bir günah işlersen, hemen Allah(cc)’tan bağışlanmanı iste. Zira işlenen günahlar, henüz yaratılmadan önce, insanların boyunlarına asılan yaftalara benzer. Sakın günah işlemekte ısrar etme ve Allah(cc)’tan bağışlanma isteğini asla terk etme.”[23]
Cafer-i Sâdık’a isnat edilen yalanların en büyüğü, Kur’ân’da noksanlık olduğu kanaatini taşıdığı şeklindedir. Şia’nın meşhur âlimlerinden biri olan el-Küleynî’nin Cafer-i Sâdık’a isnat ettiği bu haber, diğer Şiî âlimlerden eş-Şerif el-Murteza ve öğrencisi et-Tûsî tarafından yalanlanmıştır.[24]
Hâlbuki Cafer-i Sâdık’a göre Kur’ân’da hiçbir tahrifat yapılmamış, okunan ve ezberlenen Kur’ân’dan başka bir Kur’ân yoktur. Kur’ân’da herhangi bir artma ve eksilme söz konusu değildir.[25] Cafer-i Sâdık, Kuran’ın dört ayrı yönünden söz eder:
- Meal, avam için;
- İma, havas için;
- Lâtif değiniler, evliya için;
- Hakikat, peygamberler içindir.
Kuran’ın bu çok yönlü yapısı, Cafer-i Sâdık’a, müminleri içsel bilgilerinin derecesine göre ayırabileceği fikrini vermiştir; daha sonraki sûfîlerce, halleri ve makamları saptayıp bunların avâm, havâs ve havâssü’l-havâs şeklinde derecelendirilmesi biçiminde bir usûl geliştirilmiştir. Bu hiyerarşik usûle daha sonraki velîlik kuramlarında da rastlanır.[26]
Cafer-i Sâdık’a isnat edilen bir başka söz de, “Bize itaat Allah(cc)’a itaat, bize isyan Allah(cc)’a isyandır.”[27] sözüdür. Böyle bir sözü değil bir İslâm âliminin, alelade bir insanın bile söylemesi düşünülemez.[28]
Ona göre itaat Allah(cc)’a ve peygamberinedir. Kul hatadan vâreste değildir. Allah(cc)’ın seçkin kulları peygamberlerdir. Ona göre “Allah(cc), kullar Rableri hakkında bir şey bilmediklerini anlasınlar, O’nun Rabliğini tanısınlar ve O’nun ulûhiyetini, tekliğini itiraf etsinler” diye peygamber göndermiştir.
Bu minvalde Cafer-i Sâdık, nübüvveti; “Allah(cc)’ın insanlar arasından seçmiş olduğu bazı kullarını uyarıcı ve müjdeleyici bir elçi olarak görevlendirmesi” şekline tanımlar.[29]
Hucvîrî’nin nakline göre, Cafer-i Sâdık bir gün hizmetlilerinin arasına oturur ve onlara: “Geliniz, kıyamet günü hangimiz kurtulursak, öbürlerinin hepsine şefaat etmek şartı ile birbirimize biat edelim ve ahit verelim.” der. Bunun üzerine hizmetliler: “Ey Allah’ın Resûlü’nün evladı! Bütün halkın şefaatçisi deden iken, bizim şefaatimize senin ne ihtiyacın var?” dediler. Cafer-i Sâdık ise: “Ben kıyamet günü bu kadar noksan ve kusurlu amellerimle dedemin yüzüne bakmaktan hayâ ediyorum!” der.
Bu nakli sunduktan sonra Hucvîrî, böylesi kişilik, ancak nefsinin ayıp ve kusurlarını gören erdemlilere özgü bir davranıştır, kemâl sıfatlarının yansıması, İzzet ve Celâl sahibi Allah(cc)’ın huzurunda temkin hâlinde bulunan evliyanın hasletidir, değerlendirmesinde bulunur.[30]
Cafer-i Sâdık’ın ölümünden sonra yerine geçmek üzere oğlu İsmail veya Musa Kâzım ya da Abdullah’ı imam tayin etmesi, ona nispet edilen başka bir uydurmadır.[31] Çünkü o hayatında imamet konusuyla ilgilenmemiş ve bu yolda mücadeleye de girişmemiştir.[32]
Cafer-i Sâdık’ın imamet hakkındaki görüşleri dikkat çekicidir. Çünkü Şiî İmamiyyenin aksine o, imametin seçimle belirli kişilere vasiyet edilmediğini savunmaktadır. Onun Abdullah b. Hasan el-Mahz’a; “Sen yaşlısın, istersen sana beyat ederim, ancak oğlun Muhammed b. Abdullah en-Nefsü’z-Zekiyye’ye beyat etmem, seni de beyat ettirmem.” sözlerinden vasiyet fikrini kabul etmediği anlaşılmaktadır.[33]
Aşırı Şiî fırkalarının savundukları gaybet/imamın gizlenmesi, ric’at/imamın tekrar dönmesi, bedâ/Allah(cc)’ın iradesini değiştirmesi, tenâsüh/ruhların beden değiştirmesi, hulûl/Allah(cc)’ın imamların şahsına hulûl etmesi, teşbih/Allah(cc)’ı başka varlıklara benzetme gibi inanışlar, ona sonradan nispet edilmiştir.[34]
Câfer-i Sâdık’ın ric’at ve gaybet hakkında hiçbir beyanı yokken, Navûsiyye fırkası, onun hayatta olduğunu, asla ölmeyeceğini, tekrar ortaya çıkıp hükmünün yükselip kuvvetleneceğini ileri sürmüştür.[35] Gizli bir şeyin sonradan ortaya çıkması, kişinin bir konuda beliren birkaç görüşten birini tercih etmesi anlamına gelen “Bedâ’” düşüncesi terim olarak; “Allah(cc)’ın belli bir şekilde vuku bulacağını haber verdiği bir olayın daha sonra başka bir şekilde gerçekleşmesi” şeklinde ifade edilir. İlk olarak Muhtar zamanında ortaya atılan bedâ’ düşüncesi, daha sonra imamların masumiyeti anlayışındaki tıkanıklığın giderilmesi için Cafer-i Sâdık’ın oğlu İsmail’in imametini bildirmesine rağmen onun kendisinden önce ölmesinin izahı için öne sürülmüştür.
Cafer-i Sâdık “Her kimse Allah(cc)’tan herhangi bir şey hakkında pişmanlığı gerektirecek yeni bir durumun ortaya çıktığını zannederse, o bizim nezdimizde Allah(cc)’a küfretmiş olur.” sözleriyle bedâyı reddetmiştir.[36]
Cafer-i Sâdık, ahireti; “İlâhî adaletin gereği bir başka yaşayışın yaratılması” olarak tanımlar. Ona göre, kıyamet gününde kimin iyilikleri kötülülerinden çoksa o cennete girer, şirk olmaksızın kimin iyilik ve kötülükleri eşitse kolay bir hesapla hesaba çekilir, kimin de günahı çoksa ve eğer Muhammed ümmetinden ise o kimse biraz azaptan sonra şefaate nail olur.[37]
Kelâmcıları en fazla meşgul eden problemlerden biri olan kader konusu, Cafer-i Sâdık’ı da meşgul etmiştir. O, kader hakkında Allah(cc)’ın âdil, kulun da iradesinde ve fiillerinde hür ve serbest olduğu kanaatindedir. İnsan hür olarak yaptığı fiillerden, iyilik yapmışsa iyilikten, kötülük yapmışa kötülükten mesul olmalıdır. Kader cebr ile serbestlik arasında bir şeydir. O, bu kanaatini; “Orada ne tamamen zorlama ne de tamamen özgürlük vardır. Bütün durumlarda orta yol takip edilmelidir.” şeklinde açıklamaktadır.[38]
Cafer-i Sâdık Şiî İmamiye’nin aksine, Hz. Ebû Bekir(ra) ve Hz. Ömer(ra)’e karşı saygı ve hürmet gösterdiği bilinmektedir. O, “Allah(cc)’ım ben Ebû Bekir ve Ömer’i seviyorum ve onlar benim velîmdirler. Allah(cc)’ım eğer içimde bulunan başka bir düşünce varsa, beni Muhammed’in şefaatine nail etme.” diyerek onlara olan sevgisini açıkça ifade eder.[39]
Ayrıca onun sahabeye dil uzatanlara karşı; “Allah(cc), Ömer ve Ebû Bekir’den uzaklaşanları temizlesin.” sözü de önemlidir.[40] Muhammed b. Fudayl’ın rivayetine göre, bir gün Sâlim b. Hafsa, Muhammed Bâkır ve oğlu Cafer-i Sâdık’tan Hz. Ebû Bekir(ra) ve Hz. Ömer(ra) hakkındaki düşüncelerini sorar. Onlar da şu cevabı verirler: “Ey Sâlim! Onlara dost ol, düşmanlarından uzak dur. Çünkü her ikisi de mübarek imamlardır.” Cafer-i Sâdık sonra şöyle devam eder: “Ey Sâlim! Adam dedesine söver mi? Ebû Bekir(ra) dedemdi. Eğer onlara dost olmaz ve düşmanlarından uzak durmazsam, Muhammed(sav)’in şefaatine nail olmayayım.”[41]
Bu haberde ilginç olan yön, ravileri Muhammed b. Fudayl ile Sâlim b. Ebî Hafsa’nın Şiî olmalarıdır. Dolayısıyla böyle bir haberin ehlisünnet tarafından uydurulmuş olması düşünülemez.[42] O yüzden sonraki Şiîler, Muhammed Bâkır ile Cafer-i Sâdık’ın bu sözleriyle takiyye yaptıklarını söylemişlerdir. Takiyye ise “Açık ve muhtemel tehlikeden korunmak maksadıyla inancın saklanması ve gizlenmesi” anlamına gelir.
Güya Cafer-i Sâdık, “Takiyye, dedelerimin, babalarımın ve benim dinimdir. Dolayısıyla takiyyeye inanmayanın dini de yoktur.”[43] demiştir. Hâlbuki onun büyük dedeleri Hz. Peygamber(sav) ve Hz. Ali(ra), küfür ve haksızlık karşısında asla taviz vermemişler, baskı ve zulme karşı cesaretle ve inançla karşı koymuşlardır. Bu, herkesin bildiği bir gerçektir.[44]
Devlet idarecilerinin kapısında dünyevî menfaat için yaltaklanmayan ulema ve fukahayı peygamber varisi sayardı. Ona göre akıl kadar ihtiyaç duyulan bir sermaye yoktu. Cahillikten beter de bir musibet olamazdı. İstişareden faydalı bir yardımcı bulunamazdı. Hasmın akıllı oluşunu bahtiyarlık sayar, beş kimsenin arkadaşlığından sakınmayı öğütlerdi:
Fayda yerine zarar veren ahmakla evlenmekten sakının. O sahibine belâdır. Onun çocuğu da belâdır.
Yalancı ile arkadaş olma. Çünkü serap gibidir, uzağı yakın gösterir, yakını uzaklaştırır.
Fasıkla beraber olma, çünkü o yeme içmeye seni değiştirir.
Cimri ile yoldaş olma, çünkü seni ihtiyaç duyduğu şeyle değiştirir.
Aç olan kişi ile beraber olma. Çünkü o, diyet için seni teslim eder.[45]
Hayatı boyunca insan şahsiyetinin oluşmasına ve bireylerin hakikati idrak etmelerine büyük önem veren Cafer-i Sâdık, farklı eğitim tarzlarına dikkat çeker ve bunları şu şekilde sıralar:
Ahlâkî Eğitim: Kişinin başkalarına ve kendine karşı saygı duyması demektir. Böylesi bir terbiye insan hayatının yönelimlerinde etkili olmaktadır. Ona göre amelsiz ahlâkın bir mânâsı yoktur.
Aklî Eğitim: Aklın ve hislerin terbiyesidir. Derece derece gelişir. Cehaletten ilme ve tasarrufa intikal eder. Şer’î ve kevnî ilimler böylesi ilimlerdir.
Bedenî Eğitim: Derece derece cismi değiştirmektir. İdrakın tamamına ve hareket eden güce intikal eder.
İlmî Eğitim: Eşyayı elde etmekle insanı eğitmektir. Maslahatı tahkikle beraber eşyanı önünde uyum sağlamaktır.
Şeriatın Hükümleri Üzerine Eğitim: Allah(cc)’ın emirlerine sarılmak, takva ve vera sahibi olmaktır.
Toplumsal Eğitim: Ana baba, akraba, âlim ve idarecilere karşı saygı duymaktır.
Belâlarla Beraber Yaşama Eğitimi: Dışarıda gelen her türlü belâya karşı sabretmek ve şükretmektir.[46]
Kazanılan eğitimle kişide kişilik gelişimine önem veren Cafer-i Sâdık, sohbetlerinde İslâmî şahsiyetin şekillenmesinde şu ilkelerin benimsenmesini şart koşmuştur:
Bir iyiliğin tamamlanması için yapılanları gözde küçük görmek, etrafa yaymayıp gizlemek ve acele davranmak gerekir.
Akıl gibi kendisine ihtiyaç duyulan bir mal yoktur.
Danışmaktan daha büyük yardımcı olmaz.
Kime dua ettiğinin farkında olmayanın duası kabul olmaz.
Kötülerin girip çıktığı yere uğrayan ayıplardan kendisini kurtaramaz.
Diline sahip olmayan pişmanlık duyar.
Faizin haramlığının gerçek yönü, insanlara iyiliğin ulaşmasını engellemesindendir.
Bir günlük dostluk, gidip gelmeyi gerektirir. Bir aylık dostlukla akrabalık oluşur. Bir yıllık dostluk ise kan bağı bulunan kesin bir akrabalık gibidir. Bu şekilde olan insanlarla gidip gelmeyi terk eden kimse, Allah(cc)’ın rahmetinden uzaklaşır.
Kendi özünde maddeye karşı ilgi duymayan, geçici şeylere bağlılığını kesen gerçek mutlu kimsedir.
Geçimi zora düşen kimse, Allah(cc)’tan bol bol bağışlanma dilesin.[47]
Yalancının mürüvveti olmaz.
Başkasının iyiliğini çekemeyen hasetçi rahat yüzü göremez.
Cimrinin dostu olmaz.
Dünyasından bezmiş kişilerin kardeşliği görülmez.
Huyu kötü olana hürmet edilmez.
Allah(cc)’ın âbid kulu olmak, harama el uzatmamaya ve Allah(cc)’ın emirlerine sarılmaya bağlıdır.
Gerçek Müslüman olmak, Allah(cc)’ın nasip ettiği kısmete rıza göstermekle gerçekleşir.
İnsanların, seninle nasıl arkadaş olmalarını arzu ediyorsan, onlarla o şekilde dostluk kur, o zaman güvenilen bir insan olursun.[48]
Bu tür tavsiyeleri ile iyilik yolunda mesafe kat etmeyi öngören Cafer-i Sâdık, bir iyiliğin tam olabilmesi için de üç şeyin yapılmasını şart koşardı:
Yaptığın iyiliği gözünde küçük görmelisin.
Yaptığın iyiliği gayet gizli tutmalısın.
Yapacağın iyilikte ağırdan almayıp hızlı davranmalısın.[49]
Cafer-i Sâdık, önde gelen rüya tabircilerinden biri olarak kabul edilmektedir. Onun tabirlerinin en önemli özelliği, farklı tabir seçeneklerini titiz bir şekilde sınıflandırmasıdır.[50]
Ayrıca o, tasavvuf yolunda ilerleyen sûfînin aşması gereken makamlara hazırlık sadedinde on iki ayrı tasavvufî deneyimden de bahsetmektedir.[51] Bu çerçevede o, Güneş’in on iki menzili olduğu gibi, ruhun da on iki menzili olduğunu söyler. Bu menziller; iman, marifet, akıl, nefs, İslâm, ihsan, tevekkül, havf, recâ, muhabbet, şevk ve veleh/hayret ve şaşkınlıktır.[52] Diğer yandan, Caferi Sâdık’a; “Neden dua ederiz duamız kabul olmaz?” diye sorulduğunda, o; “Çünkü bilmediğinizi çağırıyorsunuz da ondan”[53] cevabını verir.
Kuşeyrî’nin naklettiğine göre, hacılardan birisi Medine’de uykuya dalar. Kalkınca parasının çalındığını zanneder. Parasını aramak üzere etrafına bakınınca, Cafer-i Sâdık hazretlerini görür ve onun yakasına yapışıp “Benim paramı sen götürdün.” diye çıkışır. Cafer-i Sâdık ona; “Kemerinde ne kadar para vardı?” deyince, adam; “Bin dinar vardı.” der. Cafer-i Sâdık onun elinden tutup evine götürür. Ona bin dinar verir.
Adam konağına dönünce odasına girer. Kemerini odasında bulur. Bu sefer Hz. Cafer’den özür dilemek için onun yanına varır ve paralarını iade etmek ister. Fakat Cafer-i Sâdık hazretleri parayı kabul etmez. “Elimden çıkardığım bir şeyi geri alamam.” der. Bunun üzerine adam, onun Cafer-i Sâdık olduğunu öğrenince büyük üzüntü duyar.[54]
Nakşî silsilesinde “Pürfeyz” olarak anılan Cafer-i Sâdık’ın düşünce dünyasını özetleyen en güzel ifadeler, oğlu Musa Kâzım’a yaptığı şu vasiyetidir:
“Oğlum! Allah(cc) kendisinin taksimine razı olanı, başkalarına muhtaç bırakmaz. Başkasının elindekine göz diken ise fakir olarak ölür. İlâhî taksime razı olmayan, hükmü konusunda Allah(cc)’a itiraz etmiş olur.
Kendi günahını küçük gören, başkasının küçük günahını büyük görür. Başkasının günahını küçük görenin gözünde kendi günahı büyük görünür. Başkalarına isyanla kılıç çeken o kılıçla öldürülür. Başkasının kuyusunu kazan o kuyuya düşer.
Beyinsiz âdî insanlarla düşüp kalkan değerini yitirir ve hor tutulur. Âlimlerle düşüp kalkan saygı görür. Kötü yerlere girip çıkan töhmete uğrar.
Lehinde de olsa aleyhinde de olsa daima hakkı söyle. Koğuculuk yapmaktan sakın, çünkü koğuculuk insanların kalplerine kin ve intikam tohumları eker.”[55]
Kaynaklar:
[1] Mustafa Öz, “Ca’fer es-Sâdık”, DİA, İstanbul 1993, c. VII, s. 1.
[2] Mehmet Atalan, Şiiliği Farklılaşma Sürecinde Ca’fer es-Sâdık’ın Yeri, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 2004, s. 65.
[3] İ. Hakkı Ünal, “Câfer es-Sâdık-Ebû Hanîfe Münasebeti”, Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, Vefa Yayıncılık, İstanbul 1993, s. 29.
[4] ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, c. VI, s. 255-256.
[5] Atalan, Şiiliği Farklılaşma Sürecinde Ca’fer es-Sâdık’ın Yeri, s. 89-90.
[6] el-Hânî, Âdâb, s. 43.
[7] Atalan, Şiiliği Farklılaşma Sürecinde Ca’fer es-Sâdık’ın Yeri, s. 104.
[8] Aynı eser, s. 104-119.
[9] Öz, “Ca’fer es-Sâdık”, İslâm Ansiklopedisi, c. VII, s. 2.
[10] Fuat Sezgin, Târîhu’t-türâsi’l-Arabî, Arpçaya çev.: Muhamud Fehmi Hicâzî, Medine 1991, c. III, s. 269-273.
[11] Ünal, “Câfer es-Sâdık-Ebû Hanîfe Münasebeti”, Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, s. 29.
[12] el-Hânî, Âdâb, s. 42.
[13] Muhammed Abdülkerim eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal İslâm Mezhepleri, çev.: Mustafa Öz, Ensar Neşriyat, İstanbul 2005, s. 182.
[14] Ebû Mansur Abdülkahir b. Tahir el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar (el-Fark Beyne’l-Firak), çev.: Ethem Ruhi Fığlalı, Kalem Yayınevi, İstanbul 1979, s. 227.
[15] el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar, s. 228-229.
[16] Atalan, Şiiliği Farklılaşma Sürecinde Ca’fer es-Sâdıkın Yeri, s. 156-157.
[17] Öz, “Ca’fer es-Sâdık”, İslâm Ansiklopedisi, c. VII, s. 2.
[18] Atalan, Şiiliği Farklılaşma Sürecinde Ca’fer es-Sâdıkın Yeri, s. 65.
[19] Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 105.
[20] Mehmet Atalan, “Cafer es-Sâdık’da Tanrı, Bilgi, İnsan ve Alem”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Elazığ 2000, Sayı:5, s. 623.
[21] Öz, “Ca’fer es-Sâdık”, İslâm Ansiklopedisi, c. VII, s. 2.
[22] Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, s. 99.
[23] Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 106.
[24] Ünal, “Câfer es-Sâdık-Ebû Hanîfe Münasebeti”, Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, s. 30.
[25] Atalan, Şiiliği Farklılaşma Sürecinde Ca’fer es-Sâdıkın Yeri, s. 77.
[26] Schimmel, İslâmın Mistik Boyutları, s. 55.
[27] Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Yayınları, İstanbul 1992, c. II, s. 447.
[28] Ünal, “Câfer es-Sâdık-Ebû Hanîfe Münasebeti”, Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, s. 31.
[29] Atalan, Şiiliği Farklılaşma Sürecinde Ca’fer es-Sâdıkın Yeri, s. 79.
[30] Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, s. 99.
[31] eş-Şehristânî, İslâm Mezhepleri, s. 168-169.
[32] Ünal, “Câfer es-Sâdık-Ebû Hanîfe Münasebeti”, Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, s. 31.
[33] Atalan, Şiiliği Farklılaşma Sürecinde Ca’fer es-Sâdıkın Yeri, s. 80-81.
[34] Ünal, “Câfer es-Sâdık-Ebû Hanîfe Münasebeti”, Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, s. 31.
[35] eş-Şehristânî, İslâm Mezhepleri, s. 166.
[36] Atalan, Şiiliği Farklılaşma Sürecinde Ca’fer es-Sâdıkın Yeri, s. 89-90.
[37] Aynı eser, s. 82-83.
[38] Atalan, Şiiliği Farklılaşma Sürecinde Ca’fer es-Sâdıkın Yeri, s. 83-84.
[39] Aynı eser, s. 86.
[40] Aynı eser, s. 88.
[41] ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, c. VI, s. 258-259.
[42] Ünal, “Câfer es-Sâdık-Ebû Hanîfe Münasebeti”, Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, s. 32.
[43] Büyük İslâm Tarihi, c. II, s. 447.
[44] Ünal, “Câfer es-Sâdık-Ebû Hanîfe Münasebeti”, Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, s. 31.
[45] el-Hânî, Âdâb, s. 43.
[46] Atalan, “Cafer es-Sâdık’da Tanrı, Bilgi, İnsan ve Alem”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 5, s. 627.
[47] Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 155-157.
[48] Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 106.
[49] Hânî, Hadâikü’l-verdiyye, s. 155.
[50] Annemarie Schimmel, Halifenin Rüyaları İslâm’da Rüya ve Rüya Tabiri, çev.: Tûba Erkmen, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2005, s. 23.
[51] Schimmel, İslâmın Mistik Boyutları, s. 55.
[52] Louis Massignon, Doğuş Devrinde İslâm Tasavvufu, çev.: Mehmed Ali Aynî, sad. Osman Türer ve Cengiz Gündoğdu, Ataç Yayınları, İstanbul 2006, s. 86.
[53] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 267.
[54] Aynı eser, s. 230.
[55] el-Hânî, Âdâb, s. 44.

Önceki Halka
Kâsım bin Muhammed (ks)
