Altın Silsile'den Altın Halkalar

Image hover effect image

Hazret-i
Muhammed Mustafa (sav)

1

Bu sayfada yer alan bilgiler Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. Halil İbrahim Şimşek tarafından yayına hazırlanan “Altın Silsile’den Altın Halkalar” kitabından alınmıştır.

Hazret-i Muhammed Mustafa (sav)

Kısaca Hayatı

İki cihân serveri sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (sav) Fil Vak‘ası’ndan 50-55 gün sonra milâdî 571 yılında, Rebîülevvel ayının 12’si Pazartesi günü Mekke’de doğdu. Babasının ismi Abdullah, annesinin ismi Âmine’dir.

Henüz dünyayı teşrif etmeden babası Abdullah; 6 yaşındayken de annesi Âmine vefât etti. Küçük yaşlarında hem yetim hem öksüz kaldı. Sonra dedesi Abdulmuttalib’in himayesine girmiş, dedesinin vefatından sonra ise amcası Ebû Talib’in yanında yetişmiştir.

Küçük yaşlarından itibaren ticaretle meşgul oldu. Mekke dışında farklı şehirlere ticâri seyahatler yaptı. Peygamber olmadan önce insanlar arasında güzel ahlakı, dürüstlüğü ve adâleti ile tanınarak “el-Emîn: En emniyetli kişi”  “Muhammedü’l Emîn” sıfatını aldı.

25 yaşlarında iken Hz. Hatice ile evlendi. Mekkelilerin ve diğer Arap kabilelerinin putlarına hiç ilgi göstermeyen Hazret-i Muhammed (sav) aklı ve hisleriyle putlara tapmanın faydasızlığına inanıyor, Hazret-i İbrâhim’in dini üzere olmaya çalışan az sayıdaki Hanîfler gibi düşünüyordu. Bu sebeple risâletinin birkaç yıl öncesinden itibaren sık sık Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’nda inzivaya çekilip tefekkür ediyordu.

610 senesinin Ramazan ayında, Hira Mağarasında vahiy meleği Cebrail (as) geldi ve ona ilk vahiy “oku” emrini verdi. Böylece Hz. Muhammed‘e (sav) 40 yaşında peygamberlik verilmiş oldu. Peygamber (sav) Efendimiz, tebliğe en yakınlarından başladı. O’na ilk olarak eşi Hz. Hatice imân etti. 

İnsanlar arasındaki eşitsizliği gideren, adaleti gözeten İslam dini ilk yıllarda daha çok fakir insanlar ve köleler arasında kabul gördü. Müslümanların sayısı günden güne artarken, ilk Müslümanlar Mekkeli putperestlerin hakâret, alay, eziyet, işkence ve boykot gibi kötü tavır ve davranışlarına mâruz kaldı.

Müslümanlar Mekke’de oturamayacak hâle geldikleri zaman Allah’ın izniyle Peygamber (sav) Efendimiz ve ashabı 622 senesinde Mekke’den Medine’ye hicret etti. Hicret esnâsında Hz. Ebubekir (ra), Peygamber Efendimiz’in (sav)  yol arkadaşı oldu.

Medineli Müslümanlar (Ensar) Mekkeli muhacirleri çok iyi karşıladılar. Ensar ile muhacirler kardeş ilan edildi. Böylece Medine İslam Devleti kuruldu. İslam Devleti’nin kurulmasıyla müşrikler Müslümanlara saldırmaya başladı.

624 yılında müşriklerle yapılan ilk savaş olan Bedir Savaşı’nı Müslümanlar kazandı. Mekkeli müşrikler Bedir Savaşı’nın intikamını almak için Medine üzerine yürüdüler. 625 yılında yapılan Uhud Savaşı’nda Peygamberimizin (sav) görevlendirdiği okçuların yerini terk etmesiyle Hz. Hamza ile birlikte 70 sahabe şehit oldu.

İki taraf birbirine üstünlük kuramadığı için Mekkeli müşrikler büyük bir güç toplayarak tekrar Medine üzerine yürüdüler. Peygamber (sav) Efendimiz bunu haber alınca Selman-ı Farisi (ra)’nin tavsiyesi ile Medine’nin etrafına hendekler kazdırdı. 627 yılında yapılan Hendek Savaşı’nda müşrikler kayıplar vererek çekildiler.

628 yılında Müslümanlar hacca gitmeye karar verdiler. Bundan tedirgin olan Mekkeliler Müslümanlara izin vermek istemediler. 628 yılında imzalanan Hudeybiye Anlaşması ile Mekkeli müşrikler Müslümanların varlığını resmen tanıdı. Anlaşma döneminde Müslümanların sayısı gün be gün arttı.

630 yılında Mekke’nin fethi gerçekleşti. Mekke’nin fethinden sonra Arap yarımadası hızlı bir şekilde Müslümanların kontrolü altına girdi. 

Hazret-i Muhammed (sav) son kez Müslümanlarla beraber 632 yılında hacca gitti ve buna Veda Haccı adı verildi. Peygamberimiz (sav), bu hacdaki Veda Hutbesi’nde 100 binin üzerinde Müslümana hitap etti.

Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sav) 632 yılında Medine’de âhirete irtihâl eyledi. Peygamberimizin (sav) kabr-i şerîfleri Medine’de Ravza-i Mutahhara olarak bilinen Mescid-i Nebî içerisinde bulunmaktadır.

Tasavvufî Düşüncede Hazret-i Paygamber (sav)

Tarîkat-ı Muhammediyye Anlayışı

Nebevî öğretilerin güçlü takipçileri olan sûfîler, sünnetin dışındaki tüm yolların tamamen kapalı olduğunu beyan ederler.[1] Bu durumun gereği olarak Ebû Hamza Bağdâdî (ö.269/882): “Hak Teâlâ’nın yolunu bilen için o yola girmek kolaydır. Allah(cc)’a giden yolda, Resûlullah(sav)’ın hâl, fiil ve sözlerine tâbi olmaktan başka delil yoktur.”[2]  derken Cüneyd-i Bağdâdî (ö.297/909) de şu tespitte bulunmaktadır:

“Tasavvufun temeli, sekiz peygambere ait şu hasletlerdir: Sûfî; sehâ ve cömertlikte İbrahim(as)’e tâbî olur. Çünkü o, cömertlik konusunda oğlunu kurban edecek bir dereceye ulaşmıştır.

Rızâda İsmail(as)’e uyar. Zira Allah(cc)’ın emrine rıza göstererek, aziz canını feda etmeye hazır olduğunu söylemişti. Sabır hususunda Eyüp(as)’e uyar. Çünkü o, yaralarının kurtlanması belâsına sabretmişti.

İşarette Zekeriya(as)’ya uyar. Çünkü Allah(cc) onun için: “Rabbine gizli bir nida ile niyazda bulunduğu zaman…”[3] buyurmuştur. Gurbette Yahya’ya tâbî olur. Çünkü o vatanında garip ve yalnız idi, kavmi arasında kavminden garip idi.

Seyahatte ve gezgincilikte İsa(as)’ya tâbî olur. Çünkü o, her şeyden tecerrüt ederek seyahat ederdi. O derecede ki, bir bardakla bir taraktan başka bir şeye sahip olmazdı. Bir şahsın avuçları ile su içtiğini gördüğü zaman bardağını atmış, diğer bir şahsın parmakları ile saçlarını düzelttiğine şahit olunca da tarağını fırlatmıştı.

Sûf ve yün giymede Musa(as)’ya tâbî olur. Zira onun bütün elbiseleri sûf idi. Fakrda Muhammed(sav)’e tâbî olur. Aziz ve Celil olan Allah(cc) yeryüzündeki bütün hazinelerin anahtarlarını ona göndererek “kendini sıkıntıya sokma, bu hazinelerden güzel güzel faydalan” dediği halde, o şöyle demişti: “İstemem ya İlâhî, beni bir gün doyur, iki gün aç bırak.”[4]

Dolayısıyla tasavvuf önderleri, hayatlarının her anında Hz. Peygamber(sav)’i örnek almaya çalışmışlardır. Nebevî öğretileri esas alıp 2-3/8-9. yüzyıllarda yavaş yavaş şekillenen tasavvuf ilmi de günümüze kadar İslâm’ın bâtınî/içsel boyutunu temsil etmiştir.[5]

Sûfî şairler divanlarında münacat bölümünden sonra Hz. Peygamber(sav)’e hitaba yer verirler. Şiirlerinde Peygambere hitap ederken, yüreklerindeki acı, umut ve üzüntüleri dile getirirler.

Mutasavvıfların Hz. Peygamber(sav)’e duydukları aşk, köylü, kentli her Müslüman’ı birbirine bağlayan en güçlü bağ olmuştur. Hz. Muhammed(sav)’in kişiliği genelde inananlar, özelde ise tasavvuf erbabı için ilham kaynağı ve güç merkezidir. Tarikat-ı Muhammediyye anlayışıyla ortaya çıkan tasavvufî akımlar, en zorlu dönemlerde müntesiplerini Peygamber sevgisinin etrafında perçinleyip Muhammedî sevda ile sıkıntıları aşmaya çalışmışlardır.

Örneğin Hindistan’da İngilizlere karşı varlık mücadelesi veren Mir Dard ve Ahmed Birelvi hareketleri ile Kuzey Afrika’da Fransız ve İtalyan güçlerine karşı bağımsızlık mücadelesi veren Senûsiyye tarikatının ilham kaynağı Hz. Muhammed(sav) olmuştur.[6]

Hz. Peygamber(sav) Efendimizin Zühdü ve Rûhânî Hayatı

Kur’ân-ı Kerim’in tebliğcisi ve ümmetin üsve-i hasenesi olan Muhammed(sav), ömrü boyunca zâhidâne bir hayat yaşadı. Yünlü, pamuklu, yamalı, yamasız giysiler giydi. Ne varsa onu yedi. İbn Abbas’ın rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber(sav) peş peşe birkaç gece aç sabahlar, hane halkı da çoğu zaman akşamları yiyecek bir şey bulamazdı. Zaten ekmekleri arpa ekmeğiydi.[7] Hz. Aişe(rah) onun hâline şu şekilde tercüman olmaktadır:

“Ensardan bir kadın yanıma gelmişti. Resûlullah(sav)’ın yatağının katlanmış bir şilteden ibaret olduğunu görünce, doğru çıkıp evine gitti ve içi yün doldurulmuş bir yatak alıp getirdi. Resûlullah(sav) eve geldiği vakit ‘Bu nedir?’ diye sordu. Ben de ‘Ensardan falanca kadın gelmişti. Senin yatağını gördü ve bunun üzerine bunu gönderdi’ dedim.

Resûlullah(sav) bana; ‘O yatağı geri yolla’ dedi. Ben ise yollamadım, çünkü böyle bir yatağın evimde bulunması hoşuma gidiyordu. Resûlullah(sav) ısrarla bana, üç sefer onu geri vermemi istedi ve ‘Ey Aişe! Allah(cc)’a yemin ederim ki, şayet isteseydim Allah(cc), altın ve gümüşten dağları benimle yürütürdü’ buyurdu. Bunun üzerine ben de yatağı geri gönderdim.’”[8]

Hz. Aişe(rah)’nin ifadesi ile Peygamber Efendimiz(sav) hiçbir zaman karnını doyurmadı, ama asla şikâyetçi de olmadı. Mal biriktirmeye asla hevesli değildi. Çünkü o, tercihini kul peygamberlikten yana yapmıştı. İnfak etmeyi seven bir şahsiyetti. Kendisinden bir şey istendiğinde derhal verir, eğer istenen şey kendisinde yoksa vaat eder ve eline geçen ilk fırsatta bu isteği karşılardı.

Hz. Peygamber(sav) vermeye ve infak etmeye son derece iştiyaklı olduğu ve vermek hakkında “Veren el, alan elden hayırlıdır.” buyurduğu halde, istemek ve almak konusunda son derece müstağni idi. Ashâbının da bu konuda müstağni olmasını isterdi. Zengin fakir herkesle görüşür, el sıkışırdı. Kendi hayvanını sağar, merkebe binerdi. Aylarca hanesinde ocağın yanmadığı, sofrasında sıcak bir yemeğin bulunmadığı olurdu.[9]

Hz. Peygamber(sav)in zâhidâne yaşantısı yokluktan değil, kendi iradesinin tezahürüydü. Zira o, Ben melik peygamber veya kul peygamber olma hususunda muhayyer bırakıldım. Cebrail bana tevazu göstermemi işaret etti. Ben de kul peygamber olayım, bir gün doyar, bir gün aç kalırım” dedim.”[10] demektedir.

Nitekim davetin ilk yıllarında, amcası aracılığı ile müşriklerin, davasından vazgeçmesi şartıyla; “İsterse onu başımıza kral yapalım, mal istiyorsa en zenginimiz o olsun.” şeklinde yaptıkları teklifi geri çevirdi. Arabistan Yarımadasının tamamına yakın kısmının tek hâkimi hâline geldiği, gücünün zirvesine ulaştığı, devlet hazinesinin dolup taştığı zamanlarda bile, onun yaşantısında bir değişiklik olmadı, asla mal biriktirmedi, sade yaşantısından vazgeçmedi, eline ganimet, ya da başka suretle geçen malları, hemen sahiplerine ve fukaraya dağıtmaya büyük bir özen gösterdi. Ashâbını, özellikle suffe ashâbını, bu anlayışla yetiştirdi.[11]

Onun bu hayatına dayanamayıp düzelen ekonomik durumdan yararlanarak, kendisinden dünyalık ve ziynet eşyası talebinde bulunan hanımlarını, ya dünyayı ya da Allah(cc) ve Resûlünü seçmeleri konusunda serbest bıraktı, onların bu tutumlarından rahatsızlık duydu ve yirmi dokuz gün süreyle onları boykot etti (i’lâ). Bu durum âyet-i kerimede şu şekilde dile getirilmektedir:

“Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: Eğer dünya dirliğini ve süsünü (refahını) istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah(cc)’ı, Peygamberini ve âhiret yurdunu diliyorsanız, bilin ki, Allah(cc), içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”[12]

Hz. Peygamber(sav)in eşleri, Allah(cc)’ı ve Resûlü(sav)’nü tercih ederek, dünyalık talebinden vazgeçtiler, onun sade hayatını benimsediler.

Dünya ve dünya nimetlerine karşı herkesin kendisi gibi davranamayacağını da düşünmekteydi. Bu noktada, “Şu dünya caziptir; göz alıcı ve gönül çekicidir, tatlıdır.”[13] buyurmaktadır.

İslâm’ın zenginlik ve servet konusuna getirdiği ölçülere uymak şartıyla zenginliği öven sözler söylemiş, zenginliği reddetmemiştir. Dürüst ve emin bir tüccarın nebiler, sıddıklar ve şehitlerle beraber olacağını dile getirmiştir.[14] O ashâbını, dünyanın terkine değil, “Kendilerinden verdiğimiz rızktan infak ederler.”[15] âyet-i gereğince, mallarının bir kısmını hayra sarf etmeleri yolunda ashâbına tavsiyede bulunurdu.

Sûfîler, kendilerinde mevcut olan ilim, marifet, hâl ve yaşayışın ilk örneğini daima Resûlullâh(sav)ta görmüşlerdir. Resûlullâh(sav)ın rûhânî hayatı ve dinî heyecanı nesilden nesle aktarılarak aynen devam etmiştir. Bu hayat okunarak ve yazılarak öğrenilen bir hayat olmayıp yaşanılan ve yaşatılan bir hayattır. Tasavvufî zihniyetin ve yaşayışın kaynağı işte bu hayattır. Abdurraûf Münâvî’nin (ö.1031/1621) çeşitli devrelerde yaşayan sûfîleri anlatmak için yazdığı el-Kevâkibü’d-durriyye isimli eserine Hz. Peygamber(sav)i anlatmakla başlaması bunu gösterir.[16]

Hz. Peygamber(sav)’e risâlet görevi Hira mağarasında inziva hâlindeyken verilmişti. Peygamberlik görevi ile görevlendirildikten sonra bile, ıssız ve tenha yerlerde, gecelerin sessizliğinde ibadet etmekten ayrı bir zevk almaktaydı. Her sene Ramazan ayında dünyevî işlerini keser, zikir ve ibadet ederek son on gününü itikâfla münzevi olarak geçirirdi.

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber(sav)i farz olan ibadetlerin dışında özel­likle geceleyin namaz kılmaya, Allah(cc)’ı zikre ve Kur’ân-ı Kerim okumaya davet etmiştir. Allah(cc) şu âyet-i kerimelerde olduğu gibi Hz. Peygamber(sav) örneğinde bizlerden zühd ve takvayı şiar edinmemizi istemiştir.

“Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. (Böylece) Rabbinin, seni, övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin.”[17]

“Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin. Kalktığın zaman da Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra da O’nu tesbih et.”[18]

“Gecenin bir kısmında O’na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O’nu tesbih et.”[19]

Hz. Peygamber(sav) farz orucun dışında, nafile oruç tutmuş, Ramazan ayının orta ve sonlarına doğru itikâfa girmiştir; hatta peygamberlik geldikten sonra bile, eski bir âdeti olan Hıra dağındaki mağaraya giderek, zaman za­man tefekkür etmiş ve inzivaya çekilmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber(sav), böylesi ibadetleri toplu hâlde ve ortaklaşa da ashâbı ile yapmıştır.

Ashâb-ı kiram da Peygamber(sav) gibi kılık-kıyafete, yeme-içmeye önem vermemekte, ibadet ve tefekkür için tenha yerleri tercih etmekte, tam bir teslimiyet ve tevekkül yaşantısı sürmekte, Hz. Peygamber(sav)in sohbet meclislerinde o konuşurken, başlarını önlerine eğmekte, derin bir huşu’ ve sükûta dalmakta, kendilerinden geçmekte, gözleri yaşarmakta, kalpleri titremekte, sanki başlarına konan kuşu uçurmamanın hareketsizliği içinde bulunmakta, Hz. Peygamber(sav)in huzurundan ayrıldıkları zaman, aynı rûhî hâli sürdüremedikleri için üzülmekte, bundan dolayı kendilerinin münafık olduğunu zanneden sahabeler bulunmaktaydı.

Dört halife, Aşere-i Mübeşşere, Ebu’d-Derda, Ebu Zerr, Abdullah b. Amr, Abdullah b. Ömer, Ebu Hureyre, Bilâl-i Habeşî, Huzeyfe, Selmân-ı Fârisî, Suhayb, Mus’ab b. Umeyr, Abdullah İbn Mes’ud, Abdullah İbn Abbas, Osman b. Maz’ûn, Ammâr (radıyallahu anhum) gibi meşrep ve mizaçları itibariyle fakr, zühd ve takvayı şiar edinen sahabeler, sûfîlerin model olarak benimsedikleri örneklerdir.

Kısaca zühd onların döneminde cemiyet hâlinde yaşanan bir haldi. Fakat dünya ve nimetlerine tamamen yüz çeviren bazı sahabeler, bizzat Peygamber(sav) tarafından uyarılmış, aşırılığa gitmekten menedilmişlerdir. Zühd ve ibadetler konusunda aşırılığa kaçanlara vücudunun, gözünün, nefsinin, çoluk çocuğunun, hanımının, ailesinin, arkadaşının, misafirinin ve Rabbinin kendisi üzerinde hakkı bulunduğunu ve her birinin haklarının verilmesini emretmiştir.[20]

Hz. Peygamber(sav) onlara kendisinin beşeri yönünü hatırlatmış ve uyarmıştır. Allah(cc)’tan en çok kendisinin korktuğunu hatırlattıktan sonra, kendi hayatını örnek göstererek gece hem uyuyup hem namaz kıldığını, bazen iftar edip bazen oruç tuttuğunu, hayvan eti yediğini belirtmiş ve Benim sünnetimden ayrılan benden değildir.[21] buyurmuştur.

Zira o, hayatın içinde bulunarak herkes gibi yemiş, içmiş, uyumuş, dinlenmiş, evlenip çoluk çocuk sahibi olmuş, elçiler göndermiş, elçiler kabul etmiş, ordular sevk etmiş, dünyanın imar ve tanziminin içinde bulunmuştur. Onun yolu hayattan kaçış değil, toplumsal hayatın içinde olup insanları ıslahtır.

O, sürekli bir şekilde dünyadan el etek çekmek anlamına gelen ruhbanlığı şiddetle reddetmiş,[22] İslâm’da sürekli bir şekilde dünyadan el etek çekmenin bulunmadığını, bir Müslümanın mübah ve meşru dünya nimetlerinden faydalanarak bu dünyanın nimetlerinden nasiplenmesinin ilahî emrin gereği olduğunu belirtmiştir. Nitekim Hz. Peygamber(sav) ruhbanlığa bakışını şu hadisinde özetlemektedir: “İslâm’ın ruhbanlığı cihattır.”[23] buyurmuştur.

Tasavvuf, öncelikle Hz. Peygamber(sav)le ashâbı arasındaki ilişkiden kaynaklanan bir ilimdir. Mümin olarak Hz. Peygamber(sav)i gören, sohbetinde bulunup O’ndan feyiz alanlara sahabe/ashap denilmektedir.

Hz. Peygamber(sav)in sohbetinde bulunanlar, vahiy alırken onun geçirdiği vecd ve istiğrak hâllerine şahit oluyor, onun mâneviyât ve rûhâniyet dolu heyecanlı ve etkileyici konuşmalarını can kulağı ile dinliyor, hatta bazen Hz. Peygamber(sav)e gelen vahiy meleği Cebrail(as)’i görüyor, bu ve benzeri hallerden derin bir şekilde etkileniyor, hisleniyor, heyecanlanıyor, adeta kendilerinden geçiyor, bu suretle Hz. Peygamber(sav)in yaşadığı sırrî ve manevî hayata katılıyor ve bundan nasip/feyiz alıyorlardı.

Hz. Peygamber(sav)in sohbetinde bulunan sahabe başlarını öne eğer onu can kulağı ile dinlerdi. Bu durumu anlatmak için sahabenin onu sanki başlarına bir kuş konmuş ve onun uçup gitmemesi için hiç kıpırdamadan duruyorlarmış gibi pür dikkat kesildikleri anlatılır. Mânevî hayatı bu şekilde yaşayarak öğrenen sahabeleri Hz. Peygamber(sav), talim ve irşadla görevlendiriyor, kabileler arasına gönderiyordu.

Bu sahabeler bulundukları meclislerde, katıldıkları sohbetlerde veya gönderildikleri kavim ve kabileler arasında Hz. Peygamber(sav)in huzurunda yaşadıkları mânevî hayatı yaşamaya ve yaşatmaya gayret ediyor, bu suretle dinî hisler ve heyecanlar Müslümanlar arasında dalga dalga yayılıyordu.[24]

Bazı hadislerde Hz. Peygamber(sav)’in mescidindeki ilim meclislerinin yanında zikir meclislerinin de bulunduğundan bahsedilirken[25] diğer bir kısmında da Allah(cc)’ı zikretmek üzere toplanan cemaat üzerine meleklerin gelip kanatlarını gerdikleri dile getirilmektedir.[26]

Hz. Peygamber(sav)in bu hadislerinde ortaya koyduğu ilkeleri örnek alan ashâb-ı kiram, başlangıçtan beri dinî sohbetler düzenlemişler, tertip edilen sohbetlerle dinî his ve heyecanı yaymaya gayret etmişlerdir.

Sahabeden sonra bu uygulama ve gelenek tabiine, onlardan da etbau’t-tabiine intikal etmiştir. Sûfîlerin sohbet meclisleri işte bu geleneğin bir devamı, açılımı ve şartlara göre geliştirilmiş bir şeklidir. Söz konusu sohbetlere katılanlar arasında takva, ilim, kıraat, hitabet ve taât itibariyle diğerlerine nazaran biraz daha önde olan ve biraz daha fazla göze çarpan şahsiyetler, cemaatin önderi ve temsilcisi konumunda olup hoca, âlim ve delil olarak görülmüşlerdir.

Bunların rehber ve cemaat önderleri olarak görülmeleri, başka birinden aldıkları icazet ve hilafete, kendi dindarlıklarına, takvalarına, ihlâslarına, hayırseverliklerine ilimlerine, şahsî erdem ve yeteneklerine dayanıyordu.[27]

Sûfîlerin Hz. Peygamber(sav)i rehber ittihaz etmelerinin tasavvuf geleneğindeki gerekçelerini şu şekilde sıralayabiliriz:

  1. Tasavvuftaki mânevî zincirin ilk halkasında Hz. Muhammed(sav)’in yer alması.
  2. İsrâ suresinin ilk ayetlerinde üstü örtülü bir şekilde anlatılan Peygamberimize ait miracın tasavvuf ehli için Allah(cc)’ın huzuruna mânevî yükselişte ilk örnek olması.
  3. Peygamber Efendimizin Hz. EbûBekir(ra), Hz. Ali(ra) ve diğer bazı sahabeye bâtınî hikmetleri aktarması.
  4. Çeşitli hâl ve makamları kendilerine göre yorumlayan sûfîlerin peygambere kadar uzanan ya da en azından peygambere atfedilen hadislerden yararlanmaları. Dolayısıyla genelde İslâmî, özelde tasavvufî her eğilim hadislerde kendine bir dayanak arayıp bulmuştur.
  5. Nebevî kişiliğin ümmetin mânevî hayatında büyük önem taşıması. Ümmeti için Hz. Muhammed(sav), eşsiz bir yol gösterici ve üsve-i hasenedir. Her Müslümanın onu örnek alması vecibedir.
  6. Tasavvuf erbabının onu insan-ı kâmil, yaradılışın nedeni ve amacı, ezelî nur, insanlığın önderi, Allah(cc)’ın dostu, ümmetinin şefaatçisi ve kendilerinin yegâne pîri olarak görmesi.
  7. Peygamber(sav)in mücahede, riyazet, fakr, zühd, vera, murakabe, muhasebe, ilâhî vecd, mânevî vuslat, tesbihât, ezkâr ve evrâdı şiar edinmesi.[28]
Hz. Peygamber(sav)in Örnekliği ve Sünnete Uymak

Aşağıda naklettiğimiz âyet-i kerimeleri rehber edinen ashâb-ı kiram, her durum ve ortamda Hz. Peygamber(sav) Efendimize tâbî olup teslimiyet göstermiştir.

“Andolsun ki, Resûlullâh(sav), sizin için, Allah(cc)’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah(cc)’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”[29]

“Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”[30]

“Kim Resûl’e itaat ederse Allah(cc)’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!”[31]

Ashâb-ı Kirâm, Hz. Peygamber(s)’in verdiği bir hükmü tartışmadan ve gönülden kabul etmişlerdir. Yakîn ve ikan edilen kesin ve sarsılmaz bir iman ve itikatla Allah(cc) ve Resûlüne bağlanmışlardır.[32]

Sûfîler Peygamber Efendimizden sahih olarak gelen hadislerin kabul edilmesini imanın gereği kabul edip Peygambere itaati farz olarak değerlendirirler. İlâhî rahmete bürünmek için takvanın yanında peygamberine itaat etmeyi de gerekli görürler.

Sûfîlerin sünneti yaşama noktasında en önde bulunan kimseler olduklarını söyleyen Ebû Hafs Ömer es- Sühreverdî (ö.586/1191) tespitlerini şu şekilde ortaya koymaktadır:

“Sünneti ihya edenlerin en önde gelenleri sûfîlerdir. Onlara göre en mühim esas, kalbin her türlü kin ve düşmanlıktan temizlenmiş olmasıdır. İşte bu düsturları sebebiyle kıymetleri ortaya çıktı ve faziletleri açıkça anlaşıldı.

Böylelikle sünnetleri ihya etmeye muvaffak oldular ve dünya hayatındaki zühtleri sebebiyle, sünnetleri hakkiyle yerine getirmede öne geçtiler; dünya hayatını ise ona sahip olmak isteyerek peşinde koşanlara bıraktılar. Çünkü kin ve düşmanlığın kaynağı, dünya sevgisiyle insanların sahip olduğu makam ve mevkilere olan düşkünlüktür. Sûfîler ise bunların tamamından el etek çekmişlerdir.”[33]

Ebu Süleyman ed-Dârânî (ö.215/830), gönül dünyasında yakaladığı dervişane hikmet ve nüktelerin geçerli oluşuna şu şekilde dikkat çekmektedir:

“Nice defalar sûfîler taifesine mahsus nükte ve hikmetler kalbime düşer de kitap ve sünnetten iki âdil şâhit bunun doğruluğuna şahitlik etmedikçe, bunları günlerce kabul etmem. (Sûfîlerden bir söz ve hikmet işitirim, bu çok hoşuma gider, fakat nefsim beni aldatır, diye âyet ve hadisten iki âdil şâhit bulmadıkça bu sözü kabul etmem.)”[34]

Zunnûn Mısrî (ö.245/859), Allah(cc)’a ermenin yolunu Allah(cc)’ın sevgilisine tâbî olmakta görür ve der ki: “Azîz ve Celîl olan Allah(cc)’ı seven ve O’na âşık olanın alâmetleri; Allah(cc) Sevgilisi(sav)ne ahlâkında, fiillerinde, emirlerinde ve sünnetlerinde tâbi olmaktır.”[35]

İbrahim Nasrâbâzî (ö.367/977), tasavvufun aslını “Kitap ve sünnete yapışmak, heva, heves ve bid’atlara tâbî olmamak, şeyhlere hürmet etmeye önem vermek, halkın özürlerini hoş karşılamak, vird ve zikre devam etmek, ruhsat ve tevillere göre değil de, azimet ve gayret yolunu tercih etmek” olarak beyan ederken,[36] Ebû Ali Cürcânî de Allah(cc)’a ulaşan yollar hakkında şu tespitlerde bulunur: “Bu yolların en doğrusu, en onarıcı ve şüphelerden en uzak olanı, azim, niyet, akit, söz ve davranış olarak sünnete tâbî olmaktır.”[37]

Böylesine emin, tutarlı ve tek çare yola, yani sünnete uyup uymamanın akıbetini ise Ebû Osman el-Hirî (ö.298/910) şu şekilde beyan eder:

“Hem söz hem fiil yönünden sünneti nefsine âmir kılan hikmet incileri söyler, söz ve fiil cihetinden hevâ ve hevesi kendine âmir kılan, bid’at olan şeyleri konuşur. Zira Allah(cc) Teâlâ: ‘Eğer ona itaat ederseniz hidayete erersiniz.’ (Nûr, 24/54) buyurmuştur.”[38]

Sünnete uyma ve sünnetle amel hususunda kendilerinden bu gibi sözler varit olan sûfîler, diğer yandan sünnete uygun az amelin, sünnete uymayan çok amelden daha makbul olduğunu, sünnete uymaksızın amel edenin amelinin bâtıl olduğunu, kitap ve sünnetin şahitlik etmediği her vecdin bâtıl olduğunu, sünnete uymanın Allah(cc) sevgisinin bir alameti sayıldığını, sünnete uymanın divanu’r-ricale/Allah(cc)’ın adamları arasına girmenin ölçüsü, iman nurunun sebebi ve bâtınî selâmetin alameti sayıldığını söylemişlerdir.[39]

Tasavvufun Şekillenmesinde Hadislerin Rolü

Sûfîler hadisleri ihtiva eden ve şerh eden müstakil eserler yazmışlar, bütün bunların yanında yazdıkları eserlerde göz ardı edilemeyecek kadar hadis kullanmışlardır. Bu yönüyle hadislerin ve diğer rivayetlerin, tasavvufun şekillenmesinde Kur’an-ı Kerim’den geri kalmayacak şekilde rol aldığı ifade edilebilir. Bu hadisler sûfîlerin birçok anlayış, düşünce ve fikirlerinin temel taşı olmuştur.[40]

Tasavvuf ehlinin büyük çoğunlukla başlangıçtan beri hadis ilmiyle meşgul olmaları ve ilk sûfîlerin çoğunlukla muhaddis olması ister istemez tasavvufla hadis arasında yakın bir ilişki meydana getirmiştir. Ancak tasavvuf ehlinin hadis rivayeti konusunda muhaddislerin gösterdiği titizliği gösterdiklerini söylemek zordur. Çünkü muhaddisler hadisleri hıfz ve rivayet için bilinen titizlikleri ile öğrenip naklederken tasavvuf ehli, hadisleri bir irşad vesilesi ve ahlâkî öğüt şeklinde değerlendirmişlerdir. Sûfîler hadisleri mânâ ile rivayet etmişler ve hadis rivayetinde özellikle senet konusu üzerinde pek fazla durmamışlardır. Mutasavvıfların bir kısmının eserlerinde görülen zayıf ya da mevzu hadislerin varlığının sebebi budur.[41]

Tasavvufî düşüncenin temelini oluşturan birçok sahih hadis vardır. Ancak sûfîlerin dayandığı bazı hadisler, bugün sahih kaynaklar olarak bilinen hadis kitaplarında yoktur. Mesela sûfîlerin sahih olduğuna inandıkları “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve kâinatı yarattım.” anlamına gelen ve kudsî hadis olduğu ileri sürülen ifade sahih hadis mecmualarında bulunmamaktadır. Bu noktada sûfîler değişik bir hadis alma yolu daha kullanmaktadırlar. O da mânâ âleminde Hz. Peygamber(sav) ile görüşüp hadisi bizzat ondan öğrenmek veya hadisin sıhhatini ona sorarak tespit etmektir. Yukarıdaki hadis için Kenz-i Mahfî adıyla bir eser yazmış olan İsmail Hakkı Bursevî eserin girişinde özetle şöyle denilmektedir:

“Bu hadis zâhir ulemasına göre mevzu ve uydurmadır. Fakat bâtın ehli sûfîlere göre bu, sahih bir hadistir. Sûfîlerce, Hz. Peygamber(sav)in ağzından alınmış, mânevî âlemde ondan işitilmiştir, dolayısıyla sahihtir. Ancak mutasavvıflar dışındaki İslâm bilginleri hadis usûlünde belirlenen objektif ölçülere uymayan bu yöntemi geçerli kabul etmezler. Buna karşılık Bâyezîd-i Bistâmî (ö.261/874) ‘zâhir uleması’ dediği bu bilginlere ‘siz ilminizi ölülerden, biz ise hayy/diri ve lâ yemut/ölümsüz olan Allah(cc)’tan alırız.’ demiştir. Sûfîlerin ‘haddesenî kalbî an Rabbî’ (Kalbim Rabbimden bana nakletti.) tabiri de konu ile ilgilidir.”[42]

Tüm bu tespitlerden sonra, İslâmî ilimlerde zayıf veya mevzu hadis denince akla gelen ilk alan tasavvuf ve tarikat sahasıdır. Gerçekten tasavvuf düşüncesinde kullanılan hadislerin bir kısmı zayıf, bir bölümü de mevzu’dur, uydurmadır. Fakat ilave etmek gerekir ki zayıf hadisleri tefsir kitaplarında bulmak, fıkıh külliyatında görmek kelâm ve felsefe sahasında tespit etmek de zor bir iş değildir. Bu konu bütün İslâmî ilimlerin bir problemidir.

Hadis uydurma işinde Hz. Peygamber(sav)in otoritesinden istifade etme psikolojisi en önemli etkendir. Bazı sûfîler, ehl-i sünnet muhaddislerinin koyduğu şart ve esaslara uymayan hadislerin sıhhatini savunurken mânâ âleminde bizzat Hz. Peygamber(sav)le görüştüklerini söylerler. Çeşitli mezheplerin görüşlerini destekleyen hadisler nasıl mezheplerin oluşmasıyla birlikte ortaya çıkmışsa tasavvufî muhitlerde görülen bazı zayıf ve mevzu’ hadisler de özellikle Hicrî altıncı asırdan sonra, tarikatların oluşmasıyla yaygınlık kazandığı söylenebilir.

Mesela Hicrî beşinci yüzyılda kaleme alınan Kuşeyri Risalesi’nde benzer zayıf hadisler hemen hemen hiç yer almazken sonraki yüzyıllarda mesela İsmail Hakkı Bursevî ‘Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve kâinatı yarattım.’ hadisinin metni için Kenz-i Mahfî diye müstakil bir eser kaleme almıştır.[43]

Tasavvuf ve Hadis adlı araştırmanın sahibi Abdullah Aydınlı, mevzu hadislerin nasıl ortaya çıktığını ve nasıl oluştuğunu şu şekilde tespit etmektedir:

“Hadis olmayan, fakat bazı zâhid ve sûfîlerin sözleri arasında rastlanan bir cümle sonradan hadis olarak dillerde dolaşıyor. Bu nasıl olmaktadır? Mesela muteahhir sûfîler arasında vird-i zeban olan ‘Küntü kenzen…’ hadisinin ne sahih ne de zayıf senedi biliniyor. Buna rağmen hadis olarak yayılmış bulunmaktadır. Senedi bilinmeyen söz konusu hadisin muhtevasını bazı sûfîlerin sözlerinde görmekteyiz.

El-Harisu’l-Muhabisi’de şu cümleleri okuruz: ‘Allah(cc) mahlûkatını, oyalanmak için yaratmadı, onları başıboş da bırakmadı. Fakat açık ayetleriyle vazıh delilleriyle kullarına kendini tanıtmak istedi. Ta ki, itaatlerine muhtaç olmaksızın hakkının gereğini yerine getirsin ve O’nun hoşlanmayacağı şeylerden kaçınsınlar.’

Sehlu’t-Tüsteri ise, Resûlullâh(sav)a nispet etmeksizin hadis-i kudsî olarak aynı mânâyı sunar: ‘Allah(cc) buyurdu ki: ‘Beni bilen olmadığı halde ben vardım. Mülkümü, kudretimi, ilmimi, hükmümü bilinmem için izhar etmeyi arzu ettim.’ Bu Allah(cc) Teâlâ’nın şu âyetinde (anlatılan mânâdır): ‘Cinni ve insi, yalnız bana ibadet etsinler yani beni tanısınlar diye yarattım.’ Mevzu’ kabul edilip senedi bilinmeyen bazı hadislerin şahsî görüş, bir âyetin tasavvufî tefsiri olarak karşımıza çıktığı hallerde bir iki ihtimal üzerinde durabileceğimizi sanıyoruz.

Muhtemelen bu gibi sözler ‘Fulanın hadisi (sözü)’ olarak naklediliyordu (Hadis kelimesinin her çeşit söz ve haber hakkında kullanılışı önceleri çok yaygındı). Sonra ‘Fulan’ kaldırıldı, ‘hadis (söz)’ olarak nakledilmeye başladı. Müteakiben bu ‘hadis (söz)’ ‘Peygamberin hadisi’ anlaşıldı. Veya böylesi hadisler ‘muhaddesûn’un bildirdiği şey mânâsına ‘hadis’ olarak telakki edilirken sonraları ‘Peygamber hadisi’ hâline dönüştüler.

Her halûkârda bunda ilgili zâhid ve sûfîlerin herhangi bir dâhilinin olmadığı kesindir. L. Massignon’un iddia ettiği gibi ‘Sûfî çevreleri, tepkilerden korktukları için dini tecrübelerinden elde ettikleri sonuçları hadis şeklinde veya önceki peygamberlere atfederek takdim ediyorlardı.’ şeklindeki bir görüşe geçerlik kazandıracak hiçbir malzememiz yoktur. Nitekim kendisi de bu iddiasını delillendirmek için ciddi hiçbir delil sunmuş değildir.”[44]

Bizzat hadisle alâkalı eser veren, hadisleri şerh eden müellif sûfîler de vardır. Bunlardan biri de et-Taarruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf adlı bu ilmin temel eserlerinden birini kaleme alan Kelâbâzî’dir (ö.380/990). O, Bahru’l-fevaid adlı eserinde 223 hadisin izah ve açıklamasını tasavvufî bir zaviyeden yapmıştır.

Hz. Peygamber(sav)e Salât u Selâm Getirmek

Hz. Peygamber(sav)e duyulan sevgi ve muhabbetin ifadesi olan salât u selâm her Müslümanın görevidir. Allah(cc) ve melekleri, Peygamber(sav)’e çok salâvât getirirler. Ey müminler! Siz de ona salâvât getirin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.”[45]

Tasavvufî zikir meclislerinde Allah(cc) ve onun diğer isimlerinden sonra en çok tekrar edilen zikir; salât u selâmlardır. Bazen saatlerce süren zikir meclisleri çok değişik ve uzun salât u selâmla devam eder.[46] Bilinen salât-ı şerifelerle selâm getirmek dışında kibâr-ı evliyâullâhın kendilerine mahsûs salâvât-ı şerîfe ile Peygamber Efendimiz(sav)’e teveccüh ettiklerini görüyoruz.

Kibâr-ı evliyâullahın kimi zaman bizzat Hz. Peygamber(sav)in talimi ile ya da ilâhî ilhamla ahzettikleri bu salâvât-ı şerîfeler tarîkat erbâbı tarafından “vird” edinilirken sıradan insanlar için dilek ve dertlerinin halli için okuyabilecekleri duâlar olarak da tavsiye edilmiştir. Bir takım âdâba ve sayılandırılmalara tâbî tutulmak kaydıyla bu duâların okunmasında fayda mülâhaza edilmiştir.[47]

Rifâî büyüklerinden sâdır olmuş salâvât-ı şerîfeleri derleyen Ebu’l-Hudâ Muhammed es-Sayyâdî er-Rifâî (ö.13261909) Tarîku’s-savâb fî’s-salâvâti ale’n-Nebiyyi’l-Evvâb isimli eserinde; salâvât-ı şerifeleri takdim ederken, bir hekim edâsıyla; ‘denenmiş’, ‘iyi netîceler vermiş’, ‘tecrübe edilmiş’ gibi tâbirlerle tavsiye ettiği bu duâların hem maddî – düşmanına galip gelmek, işlerin yolunda gitmesi, ihtiyaçların giderilmesi gibi- ve hem mânevî – Allah(cc)’a yaklaştırmada vesile olma, Resûlullâhın kalbinin onu okuyan kimseye yönelmesi, gizli sırların mânâlarına ve yüksek mertebelere nâil olma gibi – pek çok fayda ve bereketlerinden bahsetmiştir.

Müellif: “Allah(cc)’a yaklaşmak ve O’nun rızasını kazanmak için, Allah(cc)’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm’i okuduktan sonra, en güzel vesîle sebebi ve maksûda ulaştıran yolların en güzeli, Efendimiz(sav) üzerine çok çok salâvât-ı şerîfe getirmektir”[48] der.

Hz. Peygamber(sav)e duyulan sevgi ve muhabbetin ifadesi olan salât ü selâm getirmek, Kur’an-ı Kerim’in emriyle her Müslümana görev olarak verilmiştir. Birçok hadiste Hz. Peygamber(sav)in ismi anıldığı vakit salâvât getirmek gerektiği, getirilen salâvâtları kendisine ulaştıran görevli melekler bulunduğu, duaların ancak onunla kabul edildiği, ahirette kendisine en yakın olanların bu dünyada en çok salâvât getirenler olduğu, insanların en hayırlısının çokça salâvât getirenler içerisinde bulunduğu şeklindeki rivayetler, her salâvât getirenin salâvâtının Hz. Peygamber(sav)e arz olunup on misliyle karşılık verildiği müjdesi getirilecek salâvâtın keyfiyet ve kemiyet olarak üzerine düşülmesine neden olmuştur.

Diğer taraftan bu emrin tutulmamasının sonuçları yine hadislerde açıklanmış; salâvât getirmeyenlerin Allah(cc)’tan ve hayırdan uzak oldukları, şakîler zümresinden sayılacakları, cennetin yolunu unutacakları, salâvât getirmemelerinin onların cehenneme girmesine sebep olacağı, yine bu kişilerin Hz. Peygamber(sav)e cefa etmiş olduğu, son derece cimri sayıldığı, ahirette Hz. Peygamber(sav)in yüzünü göremeyecekleri, en önemlisi dinlerinin bile olmayacağı belirtilmiştir.

Salâvâtı unutma veya ihmal neticesi neler kaybedileceği endişesi, Müslümanları tarih boyunca sürekli bu konu üzerine eğilmeye sevk etmiştir. Salât ü selâmların fakirlik ve maişet derdine deva olması, unutulan şeyleri hatırlamaya tâun ve vebâ gibi salgın hastalıklardan korunmaya sebep olması gibi pratik faydalar bu yönlendirmede elbette etkili olmuştur.

Diğer yandan kadim kültürümüzde bütün metinlerin başında hamdden sonra salâvât yazmaya, “Bir kimse yazdığı bir şeyde bana da salâvât yazarsa benim adım o kitapta kaldığı müddetçe melekler onun için istiğfar eder.” müjdesi sebep olmuş, Peygamber âşıklarının rüyada da olsa görebileceği haberleri bu metinlerin bolca okunmasına yol açmıştır.[49]

Hz. Peygamber(sav)e âlemin zübdesi nazarıyla bakan mutasavvıflar, salâvâtı kişinin hakikatine karşı yapması gereken doğal bir dua ihtiyacı olarak algılamış, bu duayı ruhî tecrübesi ışığında içinden geldiği kadar ve içinden geldiği şekilde uygulamışlardır.

Çünkü dinin şiarı olan ezan ve en önemli ibadeti sayılan namazın tahıyyatında Muhammed(sav) isminin anılması bir ilke olarak onun sünnetinin yanında bir varlık olarak zâtına dikkatleri çekmiştir. Sonuçta mutasavvıfların salâvât metinlerini ezberleme, evrâd ve hizb edinme şekline dönüşen uygulamaları zengin bir literatürünün doğmasına neden olmuştur.[50]

Kaynaklarda bazı sahabelere, mezhep imamlarına, Abdülkadir Geylânî(ks) (ö.561/1166), Ahmed Rifâî(ks) (ö.578/1183), Mevlânâ Celâleddin Rûmî(ks) (ö.672/1273), Ahmed Bedevî(ks) (ö.675/1276), Sadettin Cibâvî(ks) (ö.700/1300) ve Seyyid Yahya Şirvânî(ks) (ö.868/1463) gibi tarikat pîrlerine ait salâvât metinlerine rast gelinmektedir.

Bunlardan bir kısmının ise bu hususta eser verdiği, salâvâtlara şerh yazdığı, mecmualar oluşturduğu görülür. Mesela en fazla vird, hizb ve dua metni yazan sûfîlerden biri Abdülkadir Geylânî(ks)’dir. Onun vird ve evradlarını oluşturan salât ü selâmlarla ilgili on dört adet risalesi bulunmaktadır.[51]

Salâvât mecmuaların en meşhuru, Şâziliyye tarikatının Cezûliyye kolu kurucusu Süleyman el-Cezûlî(ks) (ö.870/1465) tarafından meydana getirilmiştir. Şeyh Cezûlî, faziletine inandığı 130 civarındaki salâvâtı Delâilü’l-hayrat ve şavâriku’l-envâr fi zikri’s-salât ale’n-Nebiyyi’l-Muhtar adıyla bir araya getirmiş, Pazartesiden başlamak üzere günlere göre taksim ederek okunmasını tavsiye etmiştir.

Delâilü’l-hayrât diğer tarikat mensupları, hatta bir tarikata bağlı olmayan Müslümanlar arasında da asırlarca düzenli olarak okunmuş, okunmaya başlamadan önce veya bitirildikten sonra yapılması gereken şartlar ve edepler başlığı altında uygulanan kurallarla disipline bağlanmıştır.[52]

Birçok tarikattan icazetli olan Yûsuf b. İsmail en-Nebhânî Efdalü’s-salâvât adlı çalışmasında 70 adet, Saâdetü’d-dâreyn’de ise 138 adet salâvât sığasına yer vermiş, bunlardan kendince en önemli gördüğü 40 adedini Salâvâtü’l-ahyar ale’l-Mustafa’l-Ahyâr adlı risalesinde özetlemiştir. Nebhâni Efdalü’s-salâvât’da bütün tarikat büyüklerinin salâtlarına yer vermiştir.

Mahmut Sami Bey el-Mevâhibü’s-seniyye adlı eserinde, Kütüb-i sitte’de geçen salâvâtlara ilaveten, Ahmed Sâvi, Seyyid Bedevî, Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, Seyyid Mustafa Bekrî, İmam Şafiî, Abdullah b. Abbas, Ebü’s-Suud Cârihî, İbrahim Dessûkî, İbrahim Metbûlî, Kutub Halebî, Murtazâ ez-Zebîdî ve Hanbelî gibi şahıslara ait 40 civarında salâvâtı bir araya getirmiştir.[53]

Rifâiyye Tarikatı’ndan Ebu’l-Hüdâ es-Sayyâdî(ks) (ö.1326/1909) de Tariku’s-savâb fi’s-salâvâti ale’n-nebiyyi’l-evvab adlı risalesinde başta Ahmed er-Rifâî’ye ait olmak üzere silsilesinden güzerân eyleyen tarikat büyüklerine ait çeşitli salâvât metinlerini bir araya getirmiştir. Çünkü ona göre Allah(cc)’a yaklaşmak ve onun rızasını kazanmak için, Allah(cc)’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim’i okuduktan sonra, en güzel vesile sebebi ve maksuda ulaştıran yolların en güzeli, Peygamber Efendimiz üzerine çokça salâvât-ı şerife getirmektir.[54]

Salât ü selâm, sülûka yeni başlayan bir mürid için yapacağı diğer zikirler içersinde Allah(cc)’a yakınlığını sağlayan en önemli vird ve hidayet kapısının anahtarıdır. Çünkü Resûlullah(sav) bizimle Allah(cc) arasında bir vasıta, Allah(cc)’ı bizlere tanıtan bir rehberdir. Meşâyıhtan birisi şöyle demiştir:

“Kendisini terbiye edecek bir şeyh bulamayan kişi çokça salât ü selâm getirmeye devam etsin çünkü bu, mümine itidal üzere olmayı sağlayan, onu olgunlaştırıp kemâle erdiren bir sırdır. Salât ü selâm hem Allah(cc)’ı hem de Resûlullâh(sav)ı zikretmektedir. Diğer zikirler böyle olmadığı için onlarda haktan sapma olabilirken salât ü selâmda olmaz. Bu acayip bir sırdır.” 

İrşat yoluna girmek isteyen müride gerekli olan, bir mürşidle karşılaşmadan önce, takati ölçüsünde, kalp huzuru ile mânâsını düşünerek ve Hz. Peygamber(sav)in huzurunda imiş gibi salât ü selâm getirmeye devam etmesidir. Nafile ibadetlere ayıracağı zamandan daha fazlasını buna ayırmalıdır. Çünkü salât ü selâm bütün hayırların anahtarıdır.

Diğer taraftan bütün tarikatlarda salât ü selâma büyük önem verilmesinin en önemli sebebi herhalde kendi hedefleri olan ‘fenâ fi’llah’tan önceki basamak olan ‘fenâ fi’r-resûl’ü en kestirme yoldan sağlamış olmasıdır. Salât ü selâma devam eden mürid Hz. Peygamber(sav)’in kişiliğinden etkilenecek ve ona benzemeye başlayacaktır. Kişi sevdiği ile beraber olduğuna göre ihlâsla salât ü selâma devam ettiğinde dünyada huy ve ahlâk olarak aynileşecek, ahirette de ona yakın bulunacaktır.[55]

Şeyh tarafından dervişlere özel olarak verilen tarikat derslerinde de mutlaka günlük çekmeleri gereken salâvât-ı şerifeler bulunmaktadır. Ancak bunların genellikle salâvât-ı şerifenin kısaltılmışı olan “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed” veya Allahümme salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin bi-adedi ilmik” şeklinde olduğu, bütün tesbihlerin sonunda yapıldığı görülmektedir.

Bunun sebebi, İsm-i Celâl/Allah(cc) zikriyle gönlünü ateşlendiren müridin ancak salât ü selâm’ın ılıman, rahatlatıcı iklimine sığınarak teselli bulduğu gerçeğidir. Bu nedenle bütün tarikat ayinleri, Hz. Peygamber(sav)e duyulan sevgi ve saygının bir ifadesi olarak salâvât ile başlar, çeşitli esma ve lafza-i celâl zikrinden sonra tekrar salât ü selâma dönülerek sona erer.

Mesela Nakşbendîlerin yaptığı Hatm-i Hâcegân’ın başında ve sonunda yüzer defa salât okunur. Mevlevîlerin semâı veya Kadirîlerin kıyâm zikrinde bol miktarda salât getirilir. Bektaşîlerin cem ayinine çırağın “Bismillahirrahmânirrahîm ve ber cemâl-i Muhammed, Kemâl-i İmam Hasan ve İmam Hüseyin râ bülende salâvât” diyerek başladığı bilinmektedir.

“Allahümme Rabbenâ salli alâ Ahmedi hayri’l-mürselinâ, ve alâ sâhibe’l-havzı emîri’l-mü’mininâ ve alâ Fâtımete’z-zehrâ ümmetü’l-etyabinâ ve alâ…” şeklinde başlayan Bektaşîlerin okuduğu ancak Rifâî evradında da yer alan Nâd-ı Ali duası da sonuç itibariyle, Hz. Peygamber(sav)den başlayıp ehl-i beyt ve on iki imamı içeren bir salâvât metnidir.

Nâd’ın sonuna doğru, Hz. Peygamber(sav)in nübüvvetin nurundan, Hz. Ali(ra)’nin velayet sırrından isteklerde bulunulmakta: “Nâd lâ fetâ illâ Aliyyen, lâ Seyfe illâ Zülfikâr, her belâ ki pîş u âyed ref’i kon perverdigâr, yâ kâhira’l-adüvvi yâ veliyyü’l-vâlî yâ mazhari’l, acâibi yâ Murtazâ yâ Ali” denilerek son bulmaktadır. Sünbülî tekkelerinde okunan evrâddan sonra bu tarikata ait olarak Sünbülî Salâtı denilen özel besteli bir salât ilave edilmektedir.[56]

Hayatlarında salâvât-ı şerifeye önem veren tarikat erbabının vefatlarında, yani cenaze merasimlerinde de yine ona yöneldiği görülmektedir. Osmanlı’da tarikat şeyhinin cenazesi yıkanırken salâ verilir, cenaze götürülürken üçe ayrılan grubun en sonuncusu da salât ü selâm okurdu.[57]

Salât ü selâm getirme konusunda vârit olan hadisler incelendiğinde sayıların öne çıktığı, bir defa salât ü selâm okuyana Allah(cc)’ın on defa salât ettiği, elli defa getiren ile Hz. Peygamber(sav)in kıyamet gününde musafaha edeceği Cuma günü seksen defa getirenlerin seksen yıllık günahının bağışlanacağı, yüz defa salât ü selâm getirenin otuzu dünyaya ait olmak üzere yüz ihtiyacının giderileceği, günde bin defa salât ü selâm getiren kimsenin ölmeden önce cennetteki yerini göreceği nihayet kıyamet gününde kendisine en yakın olanların en çok salâvât getirenler olduğu bildirilmiştir.

İslâm âlimleri salât ü selâm getirmenin alt ve üst sınırları hakkında da fikir beyan etmişler, gece ve gündüz üç yüzer defa salât ü selâm getirenlerin çok; bu rakamın altında getirenlerin az salât ü selâm getirmiş olacağını belirtmişlerdir. Burada şuna da dikkat etmek gerekir ki: Mutasavvıfların meydana getirdiği metinlere Hz. Peygamber(sav)i öven, sıfatlarını sayan, anlamı güçlendirmeye yönelik sayısal lafızlar eklenmiştir.

Bu ilave lafızlarda asıldan ayrılmadığı, farklı anlam arayışları veya alternatif oluşturma gayreti değil bilakis sevgideki arzu ve iştiyakın duadaki tezahürleri olduğu görülür. Hz. Peygamber(sav)i hidayet nuru, karanlık gecelerin ay’ı, arşının süsü, kadri yüce, ümmî nebî gibi üstün vasıflarla anmanın, bid’at kavramıyla tavsif etmenin hiçbir haklı tarafı da bulunmamaktadır. Diğer taraftan “Mahlûkatının adedince, denizlerdeki dalgalar miktarınca, çöllerdeki kumlar sayısınca, yaratıkların aldıkları nefesler adedince…” gibi çokluğu gösteren lafızlar Müslim’in rivayet ettiği hadiste de yer almaktadır ki bunlar temel referansların açtığı yoldaki bir gelişme ve birikimdir.

Fark makamına eren, dersini ilerleten mutasavvıfın, kelime-i tevhide olduğu gibi Allah(cc) ile Resûlünün arasını ayırmak istemediğinden, bazen de sevgisinin ziyadeliğinden salâvât zikrini çok fazla artırdığı görülür.

Meselâ kaynaklar Tahir Ağa Dergâhı Şeyhi İbrahim Hayrâni Efendinin şeyhi Konyalı Ali Behçet Efendiyi kastederek “Adam olamadım. Şeyhim yevmi 20.000 salâvât-ı şerife okurdu, biz henüz 12.000 kadar okuyabiliyoruz.” dediğini nakletmektedir. Ali Behçet Efendinin şeyhi Kerküklü Mehmed Emin Efendinin ise günlük kırk bin adet Salât-ı ümmiye çektiği rivayet edilmektedir.[58]

Sadece tarikat erbabı arasında değil bütün Müslümanlar arsında yaygınlaşan en meşhur salâvât metni, Salât-ı Terficiye-i Kurtubî’dir. Faydaları hakkında kitaplar yazılan, okunmasının bazı şartları bulunduğu belirtilen, okumaya devam edenin; belâ ve musibetlerden emin olacağı, düşman istilası ve zulmünden kurtulacağı, rızkının bollaşarak zenginliğe nail olacağı söylenmektedir.

İmam Kurtubi bu salâvâtı, Tefriciye olarak Garb uleması (Endülüs, Fas, Tunus ve Cezayirliler) muratlarının bu salâvât-ı şerife sebebiyle hemen yerine gelmesinden dolayı Salât-ı Nariyye, ehl-i esrar şifa bulmaları sebebiyle Miftâh-ı kenzi’l-muhit (Âlemleri kuşatan hazinenin anahtarı) olarak adlandırılmıştır.[59]

Her tarikat tarafından en meşhur salâvâtlardan kabul edilen ve çeşitli amaçlarla halen yaygın biçimde okunan bir başka metin de Salât-ı Münciye’dir. Rivayete göre bir gemi yolculuğunda şiddetli bir fırtınaya tutulan Ebû Musa Darir uykusunda Hz. Peygamber(sav)i görür ve Efendimiz(sav) kendisine bin defa okumak üzere bu salât-ı şerifeyi talim buyururlar. Neticede daha üç yüze gelmeden fırtına diner ve bütün gemi yolcuları kurtulur.[60]

İslâm dünyasında en meşhur salâvâtlardan birisi de Şeyh Hasan eş-Şâzilî’nin de şeyhi olan Abdüsselâm b. Meşiş el-Hasenî (ö.625/1228)’ye ait olduğu rivayet edilen salâvât-ı Meşişiye’dir. Hakkında yirminin üzerinde şerh yazılmış ve bütün tarikat mensuplarınca yaygın olarak okuna gelmiştir. “Allahümme salli alâ men minhu inşakkati’l-esrar, ve’n-felekati’l-envar” şeklinde başlayan Salât-ı İbn Meşiş, Hz. Peygamber(sav) vesile edinilerek yapılan dualarla nihayete erer. Şâziliyye usûlünde günlük vird olan bu salâvât metnini temel alan Ali ed-Darkavî, yaptığı ilavelerle yeni bir metin oluşturmuş, Darkaviyye mensuplarınca yeni şekliyle okunmaya başlanmıştır.[61]

Hz. Peygamber(sav)i rüyada görmek isteyen kişi edebini kuşanarak gece uyumadan önce “Allahümme salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed fî külli lemhatin ve nefesin bi-adedi külli ma’lumi’l-lek” salâtını okur, sonra da gece gündüz bunu okumaya devam eder, Peygamber Efendimizin ismi anıldığı vakit huzurunda bulunuyormuş gibi edeple okumaya devam ederse bi-iznillah onu rüyasında görür.

Mahmud Sami Bey ise, Efendimizi rüyasında görmek isteyen kişinin “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedini’n-nebiyyi’l-ümmiyyi ve alâ âlihî ve sahbihî küllema zekerake’z-zâkirûn ve ğafele an zikrike’l-gâfilûn…” diye başlayan Salâtü’l-Hâfile’yi her gece yatmadan önce yüz defa okumasını, buna on gece devam etmesini, abdestli ve sağ yanı üzerine uzanmasını tavsiye eder. Mevahibü’s-seniyye’de “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed, adede külli dâin ve devâin ve bârik aleynâ ve aleyhim kesîrâ” ibaresiyle kaydedilen salâvâtın da Salâtü’n Nakşbendîyye olduğu zikredilmektedir.[62]

Salâvâtların en meşhurlarından birisi de tefsir sahibi Hüseyin Kâşifî’nin Risâletü’s-Salâvât’nda kaydettiği, Gazneli Sultan Mahmud’un kendisine vird edindiği, her okunduğunda on bin salâvât okunmuş gibi karşılık verilen Salât-ı Melevân metnidir.

Rivayete göre maddî sıkıntıya düşen bir derviş rüyasında Peygamber Efendimizi görmüş, Ona hâlini arz edince, o da kendisine Sultan Mahmud’a giderek sıkıntısını giderecek maddî yardımı istemesini tavsiye etmiştir.

Derviş “Efendim padişah beni kapısından kovar, ona ne diyeyim ki benim ihtiyacımı görsün, kapısından kovmasın?” deyince Efendimiz “Onun bana yatmadan evvel otuz bin, yataktan kalkarken de otuz bin salâvât getirdiğini haber ver.” demiş.

Gazneli Mahmud, dervişin bu söylediklerini duyunca ihtiyacından fazlasını ona hediye etmiş. Derviş çekildikten sonra padişahın etrafında bulunan devlet erkânı hükümdara, sürekli yanında bulunduklarını, bu kadar salâvâtı ne zaman ve nerede çektiğini sormuş. O da ‘ulemâ-yı ehl-i yakînden duyduğuna göre aşağıda yazılı salâvâtı her kim bir defa okursa on bin defa salâvât çekmiş gibi olacağını, kendisinin de yatmadan önce üç defa, kalkarken de üç defa çektiğini böylece otuzardan altmış bin defa okumuş gibi olduğunu söylemiştir. Bu salâvât şöyledir:

“Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî külleme’htelefe’l-melevân, ve taâkabe’l arsân, ve kerrera’l-cedîdân, ve’stakbele’l-ferkadân, ve beliğ rûhahû ve ervâha ehli beytihî minna’t-tahiyyete ve’s-selâm, ve’r-ham ve bârik ve sellim aleyhi kesîran kesîran ilâ yevmi’l-haşri ve’l karâr.”[63]

Ticânîler arasında çokça methedilen ve Ahmed Ticânî (ö.1231/1835)’nin ancak abdestle okumasını tavsiye ettiği Cevheretü’l-kemâl de bir salâvât metnidir. “Allahümme salli ve sellim alâ ayni’r-rahmeti’r-rabbâniyyeti ve’l-yâkûteti’l mütehakkıkati’l-hâitati” şeklinde başlayan Cevheretü’l-kemâl’in günlük dersler içerisinde on iki defa okuması istenmektedir.

Abdest almanın mümkün olmadığı durumlarda bu duanın yerine Salât-ı fâtıhiyye okunur. Ticânîlerin inanışına göre Cevheretü’l-kemâl’in okunması esnasında Hz. Peygamber(sav) ve Hulafâ-i Râşidîn manen hazır bulunur, evradın okunmasına iştirak ederler.[64]

Tasavvuf erbabı arasında yaygınlaşan diğer bir salâvât da Salât-ı Kemâliye’dir. Halvetiyye’nin Bekrî Kolu kurucusu Mustafa Bekrî Efendi (ö.1162/1749)’ye ait olan bu metni, Üsküdar’da Kurban Nasuh Baba Dergâhı’nın Rifâî şeyhi Nûrî Efendi (ö.1273/1856) şerh etmiştir.

Tamamı; “Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî adede kemâlillâhi ve kemâ yelîku bi kemâlihî, (tekrarlarda mürşidinâ yerine sırayla şemsü’d-duhâ, bedrü’d-dücâ, nuru’l-hüdâ eklenir)” şeklinde olan salâvât metninin şerhi, hurde-i tarîk niteliği arz etmektedir.

Salât-ı Kemâliye, Rifâiler arasında yatsı namazından sonra şeyhin risaletinde halka olunarak topluca yedi defa okunur. Buna yatsı usûlü denilir. Nûri Efendiye göre salâvât ile asıl amaç, onun vesilesi ile Cenâb-ı Rabbü’l-âlemine intisap ve takarrub eylemektir. Zaten ehlüllah-ı kirâmın, sürûr-ı âlemîn efendimize daima vuslatlarına ve intisaplarına sebeb-i yegâne, salât ü selâm ile çokça meşgul olmalarıdır.

İmam Şârânî de Allah(cc)’ın peygamberine dünya ve ahiret hayatında sağlamış olduğu kolaylıkları, salât ve selâmı alışkanlık hâline getiren kullarına da sağlayacağını söylemektedir.[65]

Tarikat Silsilelerinin Hz. Peygamber(sav)e Ulaşması

Özellikle Hz. Peygamber(sav)in sözlerini nakletme konusunda önem kazanan silsile meselesi, daha sonraki yıllarda hadis sahasından tasavvuf alanına da geçmiş ve XII. asırdan sonra yayılmaya başlayan büyük tarikatların temel unsurlarından biri hâline gelmiştir. Tasavvufî hayatta silsile bir mürşidler silsilesidir. Aktarılan ilim de bâtınî ve tasavvufî ilim, irfan ve marifettir.

Bu silsilelerin hepsi Hz. Peygamber(sav)le başlar ve bugüne ulaşır. Bazı silsileler Hz. Peygamber(sav)den sonra, Cebrail ile Allah(cc)’a ulaşır.[66] Her sûfî kendinden bir öncekinin terbiyesi altında bulunduğu ve elde ettiği tecrübe ile silsile şeklinde Hz. Peygamber(sav)’e vasıl olduğu ve onun dinî tecrübelerini tevarüs ettiği anlayışındadır.

Bu durum, onların sünnete ve seleflerinin dini hayatına atıfta bulunduklarını ve mutlaka bir önceki büyüğün sohbeti ve terbiyesi altında yetiştiklerini göstermektedir. Zira tasavvufî hayatın temelini, Hz. Peygamber(sav)’in rûhî ve zühdî hayatı ile bu konudaki sözleri oluşturmaktadır.[67]

Hilye, Şemâil ve Hasâis Geleneği

Hz. Peygamber(sav)le ilgili haberlerin ayrı bir tasnife tâbî tutulması, muhaddislerden önce haberciler eliyle oldu. Bunu ilk yapan kişi, İslâm tarihindeki ilk biyografik ansiklopedi olan et-Tabakatu’l-Kübra’nın yazarı Muhammed b. Sa’d’dır (ö.188/803). İbn Sa’d, eserinde içerisinde Resûlullâh(sav)ın mucizelerinin, kendisine özgü özelliklerin toplandığı bir bölüm oluşturarak adını da A’lâmü’n-Nübüvve/Peygamberlik Alâmetleri koymuştur.

Tedvin asrında, hadis mecmuaları derlenirken Hz. Peygamber(sav) hakkında nakledilen haberlerin, hadis kitaplarında müstakil bablar altında toplandığını görüyoruz. Bu babların adları genellikle ya Sıfatu’n-Nebi ya da Fedâilu’n-Nebi şeklinde konmaktaydı.

Daha sonra bu bab başlıkları altında toplanan Şemâil, Hasais, Delâil, Hilye gibi isimler verildi. Bu alanda yazılan ilk müstakil eser, Sünen sahibi ünlü muhaddis Ebu Davud es-Sicistânî’nin A’lâmu’n-Nübüvvesi’dir.

Daha sonra bu alanda birçok eser kaleme alındı. Önceleri bir hadis derlemesi içerisinde en fazla yetmiş rivayeti geçmeyen bu edebiyat, yuvarlandıkça büyüyen kartopu gibi kendi kendini üreterek dudak uçuklatan bir hacme ulaştı.

A’lâm ve Şemâil türü bu eserler, daha çok Resûlullâh(sav)ın suret ve siretiyle ilgili haberleri bünyesinde toplayan eserlerdir. Şemâiller bir tür Hz. Peygamber(sav) biyografisi işlevini de üstlenmişlerdir.

Hasaisler ise ona ait özellikleri bir arada toplama iddiasında olan eserlere verilen ortak isimdir. Bunlar, “ekmeliyyet” ve “efdaliyyet” tezi üzerine bina edilen eserlerdir.

Delâillere gelince bunlar, daha çok Hz. Peygamber(sav)in peygamberliğinin ve kendi sınıfı içerisindeki üstünlüğünün delillerini bir araya getirme iddiasıyla kaleme alınmış eserlerdir.

Hilyeler ise ne Arap ne de Fars Edebiyatında müstakil bir disiplin sayılmıştır. Çünkü hilyeler, bu edebiyatlarda mensur olarak Şemâil içerisinde en fazla bir alt başlık olarak yer alabilmişlerdir.

Hilye türü, belki de müstakil biçimde ilk ve tek olarak Osmanlı kültüründe biçimlenmiştir. Hilyeler Resûlullâh(sav)ın organlarını, özellikle yüzünü, gözünü, kaşını, burnunu ve saçını resmeden hadislerden oluşan seçkilerdir.

Hz. Peygamber(sav) hakkındaki haberleri derleyerek Şemâil adı altında bir disiplin oluşturan ilk kişi Tirmizî’dir. Bu alanda Tirmizî’nin başlattığı atağı zirvesine taşıyan kişi Kadı Iyaz olmuştur. Bu edebiyatı tümüyle gözden geçirip çaplı bir eserde tasnif ederek sunan kişi ise el-Hasâisu’l-Kübrâ yazarı Suyûtî’dir.

el-Kettânî, er-Risâletu’l-Mustatrafe’sinde Şemâil, Siyer ve Meğazi eserlerini bir arada tasnif eder. Şemâil adı altında toplanan eserlerin ilkine Tirmizî’nin eş-Şemâil’ini örnek gösterir. el-Kettânî, Delâilu’n-Nübüvve türü eserleri de Şemâil disiplini altında değerlendirir. Buna verdiği örnekler arasında Ebu Nuaym e-İsfehânî’nin ve Ebu Bekir el-Beyhâkî’nin Delâilu’n-Nübüvve’lerini zikreder.[68]

Bizim edebiyatımıza mahsus bir tür olan Hilyeler, Efendimizin şemâilinden bahseder, yani onun fizikî özelliklerini anlatır. On altıncı yüzyılda Hakani Mehmed Bey Efendimizi halka tanıtmak, sevdirmek ve tarif etmek için, Efendimizin hilyesi ile ilgili rivayetlerin Arapçalarını almış, sonra onları manzum olarak tarif etmiş. Bunun üzerine pek çok Osmanlı şairi hilye meydana getirmiştir.[69]

Kaynaklarda Peygamber Efendimizin şemâil-i şerifi özetle şu şekilde beyan edilmektedir:

Peygamber Efendimiz(sav) uzuna yakın orta boylu idiler. Ashâbıyla otururken omuzları onlarınkinden daha yüksekçe dururdu. Yaratılışı son derece fevkalade dengeli, sıkıca etli, vücud sağlam ve kendine hâkim idi. Boynu düzgün ve parlak olup gümüş temizliğini andırırdı.

Göğsü geniş olup iki omuzları arası açıktı. Kemikleri ve eklemleri irice idi. Bilek kemikleri uzundu. Elleri geniş ve kuvvetli, uzun kemikleri düzgündü. El ve ayak kemikleri mutedil uzunlukta idi. Ayaklarının altı, bastığında ortası yere değmeyecek şekilde çukurdu. Ayaklarının derisi gayet yumuşak olup kırışık ve pürüzlü değildi. Ayaklarını yıkarken kullandığı su akıp giderdi. Teni gül gibi pembemsi beyaz, nûrânî ve parlak, ipekten yumuşaktı.

Mübarek vücudu daima temiz, kokusu her zaman güzel idi. Koku sürünsün veya sürünmesin teni ve teri en güzel kokulardan daha güzel kokardı. Bir kimse onunla musafaha etse bütün gün onun güzel kokusunu duyardı. Mübarek eliyle bir çocuğun başını sıvazlasa o çocuk güzel kokusuyla diğer çocuklar arasında belli olurdu. Başı büyükçe idi.

Saçları ne düz ne kıvırcık olup ikisinin arası gayet düzgün ve güzel idi. Saçlarını bazen iki tarafa ayırır bazen ayırmazdı. Uzattığı zaman kulak memelerini geçmezdi. Sakalı gür idi. Uzattığı zaman bir tutamdan fazla uzatmazdı. Vefat ettiklerinde saçlarında ve sakallarında yirmi kadar beyaz vardı.

Alnı genişçe ve uzunca idi. Kaşları hilâl gibi olup iki kaşı arası birbirinden uzakça ve açık idi. İki kaşı arasında bir damar bulunuyordu ki öfkelendiği zaman kabarıp belirirdi.

Çekme burunlu idi. Burun kemiği belirgince ve biraz kavisli olup delikleri küçüktü. Yanakları düzgün ve pürüzsüz olup ağzı genişçe idi. Dişleri inci gibi olup daima misvak kullanır, sık sık kullanılmasını tavsiye ederdi. Kirpikleri uzun ve siyah idi. Gözleri büyükçe siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz idi.[70]

Kaynaklar

[1]        Ebü’l-Kâsım Abdülkerim el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fî ilmi’t-tasavvuf, haz.: Ma’ruf Zerrik ve Ali Abdülhamid Baltacı, Dârü’l-Hayr, Beyrut 1993, s 430.

[2]        Kuşeyrî, er-Risâle, s. 395.

[3]        Meryem, 19/3.

[4]        Ali b. Osman Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb, Arapça çev.: Mahmud Ahmed Mâdî Ebu’l-Azâim, tahk.: İbrahim Dessûkî Dârü’t-Türâsi’l-Arabî, Kahire 1974, s. 49.

[5]        Seyyid Hüseyin Nasr, Üç Müslüman Bilge, çev.: Ali Ünal, İnsan Yay., İstanbul 1985, s. 96.

[6]        Annemarie Schimmel, Tasavvufun Boyutları, çev.: Ender Güral, Ankara 1982, s. 36, 198-199.

[7]        Muhammed İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Dâru Sâdır, Beyrut, ts., c. I, s. 400; Abdurrahman Azzam, Resul-i Ekrem’in Örnek Ahlâkı, çev.: Hayrettin Karaman, Yağmur Yay., İstanbul 1975, s.36.

[8]        Ahmed b. Hanbel, Kitâbü’z-zühd, çev.: M. Emin İhsanoğlu, İstanbul 1993, s.30; Hatîb Bağdâdî,Ebûbekr Ahmed b. Ali, Târîhu Bağdad, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ts., c. XI, s. 102.

[9]        Ebû Nasr Serrâc et-Tûsî, el-Luma’, tahk.: Abdulhalim Mahmud ve Abdulbaki Sürur, Dâru’l-Kutubi’l-Hadise, Kahire 1960, s.136.

[10]      Ali b. Ebî Bekr Heysemî, Mecmeu’z-zevâid ve menbeu’l-fevâid, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ts., c. IX, s. 192.

[11]      Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Tarihu’l-umem ve’l-mülûk, Dâru’l-Kalem, Beyrut, ts., c. II, s. 225; M. Asım Köksal, İslâm Tarihi Hz. Muhammed ve İslâmiyet (Mekke Devri), Şamil Yay., İstanbul 1987, c. III, s. 126.

[12]      Ahzab, 33/28-29.

[13]      İsmail b. İbrahim Buhârî, Sahîhu’l-Buhârî, İstanbul, ts., cihad 37; Muhammed b. İsa Tirmizî, el-Câmiu’s-Sahîh, tahk.: Kemâl Yusuf el-Hût, Beyrut 1987, Fiten 26; Zühd 41.

[14]      Tirmizî, Buyû 4.

[15]      Bakara, 2/3.

[16]      Uludağ, Süleyman, “Takdim”, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul 1990, s. 29.

[17]      İsrâ,56/79.

[18]      Tûr,106/48-49.

[19]      İnsân,43/26.

[20]      Buhârî, Sahih, Savm, 51; Edeb, 86; Tirmizî, el-Camiu’s-Sahih, Zühd, 63.

[21]      Buhârî, age, İman, 13; Nikâh, 1, 8; Ebü’l-Huseyn Müslim el-Kuşeyrî, Sahih, tahk.: Muhammed Fuâd Abdulbâkî, Beyrut 1983, Nikâh, 5, 8; Fezâil, 127; Abdullah b. Abdirrahmân ed-Dârimî es-Semerkandî, Sunen, tahk.: Feyyâz Ahmed Zemrel, Hâlid es-Seb’ el-Alem, Beyrut 1987, Nikâh, 1,3.

[22]      Dârimî, Nikâh, 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, tahk.: Abdullah Muhammed ed-Derviş, Beyrut 1991, c. V, s. 226.

[23]      Ahmed b. Hanbel, age, c. III, s. 82, 266.

[24]      Süleyman Uludağ, Tasavvufun Dili 1 Mürşid-Mürid-Yol, Mavi Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 92.

[25]      Bk. İbn Mâce, Mukaddime, 17, Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. II, s. 328.

[26]      Bk. Ebû Dâvud, İlim, 1; Tirmizi, İlim, 19, Sıfâtü’l-Kıyâme, 20, Deâvat, 129; Nesei, Sehv, 46; Buhari, Deâvat, 66.

[27]      Uludağ, Tasavvufun Dili – 1, s. 93.

[28]      Annemarie Schimmel, İslâm’ın Mistik Boyutları, çev.: Ergun Kocabıyık, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1999, s. 42-43.

[29]      Ahzâb, 33/21.

[30]      Nisâ, 4/65.

[31]      Nisâ, 4/80.

[32]      Uludağ, Tasavvufun Dili 1, s. 164.

[33]      Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî, Avârifu’l-maârif, Mektebetu’l-Kahire, Kahire 1973, s. 47.

[34]      Kuşeyrî, er-Risâle, s. 411.

[35]      Aynı eser, s. 433.

[36]      Aynı eser, s. 438.

[37]      Aynı eser, s.408.

[38]      Kuşeyrî, er-Risâle, s.408.

[39]      Ahmet Yıldırım, “İlk Dönem Sûfîlerinin Peygamber ve Sünnet Anlayışları”, Sûfî Gelenek ve Hayat Keşkül, İstanbul 2007, Bahar, sayı: 12, s. 18.

[40]      Aynı yer.

[41]      Aynı eser, ss. 18-19.

[42]      Mustafa Kara, Dervişin Hayatı, Sûfînin Kelâmı Hal Tercümeleri-Tarikatlar-Istılahlar, Dergâh Yayınları, İstanbul 2005, ss. 20-21.

[43]      Mustafa Kara, “Hazret-i Peygamber’in Tasavvufî Düşüncedeki Yeri”, Sûfî Gelenek ve Hayat Keşkül, İstanbul 2007, Bahar, sayı: 12, s. 8.

[44]      Abdullah Aydınlı, Doğuş Devrinde Tasavvuf ve Hadis, Seha Neşriyat, İstanbul 1986, s. 188-189.

[45]      Ahzâb, 33/56.

[46]      Kara, “Hazret-i Peygamber’in Tasavvufî Düşüncedeki Yeri”, s. 13.

[47]      Tarikat geleneğinde salat u selam getirme, salavat mecmuaları ve salavat okunma çabalarını Hür Mahmut Yücer’in “Tarikat Geleneğinde Salavat-ı Şerife” isimli makalesini özetlemek suretiyle sunacağız.

[48]      Ebü’l-Hudâ Muhammed es-Sayyâdî er-Rifâî, Tarîku’s-savâb fi’s-salavâti ale’n-Nebiyyi’l-evvâb, çev.: Mehmet Bayrak, Divan Yayınları, İstanbul 2001.

[49]      Hür Mahmut Yücer, “Tarîkat Geleneğinde Salavât-ı Şerîfe”, Sûfî Gelenek ve Hayat Keşkül, İstanbul 2007, Bahar, sayı: 12, s. 49.

[50]      Aynı yer.

[51]      Aynı yer.

[52]      Yücer, “Tarîkat Geleneğinde Salavât-ı Şerîfe”, s. 49.

[53]      Aynı yer.

[54]      Aynı yer.

[55]      Aynı eser, s. 50.

[56]      Aynı eser, s. 52.

[57]      Aynı yer.

[58]      Yücer, “Tarîkat Geleneğinde Salavât-ı Şerîfe”, s. 53.

[59]      Aynı eser, s. 51.

[60]      Aynı yer.

[61]      Aynı yer.

[62]      Aynı yer.

[63]      Yücer, “Tarîkat Geleneğinde Salavât-ı Şerîfe”, s. 51.

[64]      Aynı eser, s. 52.

[65]      Aynı eser, s. 53.

[66]      Kara, “Hazret-i Peygamber’in Tasavvufî Düşüncedeki Yeri”, s. 13.

[67]      Yıldırım, “İlk Dönem Sûfîlerinin Peygamber ve Sünnet Anlayışları”, s. 18.

[68]      Mustafa İslâmoğlu, Üç Muhammed İki Tasavvur Bir Gerçek, Denge Yay., 9.Baskı, İstanbul 2003, ss. 86-87.

[69]      Mustafa Uzun, “Bizim Edebiyatımız Başlangıçtan Beri Dînî Ağırlığı Olan Bir Edebiyattır”, Sûfî Gelenek ve Hayat Keşkül, İstanbul 2007, Bahar, sayı: 12, s. 86.

[70]      Muhammed b. Abdullah el-Hânî, Âdâb, çev.: Ali Hüsrevoğlu, Erkam Yay., İstanbul 2008, ss. 28-29.

Sıralı Liste

Altın Silsile

Detaylı Oku

Sonraki Halka

Hazret-i Ebû Bekir (ra)

Detaylı Oku