
Muhammed Mâsum Sirhindî (ks)
25
Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.
Muhammed Mâsum Sirhindî (ks)
İmâm-ı Rabbânî’nin üçüncü oğlu olan Muhammed Masum 1007/1599’da, Sirhind yakınındaki Mülk-i Haydar denilen yerde doğdu. Onun doğumunun babasını pek memnun ettiğini şu sözlerinden anlıyoruz:
“Muhammed Mâsum’un dünyaya gelişi bizim için çok bereketli ve pek mübarek oldu. Onun doğumundan sonra muhterem hocamın huzuruna çıktım ve göreceklerimi orada gördüm.”
O, Mecdüddin (dinin şerefi) ve Urvetü’l-vuska[1] (sağlam kulp) lakablarıyla anılmaktadır. Zâhirî ilimleri tahsile babasının gözetiminde başlayan Masum, abisi Muhammed Said’den çeşitli ilimlere dair dersler okumaya devam etti. Ayrıca bölgedeki Muhammed Tahir Lahorî gibi büyük âlimlerden tefsir, hadis, kelâm, fıkıh ve felsefeye dair pek çok eseri okuyarak icazet aldı. Onun zâhirî ilimleri tahsil sürecinin 16 yaşına kadar devam ettiği kaydedilmektedir.
Muhammed Mâsum, küçük yaşlarından itibaren içinde doğup büyüdüğü mânevî atmosferin tesiriyle pek çok tasavvufî hâli tecrübe etti. 14 yaşındayken bir gün kendisinde meydana gelen hâli babasına arz ederek:
“Kendimde öyle bir nur görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır. Eğer o nur sönerse dünya karanlık olacak.” dedi.
Bu hâli duyan İmâm-ı Rabbânî ona kutupluk müjdesini vererek: “Sen zamanının kutbu olursun.” dedi. Babası sözüne devam ederek şöyle dedi:
“Allah(cc)’a hamd ve senalar olsun ki, vaat edilen ele geçti. Müjdelediklerine kavuştum.”
Gerçekten İmâm-ı Rabbânî’nin rüya yorumunda dediği gibi oğlu Muhammed Mâsum’un etkisi halifeleri ve müritleri vasıtasıyla o kadar yayıldı ki, onun irşad nuru dünyanın pek çok yerine ulaştı.[2]
Zâhirî ilimleri tahsilinin ardından bütün gayretini mânevî terbiye ve eğitime yöneltti. İlim öğrenmedeki azmi ve başarısını bu mânevî sahada da gösteren Muhammed Masum, babasının birçok övgüsüne mazhar olup ondan seyr ü sülûkünü tamamladı. İmâm-ı Rabbânî ona yazılı irşad icazeti vererek hilâfet-i tamme ile görevlendirdi.
Belli bir yaşa gelen Muhammed Masum babasının teşviki ve hocası Muhammed Tahir Lahorî’nin aracılığıyla Anadolu’dan Hindistan’a göç eden Seyyid Mir Sefer Ahmed’in kızıyla evlendi.
Muhammed Masum’un 6’sı erkek 5’i kız olmak üzere 11 çocuğu vardı. Bunlardan erkek olanların isimleri şu şekildedir: Muhammed Sibgatullah (1033-1122), Muhammed Nakşbend (Hüccetüllah) (1034-1115), Muhammed Ubeydullah (Mürevvicü’ş-Şeria) (1038-1083), Muhammed Eşref (1048-1118), Muhammed Seyfüddin (1049-1096), Muhammed Sıddık (1059-1130).[3] Kızlarınnın isimleri ise şöyledir: Emetüllah, Aişe, Arife, Akile, Safiyye.
Muhammed Mâsum ölümüne yakın bir dönemde hastalandı. Bir süre hastalık hâlini çektikten sonra 1079/1668’de vefat etti. Cenazesini Ahuend Sücadil yıkadı ve namazını küçük kardeşi Muhammed Yahya kıldırdı.
Muhammed Masum, müceddidî ekolün yayılmasında çok etkili oldu. Müslümanların yaşadığı pek çok bölgeden ona intisap eden müridleri ve halifeleri bulundukları yerlerde tarikatın yayılmasını sağladılar.
Müceddidî meşrebin Anadolu’ya gelişi de Muhammed Masum’un halifelerinden Muhammed Murad el-Buharî’nin (ö.1132/1720) bizzat kendisinin İstanbul’a gelmesi ve Mekke’de ikâmet eden Yekdest Ahmed el-Curyanî’nin (ö.1119/1707) halifeleri vasıtasıyla olmuştur.[4]
Tasavvufî Görüşleri
Muhammed Mâsum, babasının çeşitli kesimlerden insanlara mektup yazarak irşad etme geleneğini sürdürdü. Esasen bu durum Nakşbendî-Müceddidî etkisinin uzak bölgelere hızla yayılması sebebiyle, ulaşım sorunlarıyla yüz yüze kalan müridlerin eğitimi ve terbiyesine yönelik ortaya konulan oldukça etkili bir yöntem olarak gözükmektedir.
Mürşidin yazdığı mektuplar genellikle tasavvufî konuları ihtiva ettiği için istinsah edilerek elden ele ulaştırılıp yayıldı. Böylece tarikat pîrinin görüşleri en uzak noktaki müridlere kadar ulaştırılmış oldu.
Dolayısıyla mektupların bu şekilde çoğaltılarak okunmasıyla birlikte tarikatın temsilcilerinin tasavvufî görüşlerinde belli ölçüde birlik sağlandığı söylenebilir. İmâm-ı Rabbânî’yle yaygınlaşan bu geleneğin Nakşbendîler arasında günümüze kadar sürdürüldüğü görülmektedir.
Muhammed Masum itikadî konularda Ehl-i Sünnet âlimlerine uyulması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu hususlarda sözün doğrusunu kabul etmeli, şüphe ifade eden, nasıl ve niçin sorularıyla şekillenen düşüncelere sapılmamalıdır.[5]
Tasavvuf tembellik ve kendini toplumdan soyutlayarak sadece bâtına ait hususları dillendirmek değildir. Ona göre tasavvufî hayat, Hz. Peygamber(sav)’in örnekliğinde yaşanması gerekmektedir. Hz. Peygamber(sav)’in sünnetlerinin ışıkları olmadan Hak’ka giden yol bulunamaz. O’na tâbî olmadan kurtuluşa erme gerçekleşmez.[6]
Sûfîler denilince akla gelen eğer Hz. Ebu Bekir(ra)’in yolunu takip edenlerse onların yolu Kur’an-ı Kerim’e sarılmak, sünnet-i seniyyeyi yaşamak ve ona muhalif olan bid’atlardan sakınmakla şekillenmektedir.
Hz. Peygamber(sav)’in sünneti İslâm’ın emirlerinden veya diğer bir değişle Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin hayatta tecrübesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla Müslüman olarak yaşamak için ona uymak gerekmektedir. Bu iki kaynağa uymayan düşüncelere itibar edilmemelidir.[7]
Şu halde iyiliği yaşama ve yayma tercih edilmelidir. Eğer aksi bir durum meydana gelirse bu yolun büyüklerine saygısızlık olur. Çünkü iyilikle muamele etmek tasavvufun temel ilkelerinden biridir.[8]
Muhammed Masum’a göre tevhid açısından insanlar iki kısımda değerlendirilmektedir: Avâm ve havâs. Avâmın tevhidi denilince sıradan insanların “lâ ilâhe illa’llah” diyerek inanıp onun anlamını kavramaları kastedilmektedir. Kelime-i tevhidi inanarak söyleyenler Allah(cc)’ın dışında hiçbir şeye ulûhiyet atfetmezler. Onlar ibadetin ancak Allah(cc)’a yapılacağına inanırlar.
Havâssın tevhidine gelince bu âriflerin anlayışıdır. Ârifler avamın anlayışına uygun tevhidi benimsemekle birlikte daha üst düzeyde bir bakışa sahiptirler.
Onların bu üst düzey bakışı iki derecede değerlendirilmektedir. Birinci derecede olanlar; Allah(cc)’tan başkasını O’nun gibi sevmez, O’nu düşünmeyi ve murakabe etmeyi engelleyecek hiç bir şeye itibar etmez, O’na teveccühe mani olan her şeyden bağlarını koparırlar. Onların zâhirlerinin dış dünyayla meşgul olması bâtınlarına tesir etmez. Sürekli zikir hâlindedirler. Allah(cc)’tan başkası hatırda tutulmaz. Ancak bu aşamada yukarıda zikredilen gelişmelere rağmen nefis hazırdır.
İkinci dereceye ulaşılınca havassın nefsi kendinin unutmaya başlar. Bu safhada “benlik” ortadan kalkar. Onun kendinden “benlik” izleri silinerek Hakk’ın tezahürü meydana gelir. Buna fenâ-yı nefs denir. Tecelli-i sıfât ve ef’âl meydana geldiğinde ârif kendini unutarak yolun sonuna gelinmiş olur.[9]
Mektûbât’ta sıkça rastlanan sorulardan birinde Muhammed Masum’a şöyle sorulur:
Vahdet-i vücutçulara göre bu dünyada her şey Allah(cc)’ı gösteren birer aynadır. Onların hiç birinde Allah(cc)’ın dışında başka bir şey görünmüyor. Şu halde her şeyi iyi bilmek ve sevmek, hiçbir şeyi kötü görmemek gerekmez mi?
O bu soruya verdiği uzun cevabın bir kısmında şöyle der:
“…Bizim Kur’an-ı Kerim’e uymamız farz ve zorunludur. Bizim işimiz nass iledir, fuss ile değildir. Yani Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerin buyruklarıyladır, evliyânın kitaplarıyla değildir…
Hayaller, rüyalar, evliyânın kalplerine doğan keşifler ve ilhamlar nassların yerine geçmez. Keşf ve ilhamı hatalı olanlar nasslara uymaya ve onlarla amel etmeye mecburdurlar…
Vahdet-i vücudu tanıyanlar zehir yemiyor. Başkalarının onun yemesine de mani oluyorlar. Akrebi, yılanı öldürüyorlar ve başkalarına bunlardan sakınmalarını söylüyorlar…”[10]
Bu alıntı paragrafta görüldüğü gibi Muhammed Masum, babasının Mektûbât’ta kullandığı ifadelerine benzer yaklaşımla vahdet-i vücudu benimseyenleri eleştirmektedir. O, diğer bir mektubunda âlemdeki çokluk aynasında görülen vahdetin (birlik) belirtiden ibaret olduğunu ve onun hakikî vahdet (birlik) olmadığını ifade etmektedir.
Bu durum belki hakikî vahdetin benzeri veya misali olup O’nun zılalinden (gölgeler) bir zıl/gölgedir. Allah(cc) veraü’l-verâ/ötenin ötesidir. O, bizim görüş ve bilgimizden ayrıdır.[11]
Ona göre vahdeti (birlik) talep edenin kesinlikle kesreti (çokluğu) terk etmesi gerekir. Kişinin kendinde ne kadar kesret unsurları varsa o kadar hakikî vahdetten uzaktır.
Hem talep ve muhabbet hem de ilm-i varidât açısından vahdanî olmak gerekir ki, münasebet peyda olunup vahdet aynası hâline gelinsin ve hakikî tevhide ulaşılsın. Çünkü “tevhid izafetlerin iskatıdır” denilmektedir.[12]
Mir Muhammed İbrahim’in mektubundaki: “Sizin suretiniz gözümün önüne geldiği zaman hepsinden daha çok lezzet alıyorum. Halim şaşılacak derecede kuvvetli oluyor. Kendimde inanılmayacak şekilde çeşitli feyizler buluyorum. Bütün bunlar müceddide olan ihlâstan meydana geliyor.” ifadelerine cevap olarak şöyle der:
“Bütün bu halleriniz mânevî olarak tam münasebette ve onlarla beraber olduğunuzu bildiriyor. İnşallah bu münasebetiniz miktarınca mânevî cezbeye kavuşur ve tam birliktelik elde edersiniz.”[13]
Yukarıdaki ifadelere bakıldığında Muhammed Masum râbıta yapan müridini teşvik ederek bununla birçok mânevî hâle ulaşılabileceğini belirtmektedir.
Dünyevî olanlarla meşguliyetin mâneviyata zarar vermemesi için onlarla Allah(cc)’ın hükümlerine göre davranması gerekir. Bu dünya nimetlerinin zararlarından kurtulmanın ilacıdır.[14]
Allah(cc)’ın sıfatlarını tanımak ve O’nun hükümlerine uymak kevnî kerametlere sahip olmaktan daha değerlidir. Dünyevî olağanüstülüklerin (kevnî kerametler) insanın kemâle ermesinde herhangi bir katkısı yoktur.
Onun mânevî tekâmülünün gerçekleşmesi için Allah(cc)’ın hükümlerine uyulması ve tevhidin elde edilmesi gerekir. İnsanın kemâle ermesi kendi varlığının fânî ve sadece Allah(cc)’ın bâkî olduğunun farkında olmasıyla mümkündür.
Hâlbuki kevnî kerametler onlara değer verildiği zaman kibre sebep olur ve hakikatın keşfedilmesine engel olan bir perde hâline gelirler. Allah(cc)’ın yarattığı pek çok canlı vardır ve kevnî keramet olarak değerlendirilen olağanüstülükler onların normal davranışları veya diğer bir değişle fiilleridir.
Önemli olan Allah(cc)’ın insanlara bahşettiği iradeyi kullanarak hükümlere uymak ve mânevî tekâmülünü tamamlayarak hakikata ulaşmaktır. Söz konusu hakikatlar keşfedilince Allah(cc)’ın bu kullarına kevnî kerametler vermesi sıradan bir hâldir. Bu sebeple böyle kimseler sahip oldukları mânevî yücelikler karşısında kevnî kerametlere itibar etmezler.[15]
Velîler/mürşidler İlâhî feyzlerin vasıtalarıdır. Eğer vasıta sahih olmazsa feyze ulaşılamaz veya onu elde etmek mümkün olmaz. Hakikî/sahih vasıta bulununca onunla sohbet hâli meydana gelir ve mânevî tecrübeler yaşanılarak hakikatlar keşfedilir.[16]
Böyle sahih vasıta olan zâtların tasarrufları sadaka-i cariye gibidir. O, bu dünyadan göçtükten sonra da onun etkileri ve tasarrufları devam eder.[17].
Kaynaklar:
[1] Urvetü’l-Vüska (sağlam kulp) lakabı şu ayetlere dayandırılmaktadır: “…Sağlam bir kulpa yapışmıştır…” Bakara, 2/256 ve “Kim iyilik yaparak kendini Allah’a teslim ederse, şüphesiz en sağlam kulpa tutunmuştur…” Lokman, 31/22.
[2] Kuku, Muhammed Masum, s. 42.
[3] Muhammed Masum’un erkek çocuklarının hayat hikâyeleri için bk. Kuku, Muhammed Masum, ss. 166-198.
[4] Müceddidî ekolün Anadolu’daki ilk temsilcileri ve görüşleri için bk. Halil İbrahim Şimşek, 18. Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Nakşbendî-Müceddidî Hareket: Anadolu’daki Temsilcileri ve Tasavvufî Görüşleri, Hititkitap Yay., Çorum 2008.
[5] Muhammed Masum, Mektubât, c. 1, m.no: 78, c. 2, m.no: 83
[6] Aynı eser, c. 1, m.no: 22.
[7] Aynı eser, c. 1, m.no: 29, c. 2, m.no: 83.
[8] Aynı eser, c. 1, m.no: 29, 130.
[9] Aynı eser, c. 1, m.no: 23.
[10] Muhammed Masum, Mektubât, c. 1, m.no: 29.
[11] Aynı eser, c. 2, m.no: 33.
[12] Aynı eser, c. 2, m.no: 51.
[13] Aynı eser, c. 2, m.no: 192.
[14] Aynı eser, c. 1, m.no: 49, c. 2, m.no: 45.
[15] Aynı eser, c. 1, m.no: 50, 128.
[16] Aynı eser, c. 1, m.no: 50.
[17] Aynı eser, c. 2, m.no: 39

Önceki Halka
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî (ks)
